Bedîüzzamân’a Yapılan Bir İftirâya Cevap!

Verilen bir link ve sorulan bir soru ile haberdâr olduğumuz ve birçok cevap bekleyen iftiralara Bedîüzzamânca ve Bedîüzzamân’dan cevaplar.

Birçok iftiradan bir tanesi şudur: Güyâ Bedîüzzamân Hazretleri İngiliz ajanıymış ve “Hür adam değil “sefil adam”mış![1]

İlgili iftiradan buraya alıntı yapmak istemiyorum. Çünkü “Bâtıl şeyleri güzel tasvîr etmek her demde, sâfi olan zihinleri cerhtir, hem idlâli.[2]” kâidesince o iftiraları buraya alarak sâfî zihinleri bozmak istemem. Bizler de çok uzun yazmaya gerek duymadan şöyle cevap verdik:

Böyle iftiralara Bedîüzzamân Saîd Nursî’nin İngilizlere verdiği cevapla ancak cevap verilebilir. Tükürün o iftiracı zalimlerin hayâsız yüzüne! Öncelikle yazdıkları hezeyanlara delil göstersinler! Biz delil isteriz; tasvîr-i müddeâ ile aldanmayız. Tasvir ve tezyin-i müddeâ, zihnimizi işbâ’ etmiyor(doyurmuyor). Burhan isteriz.[3] Sanırım bu iftiracıların Hutuvât-ı Sitte’den haberleri de yok! Sanırım o zalimlerin Bedîüzzamân Saîd Nursî’nin İngilizlerin hayâsız yüzüne tükürdüğünden de haberleri yok! Haberleri var da ancak onlarda bu hak ve hakîkati görecek hayâ ve insanlık yok! İngilizler İstanbul’u işgal ettiğinde onlar hakkında Hutuvât-ı Sitte eserini yazıp dağıtan kim? O olaydan sonra Ankara Hükümeti Bedîüzzamân Saîd Nursî’yi niçin Ankara’ya çağırmış bakalım? Haydi, cevap versin o iftiracılar bunlara! Dar düşünceler dar görüşler.

Hem Birinci Dünya Harbi’nin nihayetinde, İstanbul’da İngilizlerin Başkumandanının eline Saîd Nursî’nin İngiliz aleyhine şiddetli yazdığı Hutuvât-ı Sitte ve Başpapazına tahkirkârâne sözleri eline geçtiği halde, O’nu mahvetmek yüzde yüz ihtimali varken, hiddetini geri alıp ilişmemesi gösteriyor ki “Bedîüzzamân Hazretleri İngiliz ajanıymış ve “Hür adam” değil “sefil adam”mış! İftiraları koca bir yalan ve sahtekârlıktır!

İstanbul’u istilâ eden İngiliz Başkumandanına ve onun vasıtasıyla fetva verenlere karşı, İslâmiyet şerefi için, îdam tehdidine beş para ehemmiyet vermeyen ve “Tükürün zâlimlerin o hayâsız yüzüne!” cümlesiyle ve matbuât lisânıyla karşılayan[4] Bedîüzzamân Hazretleri’dir. Böyle bir adam nasıl İngiliz ajanı oluyormuş acaba?!

İstanbul’daki efkâr-ı ulemâyı İngiliz aleyhine çevirip, harekât-ı milliye lehinde ehemmiyetli hizmet eden ve Ayasofya’da kırkbin adama nutkunu dinlettiren ve Ankara’daki Meclis-i Meb’usan’ın şiddetli alkışlamasıyla karşılanan ve yüzellibin banknot, yüzaltmış üç meb’usun imzası ile Medrese ve Dârü’l-Fünûn’a tahsisatı kabul ettiren ve reis-i cumhurun hiddetine karşı divan-ı riyasette kemal-i metanetle fütur getirmeyerek mukabele edip, hiddetine karşı “Namaz kılmayan haindir. Hainin hükmü merduttur.[5]” diyen ve korkusuzca hareket eden bir adamdır Bedîüzzamân! Ey müfteriler! Bu güneş gibi deliller sizi iskat etmez ise ne yapılabilir ki?

Bedîüzzamân Hazretleri hürriyet mücadelelerine karışmış, Birinci Harb-i Umumîde (Birinci Dünya Savaşı’nda) talebeleriyle birlikte gönüllü alay kumandanı olarak Kafkas cephesinde harbetmiş, Bitlis’i kahramanca müdafaa etmiş, yaralanmış esir olmuş ve esarette iken Rus Başkumandanına bile boyun eğmeyerek ilmî vakarını muhafaza etmiş, esaretten İstanbul’a dönüşünde İngiliz İşgal Kuvvetlerine karşı şiddetli yazılarıyla hücuma geçmiş muhterem, vatanperver, cesur ve âlim bir zâttır. Siz böyle bir zata nasıl iftira atarsınız? Bu iftiralarınıza kim inanır? Ancak kendiniz gibi cahil, iftira at izi kalsın mantığında olan insafsızlar inanır ancak!

Bu kısımdan sonrasını Üstâd Bedîüzzamân Saîd Nursî Hazretleri’ne bırakıyorum. Bakınız İngilizler hakkında neler demiş ve eserleriyle de neşretmiş.

“Bilhassa İngiliz, Fransız gibi İslâm düşmanlarının İslâm âlemini maddeten ve mânen yıpratmak, sömürmek emellerinin başında, kahraman Türk milletinin dinî bağlardan uzaklaştırılması, örf-âdet, an’ane ve ahlâk bakımından tamamen İslâmiyete zıt bir duruma getirilmek plânları vardı ve bu plânlar maalesef tatbik sahasına konmuştu.

Ve 1953’ün yaz aylarında, dinsiz bir İngiliz müsteşrikinin İstanbul Edebiyat Fakültesinde “seb’a semavat’ı inkar eden bir konferans vermek istemesi üzerine, Hz. Üstad ve Nur talebeleri hemen harekete geçmişler, o müsteşrikin inkârını geri teptiren “Nur Çeşmesi” adlı bir küçük eser, Nurlardan derleyerek o konferansçının önüne koydular. Bu eserin içinde ve arka tarafında da yine o iki meşhur şahsiyetin beyanatlarını en başta, ilaveten de birkaç mühim ecnebî şahsiyetlerin daha, Kur’an ve İslâmiyet hakkındaki müsbet sözlerini birlikte neşrettiler.[6]

Bedîüzzamân Hazretleri ;”1335 senesi bidâyetinde henüz Milli Mücadele başlamadan düşman işgal orduları İstanbul’da iken herkes istikbalden ümidini kesip, yeis halinde ve bir kısım İstanbul ulemâsı da kürsülerde işgal ordularına dua ve senâ ettikleri bir zamanda, Bediüzzaman hiçbir zaman buna tenezzül etmemiş, bilakis “Hutuvat” nam eserleriyle düşman ordularına hücum etmiş ve tehlikelere ehemmiyet vermeyerek tab’ edip neşretmiş. Ulemâyı, İngiliz desiselerden kurtarmış. Ankara kumandanları onları okuyup, Mustafa Kemal o eser sahibini taltif etmek için Ankara’ya celbetmiş. Bediüzzaman o eserinde “Yakında Anadolu’da İstiklal ordusu çıkacak, galebe edecek.” diye müjdelemiştir. O zaman matbu’, saha-yı intişara çıkardığı “Sünuhat” ve “Hutuvat-ı Sitte” namındaki risaleleri tedkik buyurulursa, kendilerin ne dereceye kadar yüksek bir vatanperver ve İslâmcı olduğu tezahür eder.[7]”

İşte yüzlerce cevaptan bir tanesi: “İstanbul’da, İngilizler desiseleriyle Şeyhülislâmı ve diğer bazı ulemayı lehlerine çevirmeye çalışmalarına mukabil, Bediüzzaman, Hutuvât-ı Sitte adlı eseri ve İstanbul’daki faaliyetiyle İngilizin, âlem-i İslâm ve Türkler aleyhindeki müstemlekecilik siyasetini ve entrikalarını, tarihî düşmanlığını etrafa neşrederek, Anadolu’daki Millî Kurtuluş Hareketini desteklemiş, bu hususta en büyük âmillerden birisi olmuştu. Bu hizmetine dair kendi ifadesinden bir parça: “Bir zaman İngiliz devleti, İstanbul Boğazının toplarını tahrip ve İstanbul’u istilâ ettiği hengâmda, o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Anglikan Kilisesinin Başpapazı tarafından, Meşihat-ı İslâmiyeden dinî altı sual soruldu. Ben de o zaman, Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’nin âzâsı idim. Bana dediler: ‘Bir cevap ver. Onlar, altı suallerine altı yüz kelimeyle cevap istiyorlar.’ Ben dedim: ‘Altı yüz kelimeyle değil, altı kelimeyle değil, hattâ bir kelimeyle değil, belki bir tükürükle cevap veriyorum. Çünkü o devlet, işte görüyorsunuz, ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı mağrurane üstümüzde sual sormasına karşı yüzüne tükürmek lâzım geliyor_ Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!’ demiştim.[8]”

Yine Bedîüzzamân Hazretleri “Esaretten geldikten sonra, Hutuvât-ı Sitte gibi eserlerimle kendimi tehlikeye atıp, İngilizlerin İstanbul’a tasallutu altında, İngilizlerin başlarına vurdum.[9]” demiştir.

Müdür bey! Size teşekkür ederim ki, kurtuluş bayramının bayrağını koğuşuma taktırdınız. Harekât-ı milliyede İstanbul’da, İngiliz ve Yunan aleyhindeki Hutuvat-ı Sitte eserimi tab’edip neşretmemle belki bir fırka asker kadar hizmet ettiğimi Ankara bildi, Mustafa Kemal şifre ile iki defa beni Ankara’ya taltif için istedi. Hattâ demişti: “Bu kahraman hoca bize lâzımdır.” Demek, benim bu bayramda, bu bayrağı takmak hakkımdır.[10]

“Şimdi diyorum: Ey kardeşlerim! İngiliz gibi en cebbar bir hükûmetin istilâ ettiği bir zamanda, matbaa lisanıyla onlara mukabele etmekte tehlike yüzde yüz iken, hıfz-ı Kur’anî kâfi olması, elbette ehemmiyetsiz zalimlerin elinden gelen zararlara karşı, yüz derece kâfidir. Hem askerlikte en ziyade yaralananlar, siperini bırakıp kaçanlardır. En az yaralananlar ise siperlerinde sebat edenlerdir.( Şualar, s:539)”

Bedîüzzamân Hazretleri’nden İngilizler için önemli bir mektup:

Azîz Kardeşlerim! Bu mektub bir derece mahremdir. İngiliz siyasetine taraftar olanlara gösterilmesin. Büyük Hâfız Ali’nin hususî medresesinde bir hemşiremizin intak-ı bilhak nevinden «galib cereyanın ileri gitmemesinin bir sebebini, Risale-i Nur şakirdlerinin siyasete bakmamaları ve çarpışmadan gelen zülumlere hissedar olmamak için merakla harekâtlarını İslâmiyet menfaati noktasında duaları ile takip etmedikleridir.» demesi, hem Hâfız Ali’nin Hüsrev’le görüşmesi ve Üstadımız bizi siyasetten men’ediyor, zarardır demesine mukabil, bir kardeşimiz neyle sabittir diye istifsarı ve onüç aydan beri harbin vaziyetini nazara almadığımın sebebini soran buradaki kardeşlerime verdiğim cevaba Hâfız Ali’nin istihsanı münasebetiyle, kaidemize muhalif olarak bir-iki dakika siyasete bakıp bir-iki kelime beyan ediyorum.

Evvela: Buradaki bir kısım Risale-i Nur şakirdleri Âlem-i İslâm’da çok müstemlekâtı bulunan bir devlet (İ.N.G.L.Z), bu Anadolu haricindeki müslümanlara yalnız kendi menfaati için bir derece dinlerine ilişmiyor veya ilişemiyor, diye o devletin hariç İslâm’lara tatbik ettiği siyasete bütün bütün muhalif bir siyaseti takib ettiği bu memlekette faaliyette bulunan propagandasına kapılıp o cereyana taraftarlıkla Risale-i Nur’un safvet ve hâlisiyetine zarar verdiğinden o siyasî şakirdlere dedim:

O devlet (İ.N.G.L.Z.) bu memleketteki hükümete, müstemlekâttaki müslümanlara ısınmamak ve iltihak etmemek için, eskiden beri bu vatanda dinsizliği tervic etmiş, şimdiki ilhad dahi onun ifsad komitesinin eseridir.

Hatta o yüzde beş-on dinsizin hatırını saydı, mesleklerini (rejimlerini) resmen takdir ederek, yüzer milyon İslâm’ın hatırlarını kırdı. Ve mağlub olduğu halde, inat ve menfaati için sulhu reddetti. Küre-i Arz’a ateş verdi. Ve bu âlem-i insaniyetin her tarafında sönmez yangını oldu.

İşte madem siz bu vatanın evlâdısınız, burada onun propagandasına kapılmayınız. Ve siyasete karışmayınız. Eğer hariçte olsanız oradaki müsaadekâr siyasetine tarafdarlık gösterseniz, eğer lüzum olursa ve Risale-i Nur dahi müsaade etse belki zarar olmaz. Yoksa zarar ve hatar ve hatadır.

Amma öteki galib cereyan ise, ne vakit Kur’an ve Risale-i Nur’a ve bize ve İslâm’lara yardım etse ve Kur’an’ın hakikatına hizmete bilfiil teşebbüs eylese, siz de o vakit Kur’an ve Risale-i Nur hesabına onun harekâtını merakla ve dua ile bakabilirsiniz. Yoksa şimdiden tarafgirane bakmak ile tahribatındaki zulümlere hissedar olmak ihtimali var. Ve hariç Âlem-i İslâm’ın mânevî cereyanlarını muhalif olur.[11]

Mâdem hakîkat budur. Hem mâdem bir zâlim ve vicdansız bir adam, birisini yere atıp ayağıyla onun başını kat’î ezecek bir sûrette davransa, o yerdeki adam eğer o vahşî zâlimin ayağını öpse, o zillet vâsıtasıyla kalbi başından evvel ezilir, rûhu cesedinden evvel ölür. Hem başı gider, hem izzet ve haysiyeti mahvolur. Hem o canavar, vicdansız zalime karşı zaaf göstermekle, kendisini ezdirmeye teşcî eder. Eğer ayağı altındaki mazlum adam, o zalimin yüzüne tükürse, kalbini ve ruhunu kurtarır, cesedi bir şehid-i mazlum olur. Evet, tükürün zalimlerin hayâsız yüzlerine!

Bir zaman İngiliz devleti, İstanbul Boğazının toplarını tahrip ve İstanbul’u istilâ ettiği hengâmda, o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Anglikan Kilisesi’nin Başpapazı tarafından Meşîhat-ı İslâmiye’den dinî altı sual soruldu. Ben de o zaman Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyenin âzâsıydım. Bana dediler: “Bir cevap ver. Onlar, altı suallerine altı yüz kelimeyle cevap istiyorlar.

Ben dedim: “Altı yüz kelimeyle değil, altı kelimeyle de değil, hattâ bir kelimeyle dahi değil, belki bir tükürükle cevap veriyorum. Çünkü, o devlet, işte görüyorsunuz, ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı, mağrurâne üstümüzde sual sormasına karşı, yüzüne tükürmek lâzım geliyor. Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!” demiştim. Şimdi diyorum:

Ey kardeşlerim! İngiliz gibi cebbar bir hükûmetin istilâ ettiği bir zamanda, bu tarzda matbaa lisanıyla onlara mukabele etmek, tehlike yüzde yüz iken hıfz-ı Kur’ânî bana kâfi geldiği halde, size de yüzde bir ihtimalle ehemmiyetsiz zalimlerin elinden gelen zararlara karşı, elbette yüz derece daha kâfidir.[12]

Bâkî ÇİMİÇ

[email protected]

Dipnotlar:

————-

[1] Türk Solu Dergisi

[2] Sözler, Lemeât, s:706

[3] Muhâkemât,2006,s:58-59

[4] Târihçe-i Hayât, s:667

[5] Şuâ’lar, s:456

[6] İşârât’ül İ’caz, A.Badıllı

[7] Denizli Müdâfalarından

[8] Târihçe-i Hayât, s:138

[9] Mektûbât, s:75

[10] Şuâ’lar, s:539

[11] Kastamonu Lâhikası

[12] Mektûbât, s:417

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir