Bedîüzzamân’ın tahsil hayatı

Bedîüzzamân’ın tahsil hayatı 1887/88–1891/92 yılları arasında devam eder. 9-10 yaşlarında tahsil için köyünden ayrılır. 13-14 yaşlarında icâzet alır. “Dokuz sene hayât-ı tufûliyetini âşiyâne-i pederde imrâr etdikden sonra tahsîle başlar.”[1] Yani “… dokuz yaşlarına kadar âşiyâne-i pederde kaldı.”[2] “Bedîüzzamân hakîkî ve ciddî tahsîlinin başlangıcı, Erzurum vilâyetine tâbi‘ Bâyezîd kasabasında… Şeyh Muhammed Celâlî Hazretleri’nin nezdinde başlamış ve orada bu tahsîl üç ay kadar devam etmiş ise de pek garîbdir.”[3] “Bu vakitlerde kendisi 13-14 yaşlarında idi.” Bedîüzzamân’ın üç aylık tahsili, medresede on beş yılda okunan ilimleri öğrenmek için geçirdiği süredir; yoksa kendisi ömür boyu ilimlerle meşgul olmuştur. Mesela, valinin misafiri olarak kaldığı Van’da, devamlı kütüphanede çalışmalarını yapmaktaydı.

Bedîüzzamân, her yeri bir çeşit medrese olarak görür. Ona göre hapishane bile bir medresedir. Hapishaneye, “Medrese-i Yusufiye” adını verir. Ona göre tren de bir medresedir; tren için, “Medrese-i Seyyâre” tâbirini kullanır.[4] Bedîüzzamân, ilk eğitimini ağabeyi Molla Abdullah’tan alır. Beş yıl süren tahsil hayatı boyunca, bir çok medresede kısa sürelerle bulunarak ders alır. Sonunda, Doğu Beyazıt’ta bulunan Şeyh Mehmet Celali’nin medresesinde üç ay süren bir eğitim neticesinde[5], İcazet[6] alır.
Bedîüzzamân Saîd Nursi, 1894’te Mardin’e gelir. Burada bir müddet kaldıktan sonra Bitlis’e gelen Bedîüzzamân’a, Vali Ömer Paşa, Vilayet konağında bir oda tahsis eder. Bitlis’te geçirdiği iki yıllık süre zarfında Konağın büyük kütüphanesinden istifade eden Bedîüzzamân, ilmi açıdan ulema ve nüfuzlu kimseler arasında hatırı sayılır bir şöhret kazanır.[7]

Risâle-i Nur’da Bedîüzzamân’ın tahsil hayatı:

Risale-i Nur müellifinin “Tahsil hayatı üç aydan başka mevcut olmadığı halde…”[8] Evet o zât (Saîd Nursî) daha hâl-i sabavette iken ve hiç tahsil yapmadan zevahiri kurtarmak üzere üç aylık bir tahsil müddeti içinde ulûm-u evvelîn ve âhîrine ve ledünniyat ve hakaik-ı eşyaya ve esrar-ı kâinata ve hikmet-i İlâhiyeye vâris kılınmıştır ki, şimdiye kadar böyle mazhariyet-i ulyâya kimse nail olmamıştır.[9] Alelusûl yirmi sene tahsili lâzım gelen ulûm ve fünunun zübde ve hülâsasını üç ayda tahsil ve ikmal etmiştir.[10] Evet, üç aylık bir tahsili bulunan ve kırk seneden beri Kur’ân-ı Kerîm’den başka bir kitapla iştigal etmeyen, yüzotuzu Türkçe, onbeşi Arapça olan eserlerini te’lif ederken hiçbir kitaba müracaat etmediği, henüz hayatta olan kâtipleri tarafından şehâdet edilen, esasen kütüphanesi de bulunmayan, yarım ümmî bir zat.[11] Medrese usulünce onbeş sene ders almakla okunan kitapları Resâil-in-Nur müellifi yalnız üç ayda tahsil etmiş.[12]

Tahsil hayatında yaşadığı hadiseler

Bedîüzzamân “Ciddî bir şevk ile tahsili gözüne aldı ve bu niyetle nahiyeleri İsparit Ocağı dahilinde bulunan Tağ Köyü’nde Molla Mehmed Emin Efendi’nin medresesine gitti. Fakat fazla duramadı. Hâle-i fıtriyeleri icabı, daima izzetini koruması ve hattâ âmirâne söylenen küçük bir söze dahi tahammül edememesi; medreseden ayrılmasına sebeb oldu. Tekrar Nurs’a döndü. Nurs’da ayrıca bir medrese olmadığından dersini büyük biraderinin haftada bir defa sılaya geldiği günlere hasrederdi. Bir müddet sonra

Pirmis Karyesi’ne, sonra Hîzan şeyhinin yaylasına gitti. Burada da tahakküme tahammülsüzlüğü, dört talebe ile geçinmemesine sebeb oldu.”[13] Yaz olması dolayısıyla, ahali ve talebelerle birlikte Şeyhan Yaylâsı’na gittiler. Orada, biraderi Molla Abdullah ile bir gün döğüşmüş. Tâğî Medresesi Müderrisi Mehmed Emin Efendi, Küçük Saîd’e:

-Ne için kardeşinin emrinden çıkıyorsun? diye işe karışmış.

Bulundukları medrese, meşhur Şeyh Abdurrahman Hazretlerinin olması dolayısıyla, hocasına şu yolda cevap verir:
-Efendim, şu tekyede bulunmak hasebiyle, siz de benim gibi talebesiniz. Şu halde burada hocalık hakkınız yoktur! diyerek, gündüz vakti bile herkesin güçlükle geçebileceği cesim bir ormandan geceleyin geçerek Nurşin’e gelir.[14] Oradan kalkarak meşayih-i âzam mevkii bulunan Gaydâ kasabasına gelir. Orada dahi arkadaşı Molla Muhammed Efendi ile dövüşerek, Molla Muhammed’in hançer çekmesi üzerine gözüne iliştiği baltaya sarılır. O sırada diğer bir talebe başından yaralı düşünce, medrese hayatını terkle pederleri nezdine gelir. Ve pederlerine: “Ben artık büyümedikçe okumaya gitmem. Zira talebeler bütün benden

büyüktürler. Onlara gücüm yetinceye kadar evde kalırım.” der. Ve o kış ilkbahara kadar evde kalır.[15]

Pederinden izin alarak, tahsil yapmak üzere Arvâs Nahiyesi’ne gider. Burada icra-yı tedris eden meşhur Molla Mehmed Efendi, kendisine ders vermeye tenezzül etmeyip, talebelerinden birisine okutmasını tavsiye edince, izzetine ağır gelir. Bir gün bu meşhur müderris camide ders okutmakta iken, Molla Saîd itiraz ederek:

-“Efendim, öyle değil!” hitabında bulunur. Okutmasına tenezzül etmediğini hatırlatır. Orada bir müddet kaldıktan sonra, Mir Hasan Veli Medresesi’ne gitti. Aşağı derecede okuyan yeni talebelere ehemmiyet verilmemek bu medresenin âdeti olduğunu anlayınca, sıra ile okunması icab eden yedi ders kitabını terk ederek, sekizinci kitaptan okuduğunu söyledi.[16]

Saîd Nursî’nin ilme merakı ve tahsile başlaması

Henüz çok küçükken eşya ve hadiseleri inceden inceye sorgulamaya başlayan Saîd, dokuz yaşından itibaren çıktığı ilim yolculuğunda bir çok ilim merkezlerine uğradı, ama hiçbir yerde uzun süreli kalmadı. Üç aylık, en uzun süreli ve düzenli eğitimini,  on dört yaşlarında iken, sonradan Ağrı ilinin bir kazası olan Doğubeyazıt’taki Beyazıt Medresesi’nde, Şeyh Mehmet Celâlî’den aldı. Erzurum Vilâyetine tâbi Bayezid’de Şeyh Mehmed Celâlî Hazretleri’nin nezdinde yaptığı bu hakikî ve ciddî tahsili, üç ay kadar devam etmiştir. Fakat pek gariptir. Zira Şarkî Anadolu usûl-ü tedrisiyle, “Molla Câmi” den nihayete kadar ikmal-i nüsah etti. Buna da her kitaptan bir veya iki ders, nihayet on ders tederrüs etmekle muvaffak oldu ve mütebakisini terkeyledi. Hocası Şeyh Mehmed Celâlî Hazretleri ne için böyle yaptığını sual edince Molla Saîd cevaben:

-Bu kadar kitabı okuyup anlamaya muktedir değilim. Ancak, bu kitaplar bir mücevherat kutusudur, anahtarı sizdedir. Yalnız sizden şu kutuların içinde ne bulunduğunu göstermenizin istirhamındayım, yâni bu kitapların neden bahsettiklerini anlayayım da, bilâhere tab’ıma muvafık olanlara çalışırım, demiştir. Maksadı ise, esasen kendisinde fıtraten mevcud bulunan icad ve teceddüd fikrini medrese usullerinde göstermek ve bir teceddüd vücuda getirmek ve bir sürü hâşiye ve şerhlerle vakit zâyi etmemekti. Bu suretle, alelusûl yirmi sene tahsili lâzım gelen ulûm ve fünunun zübde ve hülâsasını üç ayda tahsil ve ikmal etmiştir.

Bunun üzerine hocalarının; “hangi ilim tab’ına muvafık” olduğu sualine cevaben:

-Bu ilimleri birbirinden tefrik edemiyorum. Ya hepsini biliyorum veyahut hiçbirisini bilmiyorum, der. Herhangi bir kitabı eline alırsa, anlardı. Yirmidört saat zarfında “Cem’-ül- Cevâmi”, “Şerh-ül-Mevâkıf”, “İbn-ül-Hacer” gibi kitapların ikiyüz sahifesini, kendi kendine anlamak şartiyle mütalâa ederdi.[17]

Bundan sonra, Şirvan’daki biraderinin yanına gitti. Orada büyük kardeşiyle ilk görüşmede aralarında şöylece kısa bir muhavere cereyan etti. Molla Abdullah:

-Sizden sonra ben Şerh-i Şemsî kitabını bitirdim, siz ne okuyorsunuz? Bedîüzzamân:

-Ben seksen kitab okudum.(…)[18]

“İşte Saîd’in çocukluğu böyle bir muhitte geçiyordu, ağabeyi Molla Abdullah medresede tahsildeydi. Okuyanların yüksek meziyetlerini görünce kendisi de tahsile karşı ciddi bir arzu uyandı. Bu sebeple nahiyeleri İsparit ocağına bağlı Tağ Köyünde Molla Mehmet Emin Efendi’nin medresesine gitti. Fakat burada fazla duramadı. Nurs Köyü çok küçük olduğundan burada ayrıca bir medrese yoktu. Saîd de bu sebepten derslerini büyük biraderi Molla Abdullah’ın haftada bir gün köye geldiği zamana hasretti. Genç Saîd hamle ve hareket dolu ruhuyla arkadaşlarıyla zaman zaman müsabaka yapardı. Bir gün Siirt’te Mola Celal ile yarışırken geniş bir su arkını anlayabilmek için iddiaya girmişlerdi. Genç Saîd gerilerden koşarak bu arkı muvaffakiyetle atlamıştı. Celal kendisinin de atlayabileceğini söyleyerek hızlanıp dereye atlayınca dereyi tam geçemeyip, dere kenarındaki çamurlu bir kısma çökmüştü.[19]

Yine Genç Saîd’in gençlik ve çocukluk günlerinden bir hatıra da şöyledir: “Saîd Nursî Van Kalesi’nin altında yani eski Van şehrinde belinde hançer, elinde kamçısı ile dolaşırdı. Bazen arkadaşlarıyla beş-on kişi üç adım oyunu oynarlardı. Bir gün Mustafa ismindeki arkadaşı çok ileri bir mesafeye atlamıştı. Bu mesafeyi çizdikten sonra fıtratı fırtına gibi fırlayan Genç Saîd Mustafa’dan yarım adım ileri bir mesafeye atlamıştı. Van’da medrese talebeleri arasında bu oyun meşhurdu. Daima önde daima ileride olan Genç Saîd Mustafa’ya hitaben “talebelerim sana yetişmezse sen bana yetişemezsin. “Yani sen ancak benim talebelerine yetişebilirsin” diyordu.[20]

Tahsile tekrar başlaması

Ağabeyi Molla Abdullah’tan aldığı haftalık dersi kâfi görmeyen Zeki Saîd, bir yıl kadar sonra anne ve babasından tekrar müsaade alarak Pismir Köyü’ne, oradan da Hizan Şeyhi’nin yaylasına gitti. Fıtratı tahakküme tahammül edemeyen Saîd bu yüzden burada da dört talebe ile bir türlü geçinemiyordu. Bu dört talebe daima bir olup Saîd’i rahatsız ediyorlardı. Yine böyle taciz ettikleri bir gün Seyyid Nur Mehmet Hazretleri’nin huzuruna çıkıp şöyle dedi: “Şeyh Efendi bunlara söyleyiniz. Benimle dövüştükleri zaman dördü bir olmasınlar. İkişer ikişer gelsinler. Seyyit Nur Muhammed küçük Saîd’in bu merdane tavrından hoşlanarak tebessüm etti. “Sen benim talebemsin, kimse sana ilişemez.” Dedi. Bu hadiseden sonra genç Saîd “Şeyh talebesi” diye anıldı.[21]

Küçük Saîd Şeyhan Yaylası’nda

Küçük Saîd Hizan Şeyhi Seyyid Nur Mehmet Efendi’nin yaylasında bir müddet kaldıktan sonra Molla Abdullah ile beraber Nurşin Köyü’ne geldi. Mevsim yaz olması dolayısıyla ahali ve talebeler ile beraber Şeyhan Yaylası’na gittiler. Orada bir meseleden dolayı kardeşi Molla Abdullah ile araları açıldı ve kavga ettiler. Tağ Medresesi müderrisi Mehmet Emin Efendi küçük Saîd’e: “Niçin ağabeyinin emrinden çıkıyorsun?” diye hiddet etti. Bulundukları medrese Seyda lakabı ile meşhur Şeyh Abdurrahman-ı Taği Hazretleri’nin olması sebebiyle Mehmet Emin Efendi’ye şöyle cevap verdi: “Efendim bu medresede bulunmak hasebiyle siz de benim gibi talebesiniz. Şu halde burada hocalık hakkınız yoktur.” bu cevaptan sonra Saîd medreseden ayrılarak gündüz vakti bile herkesin güçlükle geçebileceği sık ve gür bir ormandan geçip ılık, yıldızlı bir yaz gecesinde, altın tozundan yapılmış sonsuz bir bulut kervanı gibi semanın bir tarafından öbür tarafına doğru uzanıp giden Samanyolu’nu seyrederek Nurşin’e geldi.[22]

Bedîüzzamân’ın ilk ‘Tercüme-i Hâl’i

“Hz. Üstâd’ın ilk talebelerinden Müküslü Hamza[23]tarafından te’lîf edilmiş. İlk Bedîüzzamân Târihçesi 1918 sonlarına doğru İşârât-ül İ‘câz’a zeyl olarak neşredilmiş.. 1 ara-kapak sayfası, 1 boşuyla berâber 7 sahîfeden ibâret.. Kısalığından ötürü olsa gerek, müellifi; “Tercüme-i Hâl” olarak adlandırmış. Bedîüzzamân araştırmacıları/yazarları için mürâcaat edilmesi gereken ilk kaynak..İstifâdeye medâr olur ümîdiyle, aslî tertibe sâdık kalınarak yeni yazıya aktarıldı.”[24]

Müküslü Hamza, Bediüzzaman’ın ilk defa hayatını yazan bir zattı.( Bu “Tercüme-i Hâl” Rumi 1334, milâdi 1918 yılında yazılmıştır.) Rus esaretinden dönüşünde neşredilen İşaratü’l-İ’caz’ın takdimi yedi sayfalık bir hayat hikâyesiyle başlıyordu. 1918’de Harbiye Nâzırı Enver Paşanın kâğıt parasını verdiği Kur’ân tefsiri İşaratü’l-İ’caz’ın önsözünde, “Uzun bir zaman refakatinde ve dersinde bulunan Hamza Efendi tarafından kaleme alınmıştır. Tercüme-i halinden bir hülâsadır” şeklinde takdim edilen bu kısa biyografi “müşarünileyhin talebesinden ve Medresetü’l-Vâizîn mezunlarından Hamza” imzasıyla sona ermektedir. Müküslü Merhum Hamza Efendi’nin kaleme aldığı kısacık bu biyoğrafi, Bedîüzzamân Saîd-i Nursî’nin “Tercüme-i Hâlinden Bir Hülâsadır.” Bu biyografiden Bedîüzzamân’ın tahsil ve ilim hayatı ile ilgili bölümleri paylaşalım.

Müküslü Molla Hamza Efendi Bediüzzaman’ın yaşadığı çocukluk ve gençlik dönemlerinde Doğu Anadolu’daki medreselerdeki talebelerin ilim ve tahsil hayatını şöyle ifade ediyor: “Talebe-i ulûm istedikleri zaman, diledikleri hocanın nezdine gidib arzû etdikleri kitâbı tederrüs ederler. Ya‘nî talebe hocanın arzûsuna tâbi‘ olmayıb, bil‘akis hoca talebenin re’yine tâbi‘dir. Bedîüzzamân da bu usûle tâbi‘ olarak Siird’e azîmet eyledi.

Siird’de Molla Fethullâh Medresesinde iki ay tahsîl ile meşgūl olduk­tan sonra Siird’i terkle Müküs’de [Bahçesaray] bulunan Medrese-i Emîr-il Hasan Velî’­nin müderrisi olan Molla Abdulkerîm Efendi’nin nezdine giderek o zatdan iki ay kadar ahz-ı feyz etdikden sonra, Vastan’a [Gevaş] azîmet eyledi. Vastan’da tahsîl ile meşgūl olmayıb, yalnız bir ay kadar tebdîl-i havâ içün ikāmetden sonra Bâyezîd’e [Doğubayazıt] tevcîh-i hareket ey­ledi. İşte hakīkī tahsîlin[in] başlangıcı bu târîhden i‘tibâr olunur.

Bâyezîd’de Şeyh Muhammed-i Celâlî nezdinde üç ay kadar tah­sîl etmişdir. Fakat bu tahsîl, gāyet garîb görünüyor. Çünki, üç ay zarfında Kürdistân usûlüyle Molla Câmî’den ikmâl-i nüsah etdi: Ya‘nî her kitâbdan bir veyâ iki ders en nihâyet on ders kadar tederrüs, mütebâkīsini terk ey­ledi. Hocası Şeyh Muhammed Celâlî Hazretleri bu hâlden hoşlanmaya­rak i‘tirâzında bulunmuş ise de; Bedîüzzamân cevâbında: “Hocam!.. Bu kadar kitâbı, bu kadar ulûmu okuyub anlamak iktidârına mâlik değilim. Yalnız bu kitâblar neden bahsetdiklerini anlayayım da, sonra tab‘ıma muvâfık olanlara çalışacağım.” dedi. Fakat maksad-ı aslî, medrese usûlünde bir teceddüd, bir garâbet göstermek… Ve bunca havâşî ve şerhle izâa-i vakt etmemekdi.

O sûretle üç ayda yirmi senelik usûlce tahsîl edilen kitâbları okuyub ikmâl-i nüsah etdikden sonra, hocasının:

“Nasıl ve hangi ilim hoşuna gitdi?” suâline cevâben: “Bu ilimleri birbirinden tefrîk edemiyorum. Yâ hepsini bilirim. Veyâhûd hiçbiri­sini bilmem.” dedi.

O zaman her eline aldığı kitâbı anlar ve mütemâdiyen mütâlaa ile vaktini geçirirdi. O derece ilme dalmışdı ki; hayât-ı zâhiriyye ile hiç alâka­dâr görünmezdi. Sorulan her ilmî suâle derhâl ve bilâtereddüd cevâb ve­rirdi.

Fakat bizzat kendisi de, bu anlayışın; hakīkate ve sâir ulemânın anla­yışına muvâfık olub olmadığı hakkında şübheye düşerek Kürd ulemâsın­dan mümtaz sîmâlarla mülâkāt  ve şübhesini izâle ile teberrüken bir iki ders tederrüs etmeğe karar verdi. Hocasından me’zûniyet alarak Bitlis’e müteveccihen hareket eyledi. Fakat yolda caddeleri ta‘kîb etmezdi. Dağ­larda bayırlarda geze dolaşa üç ay sonra Bitlis’e vâsıl oldu.

Omuzunda bir pösteki, derviş-i seyyâh kıyâfetinde Şeyh Emîn Efendi’­nin tekyesine gidib iki gün dersinde bulundu. Şeyh  Emîn Efendi Bedîüzzamân’a kisve-i ilmiyye giydirmek teklîfinde bulundu ise de, Bedîüzzamân; o vakit sinn-i büluğa vâsıl olmamış olduğundan kendisine muhterem bir müderris kıyâfetini yakıştırmadı. Çünki, Kürdistân’da kisve-i ilmiyye müderrise mahsûsdur. Talebe sa­rığı saramaz. Ben bir çocuğum nasıl hoca olurum, diye Şeyh Emîn Efendi’nin teklîfini reddetdi. Sekiz dokuz ay evvel Şîrvân’da terketdiği büyük kardeşinin nezdine gitdi.

Bir iki ay kardeşiyle berâber Şirvan’da ikāmet, ba‘dehû Siird’e gitdi. Orada dört def‘a teberrüken Molla Fethullâh’ın der­sini dinledi. Arasıra Molla Fethullâh ile mübâhesede bulunarak, müşârü­nileyhi hayretlere müstağrak eyledi. Molla Fethullâh, bu genç talebesi­nin ilim ü fazlına dâir pek çok def‘a medh ü sitâyişde bulundu. Siird ulemâsı bir yerde içtimâ‘ ederek Molla Saîd’i imtihân ve verdiği cevâblar­dan pek ziyâde ibrâz-ı sitâyiş ve takdîrât etdiler.

İkinci derecede bulunan ba‘z[ı] hocalar, sâika-i rekābetle hazmedeme­yerek beynlerinde bir münâzaa zuhûr etdi. Ahâlî nazarında Bedîüzzamân bir velî derecesinde mevki‘ ve hürmet sâhibi bulunduğu cihetle ahâlînin bir kısmı yardım ederek muhâlifini mağlûb etdiyse de canı sıkılarak Siird’i terk ile, tekrar Bitlis’e gitdi.

Bu esnâda ondört onbeş yaşında bulunuyordu. İlim ü fazl ve cesâret ile ol havâlîde şöhreti yayıldı. Hattâ, “Meşhûr Molla Saîd” lakabıyle telkīb olundu.

Bitlis’de Şeyh Emîn Efendi ve sâir ulemâ ile muâraza ve mücâdele-i il­miyyede bulunub cümlesini teslimiyyete icbâr eyledi.”[25]

Zekâ ile hıfzın ifrat derecede Bedîüzzamân’da bulunması

Bedîüzzamân’ın Tarihçe-i Hayatı’nda zekâ ile hıfzın ifrat derecede bir arada bulunması ile ilgili şöyle bir hadise yaşanmıştır: Bedîüzzamân on üç, on dört yaşlarında idi. Sonra, ulemadan mümtaz simalarla mülâkat etmeye karar verdi ve Bağdat’a ziyaret kastıyla hocasından izin istedi. Derviş kıyafetine girdi. Yolları takip etmeden dağlarda, ormanlarda gece dolaşarak Bağdat’a gitmek niyetinde iken Bitlis’e geldi. Bitlis’te Şeyh Mehmed Emin Efendi Hazretlerinin yanına giderek, iki gün kadar dersinde bulundu. Şeyh Mehmet Emin Efendi, kendisine kisve-i ilmiyeye girmesini teklif etti. Molla Saîd cevaben, “Ben henüz sinn-i bülûğa vâsıl olmadığımdan, muhterem bir müderris kıyafetini kendime yakıştıramıyorum. Ve ben bir çocuk iken nasıl hoca olabilirim?” diyerek teklifini kabul etmemiştir.

Bundan sonra, Şirvan’daki biraderinin yanına gitti. Orada büyük kardeşiyle ilk görüşmede aralarında şöylece kısa bir muhavere cereyan etti.

Kardeşi Molla Abdullâh, Bedîüzzamân’a hitâben: “Saîd, ben Şerh-i Şemsiyye’yi okudum, ikmâl ettim. Sen ne okudun?”

Bedîüzzamân : “Seksen kitâbı okudum.”

Molla Abdullâh : “Ne demek?”

Bedîüzzamân : “İkmâl-i nüsah ettim: Ve sıranızda dâhil olmayan bir çok kitâbları da okudum.”

Molla Abdullah : “Öyle ise seni imtihân ederim.”

Bedîüzzamân : “ Hâzırım. Her ne sorarsan sor.”

Molla Abdullâh Bedîüzzamân’ı imtihân ederek kifâyet-i ilmiyyesini bittakdîr, sekiz dokuz ay evvel talebesi bulunan Saîd Efendi’yi şimdi ken­disine üstâd kabûl eyledi.[26]  Ve talebelerinden gizli olarak küçük biraderinden ders almaya başladı. Ve bittabi, daha evvel okuttuğu kardeşini kendisine üstad yaptığını sezdirmiyordu. Nihayet talebeler, Molla Abdullah’ın Molla Saîd nezdinde ders okuduğunu kapıdan, anahtar deliğinden gizlice görünce taaccüp ederek sormuşlarsa da, Molla Abdullah cevaben, “Nazar değmemek için, ben ona ders veriyorum” demişti. Molla Abdullah’ın yanında bir müddet kaldıktan sonra Siirt’e gelir. Orada bulunan Molla Fethullah Efendi’nin medresesine gider. Molla Fethullah, Molla Saîd’e, “Geçen sene Süyûtî okuyordunuz, bu sene Molla Câmi’yi mi okuyorsunuz?”

Bedîüzzamân: “Evet ‘Câmi’yi bitirdim.” Molla Fethullah hangi kitabı sorduysa, “Bitirdim” cevabını alınca, tahayyürde kaldı. Bu kadar kitabı bitirdiğini, hem de az zamanda bitirdiğini aklına sığıştıramadı, taaccüp etti ve dedi:

“Geçen sene deli idin, bu sene de mi delisin?” Bedîüzzamân, “İnsan başkasına karşı kesr-i nefis için hakikati ketmedebilir. Fakat babadan daha muhterem olan üstadına karşı hakikat-i mahzdan başka birşey söyleyemez. Emrederseniz, söylediğim kitaplardan beni imtihan ediniz” der. Molla Fethullah hangi kitaptan sorduysa, cevabını güzelce verir. Bunun üzerine bu muhavereyi dinleyen ve bir sene evvel Saîd’in hocasının hocası bulunan Molla Ali-i Suran namındaki zat, kendilerinden ders almaya başladı.

Molla Fethullah, “Pekâla, zekâda harikasınız. Fakat hıfzınız nasıldır? Makamat-ı Harîriye’den birkaç satırını iki defa okumakla hıfzedebilir misiniz?” diyerek kitabı uzatır. Molla Saîd alarak, bir yaprağını bir defa okumakla hıfzetti ve okudu. Molla Fethullah, “Zekâ ile hıfzın ifrat derecede bir kimsede tecemmuu nâdirdir” diyerek hayrette kaldı.

Bedîüzzamân orada iken, Cem’ü’l-Cevâmi’ kitabını, günde bir-iki saat iştigal etmek üzere bir haftada hıfzetti. Bunun üzerine Molla Fethullah şu kelâmı söyleyerek kitabın üzerine yazdı:” Cem’ü’l-Cevâmi’ kitabının tamamını bir Cuma’da hıfzında cem etmiştir.”[27]

Kardeşi Abdülmecid’in hatıra defterinde: “Kur’an-ı Kerimi onbeş gün zarfında hıfzetti… altmış satırlık bir sahifeyi bir defa okumakla ezberine alırdı… Ezberinde bulunan metinlerin toplamı otuz Kur’ân kadar idi.”[28] şeklinde not bulunmaktadır. Tarihçe-i Hayat’ta ise Kurân’ı hıfzı için şöyle bir açıklama bulunuyor: “Molla Said, günde bir-iki cüz okumak sûretiyle Kur’ân’ı hıfza başladı. Her gün, iki cüz ezber etmekle, Kur’ân’ın mühim bir kısmını hıfzına aldı. Fakat, iki sünûhât ile tekmili müyesser olmadı: Birincisi, Kur’ân’ın çok sür’atle okunması bir hürmetsizlik olmasın diye. İkincisi: Kur’ân hakâikının hıfzının daha ziyade lüzumu var diye kalbine gelmiş.”[29] Bedîüzzamân bizzat kendisi de üç ay gibi bir sürede doksan kitabı ezberlediğini ifade ediyor: “Tırnak kadar kuvve-i hafızaya malik bir adamın kafasında, doksan kitabın kelimatı yazılmış. Ve üç ayda, her günde üç saat meşgul olarak, hafızasının sahifesinin yalnız o kısmını ancak tamam edebilmiş.”[30]

Tarihçe-i Hayat adlı eserde şöyle bir ibare bulunmaktadır: “…Ulûm-u müsbete denilen bütün fenleri tetebbua başlayarak pek kısa bir zamanda tarih, coğrafya, riyaziyat, jeoloji, fizik, kimya, astronomi, felsefe gibi ilimlerin esaslarını elde etmiştir. Bu ilimleri bir hocadan ders alarak değil, yalnız kendi mütalâası sayesinde hakkıyla anlamıştır.”[31]  Bedîüzzamân “Ben, bütün müspet ilimlerle, asr-ı hazır fen ve felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim. Hattâ bu hususta da bazı eserler telif eyledim.”[32]demiştir.

Bedîüzzamân’ın bu derce zekâ ve hıfzının altında elbette önemli noktalar vardır. Çünkü “Allah vergisi için kabiliyet şart değildir.” kaidesince, Cenâb-ı Hak, merhametkârâne, kudretini Bedîüzzamân hakkında böyle göstermiş. “Allah onu bir gecede ıslah eder.”[33] hadisinin de bu noktaya işaret ettiği kanaatindeyiz. Bu cihet güneş gibi aşikâr bir hakîkattir. Bu vaziyet, Risâle-i Nur’u anlayarak okuyanlara malumdur. ”Evet, o zât daha hal-i sabavette iken ve hiç tahsil yapmadan, zevâhiri kurtarmak üzere üç aylık bir tahsil müddeti içinde ulûm-u evvelîn ve âhirîne ve ledünniyat ve hakaik-ı eşyaya ve esrar-ı kâinata ve hikmet-i İlâhiyeye vâris kılınmıştır ki, şimdiye kadar böyle mazhariyet-i ulyâya kimse nail olmamıştır. Bu harika-i ilmiyenin eşi asla mesbuk değildir. Hiç şüphe edilemez ki, tercüman-ı Nur, bu haliyle baştan başa iffet-i mücesseme ve şecaat-i harika ve istiğna-yı mutlak teşkil eden  harikulâde metanet-i ahlâkiyesi ile bizzat bir mu’cize-i fıtrattır ve tecessüm  etmiş bir inayettir ve bir mevhibe-i mutlakadır.[34]

Abdülbâkî Çimiç

[email protected]


[1] Bedîüzzamân Saîd-i Kürdî’nin Tercüme-i Hâlinden Bir Hülâsadır, Müküslü Hamza, 1334, s.3

[2] Bedîüzzamân’ın Târihçe-i Hayâtı, Abdurrahman, 1335, s.3

[3] Bedîüzzamân’ın Târihçe-i Hayâtı, Abdurrahman, 1335, s.8

[4] http://www.bediuzzamansaidnursi.org/merakedilenler/bediuezzamanin-tahsil-hayatinin-uec-ay-oldugu-ifade-ediliyor-uec-aylik-bir-tahsille-b

[5] İçtima-i Reçeteler, İstanbul, 1990, C. 1, s. 10.

[6] Sadık Albayrak, Son Devrin İslam Akademisi, İstanbul, 1972, s. 198.

[7] İçtima-i Reçeteler, C. 1, s. 24

[8] Şuâlar, 2013, s.890

[9] Şuâlar, 2013, s.1045

[10] Tarihçe-i Hayat, 2013, s.58

[11] Sözler, 2013, s.1225

[12] Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 2013, s.117

[13] Tarihçe-i Hayat, 2013, s.54

[14] Tarihçe-i Hayat, 2013, s.56

[15] İctimâi Reçeteler, C. I, s. 9

[16]Tarihçe-i Hayat, 2013, s.56

[17] Tarihçe-i Hayat, 2013, s.58

[18] Tarihçe-i Hayat, 2013, s.58

[19] Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Saîd Nursî, 1974, s.22,23

[20] Age, s.23

[21] Age, s.24

[22] Age, s.25

[23] Müküslü Hamza (1892-1958): Enstitü, Yeni Asya, 15.10.2010.  

[24] Bu giriş açıklaması ve orijinal nüshadan günümüz yeni yazıya tercüme muhterem Bilâl Tunç tarafından yapılmıştır.

[25]İlk Tercüme-i Hâl’in Kaynak kitapları: “Asar-ı Bediyye, s.691, İctimâî Reçeteler-II, 1990, s.9, A. Akgündüz’ün “Arşiv Belgeleri Işığında Bedîüzzamân Saîd Nursî’nin İlmî Şahsiyeti.” (Biz bu yazımızda muhterem Bilâl Tunç’un tercümesini dikkate aldık.)

[26] İctimâî Reçeteler-II, 1990, s.9,( Müküslü Molla Hamza’dan ilk “Tercüme-i Hâl”)

[27] Tarihçe-i Hayat, 2013, s.62

[28] A.Badıllı, Mufassal Tarihçe, 1.cilt, s.148

[29] Tarihçe-i Hayat, 2013, s.40

[30] Emirdağ Lahikası-II,2013, s. 678(Nur Âleminin Bir Anahtarı)

[31] Tarihçe-i Hayat, 2013, s.77

[32] Tarihçe-i Hayat, 2013, s.960

[33] İbn Mace, Fiten, 34

[34] Şualar, 2013, s.1045

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir