Cüz-i ihtiyârînin üssü’l-esâsı meyelân

Cüz-i ihtiyârînin üssü’l-esâsı meyelân

“Cüz-i ihtiyârînin üssü’l-esâsı olan meyelândır.”[1] Meyelân ise meyletmek, meyil göstermek, yönelmek, istek mânâsındadır. Meyelânın muzâafı olan ise arzudur. Meyelân kalbin temâyülâtından geldiği gibi; nefis, his ve hevesten de tevellüd edebilir. Beşerin kendi meylini kuvveden fiile çıkarmasına vesile olan da meyelân-ı fıtrîyesidir. Bediüzzaman Hazretleri’nin “Kadınlığın fıtratında çocuk okşamak ve sevmek meyelânı var.”[2] dediği nokta da bu meyelân-ı fıtrîyeye misaldir. Aynı zamanda meyelân şerîat-ı fıtrîyenin de bir lâzımıdır. ‘Bir çekirdekteki meyelân-ı nümuvv…’, ‘yumurtadaki meyelân-ı hayat…’, ‘bir avuç suyun, incimâd ile meyelân-ı inbisatı sıfat-ı iradeden gelen evamir-i tekviniyenin tecellileridir, cilveleridir.’ Üstad “Bu fıtrî meyelân, mukavemet-sûzdur.”[3] Der.

Meyelânın kalbdeki derûnî yansımalarını ise Bediüzzaman Hazretleri Hutbe-i Şamiye’de mealen şöyle ifade etmiştir:

“Hırsız erkeğin ve hırsız kadının ellerini kesin!”[4]ayetindeki tehdidi işiten insanın îmân ve itikadı heyecana gelir. Ruhun etrafından, vicdanın derin yerlerinden, o hırsızlık meyelânına engel olacak hücum gibi ruhî hâller hâsıl olur. Böylece nefis ve hevesten gelen meyelân parçalanır, çekilir. Git gide o meyelân bütün bütün kesilir. Çünkü, yalnız vehim ve fikir değil, hatta, mânevî kuvveler, duygular, akıl, kalp ve vicdan, birden o hisse ve o hevese hücum eder. Şerîatın o noktadaki cezasını hatırlatması ile ulvî îkaz ve vicdânî bir yasakçı, o hissin karşısına çıkar, susturur.

“Evet, îmân, kalbde, kafada daimî bir mânevî yasakçı bıraktığından, fena meyelânlar histen, nefisten çıktıkça ‘yasaktır!’ der, tard eder, kaçırır. Evet, insanın fiilleri kalbin, hissin temayülâtından çıkar. O temayülât, ruhun ihtisasatından ve ihtiyacatından gelir. Ruh ise, îmân nuru ile harekete gelir. Hayır ise yapar, şer ise kendini çekmeye çalışır. Daha kör hisler onu yanlış yola sevk edip mağlûp etmez.”[5]

Öyleyse îmân kalpte ve kafada dâimi ve mânevî bir bekçi ve yasakçıdır. Fena meyelânlar, his, heves ve nefisten çıkar. Bu meyelânları îmân bekçisi yasaktır der, tard eder ve kaçırır. İnsanın güzel fiilleri ise kalbin temayülâtından çıkar. Kalpten çıkan meyiller ruhun özel hissetmeleri,duymaları,duygulanmaları ve araştırmalarından veya ihtiyaçlarından gelir. Demek ki ruh kalpten zuhur edecek olan meyillere ihtiyaç duyacak ve onu arayacak şekilde yaratılmıştır. Ruh ise îmân nuru ile harekete geçer. Ruhun, kalbin meyillerinden gelecek olan ihtiyaçlarının karşılanması için kalbin îmân ile ziyalanması gerekir. Ruh kalbten meyleden hayırları yapar, o meyiller şer ise kendini çeker. Mecâzi nefs-i emmârenin bir nev’î vazîfesini yapan kör hisler- yani akıbeti görmeyen hissiyât-ı nefsâniye- kalbi îmân nuru ile aydınlanmış olan bir mü’mini yanlış yola sevk edip onu daha mağlup edemez.

İmânın yeri, kalb ve dimağ…

Lemeat’te “İmânın yeri kalbdir; dimağ ise oluyor mâkes-i nur-u îmân. Bazan da mücahiddir, bazan süpürgecidir. Dimağda vesveseler, hem pek çok ihtimaller kalb içine girmese, sarsılmaz îmân vicdan. Yoksa bazıların zannınca îmân dimağda olsa, ruh-u îmân olan hakkalyakîne, ihtimâlât-ı kesire olur birer hasm-ı bîeman(merhamet bilmeyen düşman). Kalb ile vicdan, mahall-i îmân. Hads(sezgi) ile ilhâm, delil-i îmân. Bir hiss-i sâdis(altıncı his), tarik-i îmân. Fikir ile dimağ, bekçi-i îmân.”[6] ifadeleri yer alır. Böylece îmânın yerinin kalb, dimağın ise îmân nurunun ma’kes bulduğu mahal olduğu anlaşılmış olur. Dimağdaki vesveseler ve pek çok ihtimaller kalb içine girmezse, îmânın ve vicdanın sarsılmayacağı ifade edilir. Eğer îmân dimağda zannedilirse, ruhun îmân ile harekete geçip hakîkate ulaşamayacağı, çok ihtimaller ve vesveselerle merhamet bilmeyen bir düşman halini alacağı ifade edilir. Dimağdaki îmânın, ruh-u îmân ile hakkalyakîne ulaşamayacağı hakikati nazarlara sunulur. Öyleyse kalb ile vicdan, îmânın mahallidir. Hads(sezgi) ile ilhâm ise îmânın delilidr. İnsanda hissedilen hiss-i sâdis(altıncı his) de, îmânın yoludur. Fikir ile dimağ da mahal-i îmân değil, îmânın bekçisidir.

Müyülâtın tevellüdü…

“Tesîrat-ı hariciyeden kalbin bir kısım ihtisâsâtı(husûsî istekleri, arzuları) ihtizâza gelmekle (fıtrî temâyülât ile harekete geçmekle) müyülât tevellüt eder.”[7] Güya aklın borazanı denilmeye şayan olan irâde ses etmekle, kalbin karanlık köşelerinde yatan mânâlar çıplak, yalın ayak, baş açık olarak çıktıklarından, mahall-i suver (suretlerin mahalli) olan hayâle girerler. O hazinetü’l-hayâlde (hayal hazinesinde) buldukları sureti giyerler. En ekall bir yazmayı sarar. Veya bir pabucu giyer. Lâakal bir nişanla çıkar. Hiç olmazsa bir düğmeyle veya bir kelimeyle, kendinin nerede terbiye olduğunu gösterir.”[8] Görüldüğü üzere müyülâtın ortaya çıkması için tesirât-ı hariciyeden kalbin bir kısım ihtiyaç ve ihtizazının ortaya çıkma lüzûmu vardır. Kalbin karanlık köşelerinde yatan bu ihtiyacat ve ihtizâzâta aklın borazanı hükmünde olan irâde ses etmektedir ki kalbdeki mânâlar çıplak, yalın ayak, baş açık olarak suretlerin ma’kes bulduğu dimağda hayale yansısın. Böylece dimağda hazinetü’l hayâlde çeşitli suretler dokunmaya başlar ve merâtib-i dimağda muftelif mertebelerin mukaddemesi başlamış olur.

Abdülbâkî ÇİMİÇ

[email protected]

https://www.feyzinur.com

[1] Sözler,2013,s.759

[2] Hanımlar Rehberi,1999,s.19

[3] Eski Said Dönemi Eserleri(Sünuhat),2009,s.502

[4] Mâide Suresi: 38

[5] Hutbe-i Şâmiye/193-194-195

[6] Sözler(Lemeat),2004,s.1191

[7] Muhakemat,2006,s.135

[8] Muhakemat-2006,s.126

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir