Zihniyet-i inhisâr

zihniyet-i-inhisrd635228a20Zihniyet-i inhisâr

Asırların sahibi ve adamı, müceddid-i âhirzaman olan Üstad Bediüzzaman Hazretleri “Zihniyet-i inhisâr, hubb-u nefisten geliyor. Sonra maraz oluyor; nizâ ondan çıkıyor.”1 demektedir. Ne kadar haklı, ne kadar hakîkatli bir tesbit!

Yalnız bana ait anlayışı ve tekelci bir zihniyeti temsil eden zihniyet-i inhisâr, nefsini ve kendini sevmekten kaynaklanmaktadır. Bütün içtimâî ve sosyal hayatın hastalıkları nefsin bu haletinin ürünüdür. Bu anlayışta taassub, tekelcilik ve tek tip düşünce hâkimdir. Çünkü nefsi ona öyle söyletmektedir. Senin fikrin en güzeli, hak sadece senin yolundur dedirtmektedir. Nefisten, sadece senin düşüncelerin iyidir, diğerleri iyi değildir fısıldamaları gelir. Böylece mahall-i imân olan kalb ve vicdan sükût eder!

İnsanın en büyük düşmanıdır nefis. “Kendi nefsini beğenen ve seven adam başkasını sevmez. Eğer zâhirî sevse de samimî sevemez; belki ondaki menfaatini ve lezzetini sever. Daima kendini beğendirmeye ve sevdirmeye çalışır. Ve kusurunu nefsine almaz, belki avukat gibi kendini müdafaa ve tebrie eyler. Mübalâğalarla, belki yalanlarla nefsini medih ve tenzih ederek, adeta takdis eder.”2 Nefsine muhabbet ve i’timad eden başkasına muhabbet ve i’timad da edemez. Nefis her şeyi hep kendine yontar. Kendi söylediği hep doğru, başkalarının söylediği hatalıdır nefse göre. Çünkü bir defa kişi tekelci ve inhisâr zihniyeti ile nefsinden ders almışsa netice sosyal bir hastalık olan bencillik ve gurura kadar gidecektir. Bu hâl toplumsal bir marazı netice verecektir. Bütün nizânın kaynağı da buradan çıkıyor.

Hâlbuki asrın sahibi olan Bediüzzaman Hazretleri reçeteyi yazmıştır. Âlem-i İslâmın hayatının ittihadda olduğunu söylemiştir. “Hüve’l-hakku (sadece o haktır) yerine hüve hakkun (o haktır) olmalı; hüve’l-hasen (sadece güzel olan odur) yerine hüve’l-ahsen (o en güzeldir) olmalı” demiştir. “Her Müslim kendi meslek, mezhebine demeli: ‘İşte bu haktır; başkasına ilişmem. Başkaları güzelse, benim en güzelidir” demiştir. Sonra; “Dememeli: Budur hak; başkaları battaldır. Yalnız benimkidir güzeli; başkaları yanlıştır, hem çirkindir”3 demiştir. İşte reçete! İstimal edecek olan sözde değil, özde muhatapları bekliyor!
Ancak nefis söz dinlemiyor. Çünkü nefis dersini şeytandan alıyor. Nefis, insan sarayında şeytanın casus bir veziri gibi çalışıyor. Bize en yakın olan nefsimizdir. Ancak ona i’timad edilmez ve edilmemelidir. Çünkü nefis daima kötülüğü ister. Bir peygamber dahi ona i’timad etmemiştir. Kur’ân’ın lisânıyla şöyle demiştir: “Şüphesiz nefis daima kötülüğe sevk eder–ancak Rabbim rahmet ederse o başka.”4

Ancak insan aldanır. Kalb imân ile kuvvetlenmezse fena meyelânlar nefisten ve histen çıkar ve insanı aldatabilir. Nefis insanın en büyük imtihan vesilesi ve düşmanıdır. Ondan gelen fena meyelânlara karşı iman kuvveti ile dayanmak gerekir.

Nefis en yakın imân kardeşine karşı sû-i zanna bizi itebilir. Kendi fikirlerini daha isâbetli, başkalarının ise isabetsiz görebilir. Çünkü tekelci bir zihniyete meftundur nefis. Hep kendini kusursuz addeder, başkalarını ise kusurlu görür.

Bununla beraber, zaruriyat-ı diniyeyi (imân edilmesi zarûrî olan dinin esâslarını), mesail-i cüz’iye-i fer’iye-i hilâfiyeyle (şeriatın ihtilaflı bulunan teferruata dair cüz’î meseleleriyle) mezc edip (karıştırıp), ona tâbi gibi kılmakta büyük bir hatar vardır. Zira Musavvibenin (“Dört mezhep de haktır. Füruatta hak taaddüd eder” diyenlere ilm-i usul ıstılâhınca Musavvibe denir.) muhalifi olan Tahtiecilerden (hatalı görmeyi meslek edinenlerden) biri der ki: “Mezhebim haktır; hatâ ihtimali var. Başka mezhep hatâdır; sevaba ihtimali var.”

Halbuki cumhur-u avam (halkın çoğunluğu), mezhepte imtizaç etmiş olan zaruriyatı, nazariyat-ı içtihadiyeden (içtihada konu olan ispatlanmamış esaslardan) vâzıhan (açık şekilde) temyiz etmediğinden (dikkatle ayırmadığından), sehven veya vehmen tahtieyi (kendi dışındakileri hatalı görmeyi) filcümle (tamamına) teşmil edebilir. Bu ise, hatar-ı azîmdir (azîm  bir tehlike ve zarardır). Bence, Tahtîeci (kendi dışındakileri hatalı gören), hubb-u nefisten (nefsini sevmekten) neş’et eden inhisâr zihniyeti (yalnız bana ait anlayışı ve tekelci bir zihniyet) illetiyle malûldür (hastalığıyla özürlüdür). Ve Kur’ân’ın câmiiyetinden ve umûm tabakat-ı beşere şümul-ü hitabından gafletle mes’uldür. Hem Tahtîecilik fikri (kendi görüş ve mezhebinin dışındaki her şeyi, her fikri hatalı görmeyi meslek edinme fikri), sû-i zan ve tarafgirlik hissinin menbaı olduğundan, İslâmda lâzım olan tesanüd-ü ervah (ruhların dayanışma içinde olması), tevhid-i kulûb (kalblerin ve gönüllerin birlik içinde olması), tehâbbüb (sevgi göstermek ve muhabbet etmek) ve teâvüne (yardımlaşmaya) büyük rahneler (yaralar) açmıştır. Halbuki hüsn-ü zanla, muhabbet ve vahdetle memuruz.5

Bediüzzaman başka ne desin? İşte reçete ortada. Bu Kur’ânî reçete; okumak, anlamak ve kabul ederek yaşamak için ehl-i İslâmı bekliyor.

Dipnotlar:
1- Lemeât, 2006, s: 1170.
2- Lem’alar, 2006, s: 665.
3- Sözler, 2006, s: 1170.
4- Yusuf Sûresi, 12: 53.
5- Sünûhat, 2007, s: 112-113.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir