Asfiyâ, Etkıyâ, Ahfiya…

Asfiyâ, Etkıyâ, Ahfiya! Kimler bunlar? Elbette ‘Tabaka-i Ârifîn…’ Yani hakîkî Kur’ân şakirtleri. Allah’ın has ve hâlis kulları. Ebrâr olanlar.  Sâlih müminler. Allah’a itâatkâr kullar. “Bediüzzaman’da da Asfiyâ, Etkıyâ, Ahfiya mânâları cem olmuş. Âlem Bediüzzaman’ı Asfiyâ cephesiyle tanıyor. Asfiyâlar verâset-i nübüvvet nâibleridir. Bu asırda Asfiyâlar aranırsa kanâatim odur ki, nur dairesinde aranmalı. Etkıyâ mânâsının kıvamı da yine Risale-i Nur’un içindedir. Hatta ahfiya dahi Risale-i Nur’un dairesi içinde bulunur.”[1] Ancak bunlar akıl ile anlaşılmaz. Şahs-ı mânevî içinde mestur kalmışlar. Şahs-ı mânevî hepsini cem etmiş.

Muhakkikîn-i Asfiyâ

Asfiyâ(Esfiyâ); Saf, temiz, hâlis ve her türlü kötülükten arınmış kimseler, ermişler olarak biliniyor. Asfiyâ, safiyet kökünden gelen, takva ve kemâlât sahibi, verâset-i nübüvvet sırrına ermiş, ilmî tetkikatıyla Hazret-i Peygambere(asm) vâris olup, onun meslek ve gayelerini ihyaya ve tatbike çalışan muhakkik zatlardır. İlim ve ibadetle takva ve kemâlât sahibi, Allah dostu olan kişiler. Evliyadan farkı kalb ayağı ile değil ilim ve ibadetle kemâle ermeleridir. Medrese ve tekkeyi birleştirip, akıl ve kalbi bir ahenk ve uyum içinde işlettiren ve inkişaf ettiren, âlim ve evliyalara “Muhakkikîn-i Asfiyâ” deniliyor. Aynı zamanda “Asfiyâ” cadde-i kübrada giden verâset-i nübüvvet muhakkikleridir. Asfiyâ derecesine gelmiş bir insan hem ilim sahibidir, hem de kalbi velâyet mertebesindedir. Kalb ve akıl beraber inkişaf etmiştir. Risale-i Nurlar da Asfiyâ mesleğindedir.  Asfiyâlar, getirdiği hakáik-i kudsiye ve ihtirâ ettiği ulûm-u âliye ve keşfettiği mârifet-i İlâhiyenin dersiyle ve tâlimiyle mertebe-i ilmiyede en yüksek makama yetişen zatlardır.

Takva sahibi olan Etkıyâ

Etkıyâ; çok takvâ sâhibi olan zatlardır. Takiler olarak da bilinir. Takvâda çok ileri giden mes’ud kimselerdir. Allah korkusuyla günah işlemekten çekinirler. Allah’a kullarının en sevimli olanları Etkıyâ olanlardır.

“Hz Ömer (ra) bir gün mescide girdi ve Muaz bin Cebel(ra)’ın Ravzay-ı Mutahhara’nın duvarına yaslanmış, ağlamakta olduğunu gördü. Yanına yaklaştı ve sordu:
-Ya Muaz niçin ağlıyorsun? Muaz bin Cebel gözyaşları arasında cevap verdi:
-Ya Ömer, Resul-u Ekrem Efendimiz(sav)’den işittim, buyurdular ki: “Riyanın azıcığı dahi şirktir. Müşrikin yeri de cehennemdir. Riyadan sakınınız ki Etkıyâ’dan olasınız. Zira Hak Teâlâ Etkıyâ’yı sever.” Bunun üzerine “Ya Resulullah, Etkıyâ kimdir?” diye sordum. Efendimiz(asm) şöyle buyurdular: ”Etkıyâ, bir mecliste varlığı ile yokluğu fark edilmeyen, kimsenin hatırlamadığı ve aramadığı, varlığı ile yokluğu bir olan kişilerdir. Bir meclise geldiklerinde kim oldukları merak bile edilmez. İşte böyle olanların gönülleri Hak nuruyla doludur ve onlar için uzak veya yakın birdir. Onlar cennet ehlindendirler.” Sonra şu Hadisi Şerifi irâd buyurdular: “Onlar cennet ehlindendir. Saçları ve sakalları dağınık ve karışık, üstleri başları tozlu, elbiseleri eskidir. Halk içinde itibarları bulunmaz.” Onları kimse hesaba katmaz. Fakat Hak Teâlâ indinde aziz ve muteberdirler. Hak Teâlâ’dan ne dilerse ihsan buyurur ve onların sözlerini asla reddetmez ve kabul eyler. Dünya halkı katında sözleri hiç dinlenmez. Hâlbuki kıyamet günü onlardan birisinin nuru taksim olunsa bütün mahşer halkına yetecek kadardır. Zira onların nurları Hak Teâlâ’nın nurundandır.”[2]

Kendini gizleyen Ahfiya

Ahfiya olanlar; kendini gizleyen velilerdir. Yani her yere karışmayan insanlardan uzak duran, her yere sızmayan, bir toplantıda olmadığında, hatırlanmayan, nerede olduğu pek umursanmayan kişi demektir. Bir anlamda kendini gizler. Başını kaldırıp, ‘ben buradayım’ demez. Böyle velilere Ahfiya/Gizliler denir. Ahfiya olanlar ibadet ve takvalarında çok hassas olurlar. Bir nevi ricalü’l-gayp zâtlar sınıfındadır. Bu noktada Nur Talebeleri için yapılan şu izahlar ne kadar manidardır: “O iman-ı tahkikîyi taşıyan hâlis ve sadık şakirtleri dahi, bulundukları kasaba, karye ve şehirlerde, hizmet-i imaniye itibarıyla âdetâ birer gizli kutup gibi, mü’minlerin mânevî birer nokta-i istinadı olarak, bilinmedikleri ve görünmedikleri ve görüşülmedikleri halde, kuvve-i mâneviye-i itikadları cesur birer zâbit gibi, kuvve-i mâneviyeyi ehl-i imanın kalblerine verip mü’minlere mânen mukavemet ve cesaret veriyorlar.”[3]

Abdülbâkî çimiç

[email protected]


[1] https://www.nurnet.org/ceddidu-imanekum-imaninizi-yenileyin/

[2] Derviş Karhaman, Etkiya

[3] Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir