Bediüzzaman, Dağ ve Sahrayı Bir Medrese Yapıyor

Bediüzzaman, Dağ ve Sahrayı Bir Medrese Yapıyor

Bediüzzaman Hazretleri’nin hayatının inayet-i ilâhiye ve mânevî bir tasarruf altında olduğunu biliyoruz. Hem İstanbul’a ilk sevk edilmesi ve İstanbul’da yaşadığı hâdiselerin seyrinde, hem de İstanbul’dan vilayet-i Şarkiye’ye yapmış olduğu ilk rıhlette bu mânevî tasarruf ve vazîfenin izlerini görmek mümkündür. Bediüzzaman’ın İstanbul’da iki buçuk seneye yakın yaşadığı hadiseleri incelerken bu mânevî tasarruf ve işaret-i gaybîyeleri görebiliriz. Bir kısmına daha önceki yazılarımızda işaret etmeye çalışmıştık. İşte böyle büyük bir vazîfe ile tavzif edilen Bediüzzaman, zahiren menfî olarak addedilen İstanbul hayatında yaşadığı o keşmekeşliklerin arkasında saklı olan mânevî ve batınî şevk, heyecan ve müjdelerle Şarkî Anadolu’ya sevk edilmiştir. Hatta Bediüzzaman’a sorulan ilk sorulara verdiği cevapta bu müjde şöyledir: “Ey Seyda! İstanbul’a gittin. Bu inkılâb-ı azîmi gördün.[1] Mühim işler içine girdin. Bize ne getirdin?” Bediüzzaman bu soruya: “Müjde getirdim.”[2] şeklinde cevap verir.

Meşrûtiyeti Ders Veriyor

Bediüzzaman, Van’a geri dönüşünün ardından, ilk bir kaç ay boyunca Horhor Mederesesi’nde kalır. Horhor Mederesesi’nde tıpkı eskisi gibi, talebelere ve ziyaretine gelenlere ders vermeye başlar. Bediüzzaman yaz mevsiminin ortalarına doğru, bazı talebelerini de yanına alarak Şark vilayetlerini gezmek için yola çıkar. Gayesi Şarkî Anadolu’da bulunan aşiretleri ziyaret etmek ve onlara hürriyet ve meşrûtiyeti ders vermektir. “Dağ ve sahrayı bir medrese ederek meşrûtiyeti ders verdim[3] diyen Bediüzzaman’ı böyle bir vazifeye sevk eden sebep, meşrûtiyetin, aşiretler arasında “yanlış bir surette” telakki edilmesidir. Zaten ilk sorulan sorularda bunu net olarak görmek mümkündür. Şöyle: “Müjde ne demek? Bazılar, bize ‘sizin için fenalık var.’ diyorlar.” Bediüzzaman bu soruya: “Nurdan zarar gelmez; gelirse, huffaşa gelir, murdar şeylere gelir. Size, cemi kuvvetimle, yalnız Kürdistan’a[4] değil, belki âleme işittirecek tarzda bağırarak müjde veriyorum ki; umum İslâm’ın, lâsiyyema Osmanîlerin, bahusus Ekrad’ın saadetinin fecr-i sadıkının geldiğini, hatta Başit başında görüyorum. “[Ümitsizlik ve karamsarlığın sembolü olan Arab filozof ve şairi] Ebu Alâi’l-Maari’ye rağmen.” Faraza, şu devletin yarı milleti, pahasında verilse idi gene erzan ve zulmetle beraber yansa idi gene ucuz!” Bu cevap muhataplarını tatmin etmemiş olmalı ki: “Biz öyle işitmedik.” şeklinde karşılık bulur. Bediüzzaman: ”Şeytanın arkadaşları çoktur…” der. Bir başka sual gelir: “Öyle ise zihnimize gelen şüpheleri ve sualleri hallet.” Bediüzzaman’ın cevabı: “Elbette; fakat müşteri olmadan, istemeden malımı satmam.”[5] Bu minval üzere Bediüzzaman’a sualler başlar.

Bediüzzaman, Ka’ide-İ Suali Gösteriyor

Bediüzzaman’a Şark aşiretlerini ziyareti esnasında gürültülü, karma karışık ve intizamsız sorulan suallerşöyledir: “İstibdat nedir, meşrûtiyet nedir?” Diğeri: “Ermeniler ağa oldular, biz sefil kaldık.” Başkası: “Dinimize zarar yok mu?” Daha başkası: “Jön Türkler şöyledirler, böyledirler, bizi de zarardide edecekler.” Diğeri: “Gayrimüslim, nasıl asker olacak?” ilâahir…” Bediüzzaman bu karmakarışık sual sorma yöntemini kabul etmez ve “Yahu, şu gürültülü, karma karışık, sizin gibi intizamsız suallerinize nasıl cevap vereceğim?” der. Muhatapları “Kaide-i suali sen göster?” derler.Bediüzzaman: “Meşrûtiyet kànunuyla sual ediniz. Yani içinizde bir iki zeki adamı intihap ediniz; tâ size vekil olarak müşteri olup, sual etsin. Siz de dinleyiniz.”[6] der. Böylece Şark insanlarına bizzat, bütün Müslümanlara da bilvesile meşrûtiyet kànunuyla sual sorulmasının ve seçim yolunun da meşrûtiyet kànunu ile âlem-i İslâm’ın gündemine taşınmasının yolunu gösterir. Böylece Bediüzzaman, Şark aşiretlerini ve mensuplarını ikna edebilmek için böyle farklı bir yöntem kullanır. Kendisine her türlü soruyu sorabileceklerini; yöneltilen tüm sorulara cevap vereceğini ifade eder. Kendisine yöneltilen bu soruları ve cevaplarını Münâzarât adı altında toparlayarak, Türkçe olarak neşredilmesini sağlar. Ayrıca, Reçetetü’l Avam adıyla da Arapça neşrini yaptırmıştır.

Meşrûtiyet Ve Hürriyet, Herkesi Bir Padişah Hükmüne Getirir

Münâzarât’ta Bediüzzaman’a sorulan soruların büyük bir kısmı, hürriyet, meşrûtiyet, istibdat ve yeni sistem uygulamaları ile, bu uygulamaların aşiret reisleri ve mensuplarını ilgilendiren neticelerine yöneliktir. Bu sorulara, Bediüzzaman, çok veciz ve ikna edici cevaplar verir. Bu cevapların bir diğer önemli yönü de, Bediüzzaman’ın konuyla alakalı fikirlerini, gayet net bir şekilde anlatıyor olmasıdır. Şunu da belirtelim ki, Bediüzzaman’ın sorulan sorulara verdiği cevaplar, burada anlatmaya çalıştığımızdan daha fazla ilgiyi ve değeri hak etmektedir. Yeni meşrutî sistem, Şark’ta yaşayan bütün insanların terakkisini, İslâm dünyası ve Osmanlı Devleti’nin ittihadını, beraberliğini temin edecektir. Bediüzzaman’ın bu mücadelede kendisine gelebilecek zararlardan asla endişe etmediğini, bu gezilerinde yaptığı gayret ve fedakârlığı İslâm’ın hayat-ı içtimâisiyle münasebettâr bir vazife olarak addettiğini belirtmek isteriz. Diğer yandan, bu ve benzeri faaliyetleri, çok daha önceden de gerçekleştirmiş ve İstanbul’da bu konuda epey gayret göstermişti. Özellikle Şark bölgesinin ihtiyaçlarını dile getirmiş ve yapılacak eğitim reformuyla ilgili plan ve programları tanıtmak ve hayata geçirmek için çok gayret etmişti. İşte İstanbul’dan ayrılıp Şark’a geri döndüğünde de, bu yöndeki gayretlerini devam ettirdi. Medeniyetten uzak, dağlık, geri kalmış ve halkı fakir olan bölgenin tamamını gezmeye başladı. Gittiği her yerde, öncelikle avamdan insanlarla görüşüyordu. Çünkü ona göre bu insanlar, meşrûtiyetin benimsenmesi ve uygulanması hâlinde, “padişah” seviyesine yükselecek ve istikbali şekillendirecek insanlardı. Çünkü hürriyet ve meşrûtiyet “Herkesi bir padişah hükmüne getiriyor; siz de hürriyetperverlikle padişah olmaya gayret ediniz. Esas-ı insaniyet olan cüz-i ihtiyarı temin eder, azat eder; siz de camit olmaya razı olmayınız.”[7] dersini verir.

Abdülbâkî Çimiç

[email protected]


[1] İnkılab-ı azîm dedikleri 24 Temmuz 1908’de ilan edilen hürriyet ve meşrutiyettir.

[2] Eski Said Dönemi Eserleri(Münâzarât), 2013, s.207

[3] Eski Said Dönemi Eserleri(Münâzarât), 2013, s.206

[4] Bediüzzaman, o zamanlar Kürdistan tabirini coğrafî bir tarif ve tanım olarak kullanıyor.

[5] Eski Said Dönemi Eserleri(Münâzarât), 2013, s.207

[6] Eski Said Dönemi Eserleri(Münâzarât), 2013, s.208

[7] Eski Said Dönemi Eserleri(Münâzarât), 2013, s.210

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir