Kebâir; büyük günahlar, cezası büyük olan günahlar olarak bilinir. Birçok İslâm âlimi büyük günahları farklı zikretmişlerdir. İslâm’da büyük günahlar(kebâir) Allah’ın emirlerine aykırı davranış, kötü amel, isyan, karşı gelme gibi fiiller suç olarak kabûl edilmiştir. “İnsafsızlık, yalancılık, hırs, isrâf, fuhuş, hıyânet, gıybet, bunların hepsi Kur’ân tarafından en şiddetli sûrette takbîh olunmuş ve bunlar rezâletin tâ kendisi tanınmıştır.”[1]
Bedîüzzamân da bu âhirzamanda büyük günahları şöyle sıralamıştır: “Kebâir çoktur; fakat ekberü’l-kebâir[2] ve mûbikât-ı seb’a[3] tâbir edilen günahlar yedidir: Katl, zinâ’, şarap, ukuk-u vâlideyn (yani kat-ı sıla-i rahim), kumar, yalancı şehâdetlik, dine zarar verecek bid’alara taraftar olmaktır.”[4] Şu da bir hakîkat ki “Din yalnız îmân değil, belki amel-i sâlih dahi dinin ikinci cüz’üdür. Acaba katl, zinâ’, sirkat, kumar, şarâb gibi hayât-ı içtimâîyeyi zehirlendiren pek çok büyük günahları işleyenleri onlardan men etmek için, yalnız hapis korkusu ve hükûmetin bir hafîyesinin görmesi tevehhümü kâfi gelir mi?”[5] Elbette gelmez! O hâlde başka bir çâre aramak lâzımdır. “İşte Risâle-i Nur, amel-i sâlih noktasında, îmân cânibinden, herkesin başında her vakit bir mânevî yasakçıyı bulundurur. Cehennem hapsini ve gazab-ı İlâhîyi hatırına getirmekle fenalıktan kolayca kurtarır.”[6]
Bu dünyaya imtihân için gönderilen “İnsanın Allah’a karşı ubûdiyet, vazîfesidir. Terk-i kebâir, takvâsıdır. Nefis ve şeytanla uğraşması, cihadıdır.”[7] Bu vazîfeleri yapan ve “Ferâiz-i dînîyesini bilen ve işleyen ve kebâiri terk ve günahları işlememek için nefis ve şeytanla mücâhede eden müttakî Müslüman”[8] sınıfına dâhil olur. Risâle-i Nur bizlere “Beş vakit namazını hakkıyla edâ et; namazın nihayetindeki tesbihleri yap; ittibâ-ı sünnet et; yedi kebâiri işleme” dersini vermiştir.”[9] Buna binâen “Şu kısa tarikin evrâdı, ittibâ-ı sünnettir; ferâizi işlemek, kebâiri terk etmektir. Ve bilhassa, namazı tâdil-i erkânla kılmak, namazın arkasındaki tesbihatı yapmaktır.”[10] Namaz kılmak ve büyük günahları işlememek, ne derece hakîkî bir vazîfe-i insâniye ve ne kadar fıtrî, münâsib bir netice-i hilkât-i beşeriye olduğu, insanın mâhiyetine derç olunan istidâd ve cihazların şehâdetiyle anlaşılmış olur. “Yoksa, büyük günahları serbest işleyip istiğfar etmemek ve aldırmamak, o imândan hissesi olmadığına delildir.”[11]
Hâlbuki bu zamanın kerbâirleri kalb ve ruhları yaralıyorlar; belki o kalblerden bir kısmını öldürüyorlar. Ancak “Ehl-i îmânın desâis-i şeytâniyeye kapılmaları îmânsızlıktan ve îmânın zayıflığından ileri gelmediğini, hem günah-ı kebâiri işleyenlerin küfre girmediklerini”[12] de bilmek lâzım. “Hem insanda hissiyât galip olsa, aklın muhakemesini dinlemez. Heves ve vehmi hükmedip, en az ve ehemmiyetsiz bir lezzet-i hazırayı ileride gayet büyük bir mükâfâta tercih eder. Ve az bir hazır sıkıntıdan, ileride büyük bir azâb-ı müeccelden ziyâde çekinir. Çünkü tevehhüm ve heves ve his, ileriyi görmüyor, belki inkâr ediyorlar. Nefis dahi yardım etse, mahall-i îmân olan kalb ve akıl susarlar, mağlûp oluyorlar. Şu halde, kebâiri işlemek imânsızlıktan gelmiyor, belki his ve hevesin ve vehmin galebesiyle akıl ve kalbin mağlûbiyetinden ileri gelir.”[13] Çok mühim ve ehemmiyetli bir meseleyi Bediüzzaman harîka olarak îzah etmiştir.
Netice itibarıyla “Nurun mesleği, hakîkat ve sünnet-i seniye ve ferâize dikkat ve büyük günahlardan çekinmek esâstır.”[14] Öyleyse “Mümkün olduğu kadar bid’atlara ve takvâyı kıran büyük günahlara girmemek gerektir.”[15] İnsan eğer imân ve ubûdiyetle Allah’a intisâb etse dalâlet ve sefâhetten ve büyük günahlardan korunsa mevcudatın üstünde a’lâ-yı illiyyîne lâyık bir mevkî alır.
Ekberü’l-kebâir-1(Katl)
Bedîüzamân büyük günahları şöyle tespit ve tasnif eder: “Ekberü’l-kebâir ve mûbikat-ı seb’a tâbir edilen günahlar yedidir.” Bunlar: “Katl, zinâ’, şarap, ukuk-u vâlideyn (yani kat-ı sılâ-i rahîm), kumar, yalancı şehâdetlik, dine zarar verecek bid’alara taraftar olmaktır.”[16] Bu büyük günahları sırasıyla inceleyelim…
Katl: Bir şahsın hayatına haksız yere son verme, adam öldürme suçudur. Bu nedenle katl İslâm dînince büyük günahlar sınıfına dâhil edilmiştir. Esâsında günahların en büyüğü Allah’a şirk koşmaktır. Bundan sonra ikinci dereceyi alan günah ise, fitne ve fesâd çıkarmamış, kan dökmemiş masum bir insanın hayatına son verip, canına kıymak, onu öldürmektir. “Kim bir insanı (suçsuz yere) öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de suçsuz bir insanı ölümden kurtarırsa, sanki bütün insanları ölümden kurtarmış gibidir!”[17]ayeti suçsuz bir insanı öldürmenin ne kadar şenî’ bir fiil olduğunu ifâde ediyor.
Katl ve cezâsı
Katl ve kıtāl, kuvve-i gadabiyenin tecâvüzüyle vukû bulan bir fiildir. İnsan, bir dakika intikâm lezzeti ile katleder, seksen bin saat hapis elemlerini çeker. Böylece “İnsanın katl gibi zâhirî ve ihtiyârî olan fiilleri, nefsin meyelânına intiha eder.”[18] Çünkü; bizim kesbimiz, mübaşeretimiz, meyillenmemiz masdar(kaynak, menba) olur, kàtil sıfatını da biz alırız. Bu nedenle “Sene 365 gün hesabıyla, bir dakikada katl, yedi milyon sekiz yüz seksen dört bin dakîka hapis iktizası kànûn-u adâlet…”[19] olarak Risâle-i Nur’da hesap edilmiş. “Madem bir dakîka katl, on beş sene cezâda (sekiz milyona yakın dakîkada) hapis azabını çekmesini adâlet-i beşeriye kabul edip maslahata ve hukuk-u âmmeye muvafık görür.”[20] Buna göre “Bir dakîkada katl, lâakal, zâhirî âdete göre, on beş sene maktulün hayatını selb eder, onun yerine hapse girer.”[21] Bundan da anlaşılıyor ki bir dakîka hiddet yüzünden bir katl, milyonlar dakîka hapis cezâsını çektirir. “Hem hiçbir hükûmet iki cezâyı birden vermez. Bir kàtili ya hapse atar veyahut idam eder. Hem hapisle cezâ, hem idamla cezâ bir yerde vermek hiçbir usûlde yoktur.”[22]
Adâlet hakîkati
Bedîüzzamân’ın ifadesiyle “İdârede kuvvet kànûnda olmalı ve ilimde de kuvvet hakta olmalı. Yoksa istibdat hükümferma olur.”[23] Buna binâen “Adliyede, adâlet hakîkati ve müracaat eden herkesin hukukunu bilâtefrik muhafazaya, sırf hak namına çalışmak vazîfesi hükmettiğine binâendir ki, İmâm-ı Ali (ra) hilâfeti zamanında bir Yahûdî ile beraber mahkemede oturup muhakeme olmuşlar. Hem, bir adliye reisi, bir memuru kànûnca bir hırsızın elini kestiği vakit, o memurun o zâlim hırsıza hiddet ettiğini gördü, o dakîkada o memuru azleyledi. Hem çok teessüf ederek dedi: “Şimdiye kadar adâlet namına böyle hissiyâtını karıştıranlar pek çok zulmetmişler.” Evet, “Hükm-i kànûnu icra etmekte o mahkûma acımasa da hiddet edemez; etse zâlim olur. Hatta, kısas cezâsı da olsa, hiddetle katletse, bir nevi kàtil olur” diye, o hâkim-i âdil demiş.”[24] “Çünkü şerîat namına, kànûn-u İlâhî hesabına kesseydi, nefsi ona acıyacaktı. Ve kalbi hiddet etmeyip, fakat merhamet de etmeyecek bir tarzda kesecekti. Demek, nefsine o hükümden bir hisse çıkardığı için, adâletle iş görmemiştir.”[25] Bundan başka “Eğer hâkim şahsî hiddet edip bir kàtili katletse, o hâkim kàtil olur. Demek adliye memurları, hissiyattan ve te’sîrât-ı hâriciyeden bütün bütün âzade ve serbest olmazsa, sureten adâlet içinde müthiş günahlara girmek ihtimali var.”[26] İşte, mahkemelerde böyle hâlis ve garazsız bir hakîkat hükmetmelidir.
Ekberü’l-kebâir-2(Zinâ’)
Zinâ’, büyük günahlardandır. Zîrâ neslin bozulmasına, âile hayatının yıkılmasına ve içtimâî ahlâkın yok olmasına sebep olan sâri bir hastalıktır. Bir toplumu yıkan en tesirli günahların başında âile hayatını bozan ve neslin keyfiyetini tar-u mâr eden zinâ’ fiili gelir. Böylece o cemiyetin nesli bozulmuş olur. Bu nedenle hiçbir toplumda zinâ’ meşru olarak kabûl edilmez.
Bediüzzamân “Zîrâ, helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzûm yoktur.”[27] der. Madem helâl dairesi keyfe kâfidir. İslâm dini, ihtiyacını helâl dairede görmemizi istiyor. Hatta ciddî zarûret nedeniyle ve birçok şart dâhilinde çok evliliğe de müsaade ediyor. Hâl böyle iken, harâm olan zinâ’ yolunu seçmek, hem âile hayatını perişan etmek, hem de toplumun ahlâkına darbe vurmaktır. Ayrıca “İnsandaki kuvve-i şeheviye selâmetli istikâmeti ve iffeti zâyi etse, ifrâtla musîbetli, rezâletli fücûra, fuhşa ve tefrîtle humûda, yani nimetlerdeki zevk ve lezzetten mahrum düşer ve o mânevî hastalığın azâbını çeker.”[28]
Ancak zaman âhirzaman olunca zinâ’ ve benzeri günahlar serbestçe işleniyor. Bundan dolayıdır ki “Âhirzamanın fitnesinde en dehşetli rolü oynayan, tâife-i nisâiye ve onların fitnesi olduğu hadîsin rivâyetlerinden anlaşılıyor.”[29] Bu fitneler “Hayat-ı beşeriyenin maddî ve mânevî rabıtalarını bozarak, serkeş ve sarhoş ve sersem nefisleri başıboş bırakarak, hürmet ve merhamet gibi nurânî zincirleri çözer.”[30] Rivâyette var ki, “Fitne-i âhirzaman o kadar dehşetlidir ki, kimse nefsine hâkim olmaz.” Bunun için bin üç yüz sene zarfında emr-i Peygamberî ile bütün ümmet o fitneden istiâze etmiş, azâb-ı kabirden sonra “Mesîh Deccalın fitnesinden… âhirzaman fitnesinden… (Sana sığınıyoruz Allah’ım)”[31] vird-i ümmet olmuş. “Allahu a’lemu bi’s-savâb”(Doğrusunu Allah bilir) bunun bir te’vili şudur ki: O fitneler nefisleri kendilerine çeker, meftun eder. İnsanlar ihtiyarlarıyla, belki zevkle irtikâp ederler.“[32] Onun için bu âhirzaman fitnelerinde “Yatmış olan hevesât, birdenbire uyanır. Tâife-i nisâda serbestî inkişâfı, sebeb olmuş beşerde ahlâk-ı seyyienin birdenbire inkişâfı. Şu medenî beşerin hırçınlaşmış ruhunda, şu sûretler denilen küçük cenazelerin, mütebessim meyyitlerin rolleri pek azîmdir; hem müdhiştir te’siri.”[33]
Kazf-i muhsanât meselesi
Kazf-i muhsanât, temiz ve namuslu bir kadını zinâ’ ile suçlamak, ona bu hususta iftirâ etmektir. Bu konuda şöyle ciddî bir husus daha var. “Gıybetin en fena ve en şenîi ve en zâlimâne kısmı, kazf-i muhsanât nev’idir. Yani, gözüyle görmüş dört şâhidi gösteremeyen bir insan, bir erkek veya kadın hakkında zinâ’ isnâd etmek, en şenî bir günah-ı kebâir ve en zâlimâne bir cinâyettir, hayat-ı içtimâiye-i ehl-i imânı zehirlendirir bir hıyânettir, mesut bir âilenin hayatını mahveden bir gadirdir. Evet, Sûre-i Nur bu hakâkati o kadar şiddetle göstermiş ki, vicdan sahibini titretiyor ve tüylerini ürperttiriyor. “Onu işittiğinizde, ‘Bunu söylemek bize yakışmaz. Hâşâ, bu büyük bir iftirâdır’ demeniz gerekmez miydi?”[34] şiddetle ferman ediyor ve diyor ki: Gözüyle görmüş dört şâhidi gösteremeyen, merdûdü’ş-şehâdettir; ebedî şehâdetlerini kabûl etmeyiniz. Çünkü yalancıdırlar. Acaba böyle kazfe(namuslu kadına zinâ’ suçu isnâd etmeye) cesâret eden hangi adam var ki, gözüyle görmüş dört şâhidi gösterebilir? Kur’ân-ı Hakîm bu şartı koşturmakla, “Böyle şeylerde şakk-ı şefe etmeyiniz, bu kapıyı kapayınız demektir.”[35]
Ekberü’l-kebâir-3(Şarâb)
Şarâb, İslâm dinince büyük günahlardan sayılmıştır. Bedîüzzamân da şarâbı ekberü’l-kebâire dahil etmiş. Şarâbın yasak olması âyet ve hadîsle sabit olduğu için harâmdır. Şöyle ki, “Ey îmân edenler! Şarâb, kumar, dikili taşlar (putlar) ve fâl okları ancak şeytanın işinden bir(er)pisliktir; öyleyse ondan kaçının ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan, içki ve kumarda aranıza (o yolla) ancak düşmanlık ve kin düşürmek ve sizi Allah’ın zikrinden ve namazdan alıkoymak ister. Artık siz, (bunlardan) vazgeçen kimseler(olmaz) mısınız? O hâlde Allah’a itâat edin, peygambere de itâat edin ve (ona muhâlefetten) sakının! Buna rağmen (itâatten) yüz çevirirseniz, artık bilin ki, Resûlümüze düşen ancak apaçık tebliğdir.”[36] Hadîs-i şeriflerde Peygamber Efendimiz(asm) de; “Sarhoş edici bütün içkiler haramdır.”[37] “Çoğu sarhoşluk veren içkinin azı da haramdır.”[38] “İçki, bütün kötülüklerin anasıdır.”[39] buyurmuştur.
Âyet ve hadîsle müskirattan, şarâb ve sâire içmek haramdır. Öyle ise, içki meclislerine-ihtiyarıyla- gidip oturmak da haramdır. Zîrâ yavaş yavaş harama götürmeye sebep olabilir.
Sû-i ihtiyârla sarhoş olmak mazeret değil…
“Meselâ, bir adam sû-i ihtiyârıyla haram bir tarzda kendini sarhoş etse, hâl-i sekirde yaptığı tasarrufatta mâzur olamaz.”[40] Veya “Bir adam, sû-i ihtiyârıyla, haram bir tarzda kendini sarhoş etse, tasarrufatı, ulemâ-i şeriatçe aleyhinde cârîdir, mazur sayılmaz. Tatlik etse, talâkı vâki olur. Bir cinâyet etse, ceza görür. Fakat sû-i ihtiyârıyla olmazsa talâk vâki olmaz, ceza da görmez. Hem mesela, bir içki müptelâsı, zarûret derecesinde müptelâ olsa da diyemez ki, ‘Zarûrettir, bana helâldir.’”[41] Görüldüğü üzere şarâb insanın idrâk ve muhakemesini elinden alıyor. Bu vaziyette insan, fayda ve zararı tefrik edemiyor. Yapılan nasihatler de tesirsiz kalıyor. Hâlbuki “Din nasihatir.”[42] Bu ise dinimizin kesinlikle yasak ettiği bir husustur.
Bitlis valisi ve memurların içki fiiline Genç Saîd’den tepki…
Bedîüzzamân’ın, Bitlis Valisi ile içki konusunda yaşadığı mühim bir hâdise bu konuda ne kadar ciddî ve kararlı olduğunu gösterir. Şöyle: “Bitlis’de iken bir gün kendilerine Vali ile bir kısım memurların içki içtikleri ihbâr olununca, hiddetlenerek, “Bitlis gibi dindâr bir memlekette hükûmeti temsil eden bir zâtın irtikâp ettiği bu muameleyi kabul edemem” diyerek içki meclisine gider. Evvelâ içki hakkında bir hadîs-i şerif okuduktan sonra pek acı sözler söyler. Valinin vurdurmak için işaret etmesi ihtimâline binâen de bir elini rovelverinin bulunduğu yerde tutar. Fakat Vali fevkalâde mütehammil ve hamiyetli bir zat olduğundan, kat’iyen ses çıkarmaz. Oradan ayrılınca Valinin yaveri, Genç Saîd’e, “Ne yaptınız? Söyledikleriniz, idamınızı mûciptir” der. Genç Saîd, “İdam hayâlime gelmedi; hapis ve nefiy zannederdim. Her ne ise, bir münkeri def etmek için ölürsem ne zararı var?” cevabında bulunur. Oradan avdetinden bir iki saat sonra, iki polis vasıtasıyla Vali kendisini istetir. Valinin odasına girerken, Vali hürmet ve tâzimle Genç Saîd’i karşılayarak elini öpmek ister. İltifatla yer göstererek, “Herkesin bir üstâdı vardır. Sen de benim üstâdımsın” der.”[43]
Yaşanmış olan bu ibretli vaziyet gösteriyor ki, içki konusunda Bedîüzzamân tâ gençlik yıllarında devlet erkânının yapmış olduğu bu fiile şiddetle karşı çıkmış ve sert tavır göstermiştir.
Sarhoş kâğıdı imzalamıyor!
İçki konusunda Bedîüzzamân’a iftira sadedinde bir hâdise nakledilir. Komplonun bir parçası olarak, üç tane sivil kıyafetli polis Emirdağ’ına gönderilir. Bunlardan Sâlih[44] isimli polis, bir kâğıdın üzerine; “Saîd Nursî talebesine bakkaldan içki aldırttı” diye yazmış ve bunu imzalatmak istemişler. Hiç kimseye imzalatamayınca bir ‘sarhoş’ bulmuşlar ve ona imzalatmaya çalışmışlar. O sarhoş dahi bu yalana, bu iftiraya tepki göstermiş ve dünyada böyle bir yalanın altına hiç kimsenin imza atmayacağını, atamayacağını söylemiş ve o iftiracılar da emellerine ulaşamamış.[45]
Polis memuru Sâlih’in başına gelenler!
Abdurrahman Akgül anlatıyor: “Hep beraber bir düğüne gitmiştik. Bir müddet eğlendikten sonra vakit gecikmişti. “Kalkalım’ dedim.
Salih:”Komiser Bey, ben biraz daha kalayım’ dedi.
“Ben de ‘Peki’ dedim. Biz Hasan’la otele döndük. “Salih bizden sonra ölçüyü kaçırmış, çok fazla içmiş. Sarhoş olduktan sonra etrafındakilerle kavga etmiş. Onlar da kendisini iyice dövmüşler. “Gece yarısı bekçiler beni uyandırdılar. Hasan’la beraber gittik. Bir derede pis suların içinde yatıyordu. “Salih! Salih!’ diye sarsıyordum, hiç kendinde değildi. “Ha! Ha!’ deyip duruyordu.”Baktım üzerinde tabancası da yok. Sordum. Hiç kendinde değildi. Cevap verecek hali yoktu. Sonra durumu vilâyete bildirdim. Salih’e tabancasının bedelini üç misli ödettirdiler. Rütbe tenzili cezasıyla başka bir yere gönderdiler.[46]
Ekberü’l-kebâir-4 (Ukuk-u vâlideyn)
Bediüzzaman, ukuk-u vâlideyni yedi büyük günah içine dâhil etmiştir. Demek bu âhirzaman asrında anne-baba hukuku zâyi’ edilecek, onlara hürmet, merhamet ve hukuklarını koruma konusunda ihmâller olacaktır. Hâlbuki Kur’ân, vâlideynin hukukunu koruma konusunda “Onlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına erişecek olursa sakın onlara öf bile deme!”[47] emriyle bu hukuku evlatlara yüklemiştir. Buradaki hukuk, anne ve babanın evlâdı üzerindeki hakları iken, ukuk ise bu hakların ve hukukun ihlâl edilmesidir.
Ukuk-u vâlideyn, anne ve babanın hukuklarını muhafaza etmek gerekirken bu vazifeyi yapmamaktır. Öyleyse itâatsizlik etmek, hürmetsizlik etmek, zorbalık yapmak ve onlara asi gelmek ukuk-u valideyndir. Elbette kuvvetli imân deresini alanlar anne-baba hukukuna riâyet ederler, onlara en muhtaç zamanlarında yardım edip hizmetlerini görürler. Hatta “Evet, kız, şefkat ve cemâlin mazharı olduğundan, erkek çocuğundan daha ziyâde sevilir. Bâhusus bu zamanda ebeveyn hakkında kızlar daha mübarektir. Çünkü, tehlike-i diniyeye çok mâruz olmuyorlar.”[48] Ancak bu âhirzaman asrının fitnelerinde zaaf-ı imânla anne-babaya itâat, hürmet ve onların bakımları ihmâl edilmektedir. Hususan onlar yaşlı olup bakıma muhtaç olduklarında veya hastalıklarında evlatları, akraba ve yakınlarının gösterdikleri tavırlar bunu ispat etmektedir. Toplumun bir kısmında bu vazîfeler îfâ edilirken, diğer bir kısmında ihmâl ediliyor ki, ukuk-u vâlideyn büyük günahlar sınıfına dahil edilmiş.
Hâlbuki “Peder ve vâlide, veledini bütün dünya gibi severler.”[49] bu sevmek fıtrî ve hakîkidir, mecâzi değildir. Onun için karşılık beklemez. Toplum hayatındaki intizâmın şartı tabakât-ı beşerin birbirinden uzaklaşmaması, hususan anne-baba ve akrabalar arasındaki bağın kopmaması ve sıla-i rahimin kesilmemesidir.
Risâle-i Nur’daki ifadesiyle “Hem peder ve vâlideyi şefkatle teçhîz eden ve seni onların merhametli elleriyle terbiye ettiren hikmet ve rahmet hesâbına onlara hürmet ve muhabbet, Cenâb‑ı Hakkın muhabbetine aittir. O muhabbet ve hürmet, şefkat, Allah için olduğunun alâmeti şudur ki: Onlar ihtiyâr oldukları ve sana hiçbir fâideleri kalmadığı ve seni zahmet ve meşakkate attıkları zaman, daha ziyâde muhabbet ve merhamet ve şefkat etmektir. “Onlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyârlık çağına erişecek olursa, sakın onlara ‘Öf’ bile deme.”[50]âyeti, beş mertebe hürmet ve şefkate evlâdı davet etmesi, Kur’ân’ın nazarında vâlideynin hukukları ne kadar ehemmiyetli ve ukukları ne derece çirkin olduğunu gösterir. Madem peder kimseyi değil, yalnız veledinin kendinden daha ziyâde iyi olmasını ister. Ona mukàbil, veled dahi pedere karşı hak dâvâ edemez. Demek, vâlideyn ve veled ortasında fıtraten sebeb-i münâkaşa yok. Zira, münâkaşa ya gıpta ve hasetten gelir. Pederde oğluna karşı o yok. Veya münâkaşa, haksızlıktan gelir. Veledin hakkı yoktur ki, pederine karşı hak dâvâ etsin. Pederini haksız görse de, ona isyan edemez. Demek pederine isyan eden ve onu rencîde eden, insan bozması bir canavardır.”[51] Bu izahlardan sonra ne denebilir ki? İşte Kur’ân anne-baba hukukuna bu kadar ehemmiyet veriyor, evlâtların onlara karşı vazîfelerinde çok dikkatli olmalarını emrediyor.
Şefkat kahramanı vâlideler
Şimdi de vâlidelerin şefkat kahramanlığına bakalım: “Evet, rahmet-i Rabbâniyenin en hürmetli, en halâvetli, en latîf ve en şirin bir cilvesi olan şefkát-i vâlide, hakáik-i kâinat içinde en muhterem, en mükerrem bir hakîkattir. Ve vâlide, en kerîm, en rahîm, öyle fedâkâr bir dosttur ki, o şefkat sâikasıyla, bir vâlide, bütün dünyasını ve hayatını ve rahatını, veledi için fedâ eder.”[52]Şu da bir hakîkat ki “Evet, bir vâlide veledini tehlikeden kurtarmak için hiçbir ücret istemeden ruhunu fedâ etmesi ve hakîkî bir ihlâs ile vazîfe-i fıtrîyesiitibârıyla kendini evlâdına kurban etmesi gösteriyor ki, hanımlarda gayet yüksek bir kahramanlık var.”[53] Bundan dolayıdır ki “vâlide ruhunu fedâ ettiği evlâdını dâima tehlikelere mâruz gördükçe titrer.”[54]Böylece şefkátli bir vâlide, kendi saâdetini ve rahatını evlatlarının saâdeti için fedâ eder.
“Evet, dünyada en yüksek hakîkat, peder ve vâlidelerin evlâtlarına karşı şefkâtleridir. Ve en âli hukuk dahi, onların o şefkâtlerine mukàbil hürmet haklarıdır. Çünkü onlar, hayatlarını, kemâl-i lezzetle evlâtlarının hayatı için fedâ edip sarf ediyorlar. Öyle ise, insâniyeti sukût etmemiş ve canavara inkılâp etmemiş herbir veled, o muhterem, sâdık, fedâkâr dostlara hâlisâne hürmet ve samimâne hizmet ve rızâlarını tahsil ve kalblerini hoşnut etmektir.”[55]
Netice itibarıyla “İşte, ey insan, aklını başına al. Eğer sen ölmezsen, ihtiyâr olacaksın. “El–Cezâümincinsil amel“[56](Her amel kendi cinsinden birşeyle karşılık görür) sırrıyla, sen vâlideynine hürmet etmezsen, senin evlâdın dahi sana hizmet etmeyecektir. Eğer âhiretini seversen, işte sana mühim bir define: Onlara hizmet et, rızalarını tahsil eyle. Eğer dünyayı seversen, yine onları memnun et ki, onların yüzünden hayatın rahatlı ve rızkın bereketli geçsin. Yoksa onları istiskâl etmek, ölümlerini temenni etmek ve onların nâzik ve seriütteessür kalblerini rencîde etmekle, “Dünyayı da, âhireti de kaybetti.”[57] sırrına mazhar olursun. Eğer rahmet-i Rahmân istersen, o Rahmân’ın vedîalarına ve senin hanendeki emanetlerine rahmet et.”[58]
Öyleyse akraba ve yakınlarla ilgilenmek, ihtiyaç duyduklarında maddî ve mânevî yardımcı olmak, iyi veya kötü günlerinde yanlarında bulunmak, verdikleri sıkıntılar varsa sabretmeye çalışmak suretiyle akrabalık bağlarını güçlü ve bakımlı tutmak aslî vazifelerimiz arasında olmalıdır.
Ekberü’l-kebâir-5(Kumâr)
İslâm dini kumârı men etmiş. Bedîüzzamân da, kumârı ekberü’l-kebâir(büyük günahlar) sınıfına dâhil etmiştir. Böylece kumâr ekberü’l kebâirdendir. Kur’ân-ı Kerîm’de “Ey imân edenler! İçki, kumâr, putlar ve kısmet çekilen zarlar hep şeytanın işinden birer pisliktir; ondan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.”[59] emredilmiştir. Bir başka ayette “Şeytan, içki ve kumâr yoluyla aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz değil mi?”[60] buyrulur. Onun için katl, zinâ, sirkat, kumâr, şarab gibi, hayat-ı içtimâiyeyi zehirleyen pek çok büyük günahlar dinimizce yasaklanmıştır.
Kumâr konusunda îkâz edilen talebe
Bedîüzzamân, Mahmud isminde bir talebesini kumâr konusunda nasıl îkâz ettiğini şöyle anlatıyor: “Ona Meyve’den gençlik ve namaz meselelerini okudum ve dedim: “Kumâr oynama, namaz kıl.” Kabul etti. Fakat haylâzlık galebe etti, namaz kılmadı ve kumâr oynadı. Birden, hiddet tokadını yedi. Üç dört defada dâima mağlûp olup fakîr hâliyle beraber kırk lira ve sakosunu ve pantolonunu kumâra verdi, daha aklı başına gelmedi… Evet, doğrudur. Mahmud”[61] Görüldüğü üzere kumâr konusunda nasihat dinlemeyen Mahmut daha dünyada cezâsını çekiyor. Ziyâ isminde bir talebe mektubunda da kumâr zevkine düşkün birisi için şunlar anlatılır: “Bir de arkadaşlardan birisinin kumâr zevki için üstadımızın emrini kırması ve aynı noktada tokat yemesi ve terk ile aynı noktada kazanması bize kat’i kanâat verdi ki Risâle-i Nur’un dikkati altındayız.”[62] Bunlarla birlikte “Hatta medeniyet nazarında, Şeriatın en ziyâde tenkîde maruz olan mesâili, keşşaf zaman gösterdi ki; hayât-ı içtimâiyeye en ziyâde lâzım o esâslardır. Meselâ ribâ, kumâr, müskirin hurmeti; talak, taaddüd-ü zevcatın cevâzı; mestûriyet-i nisvân ve zekâtın vücûbu; unsuriyetten gelen fikr-i milliyeti ve hevesin serbestiyetini red ve men’i gibi mesâil.”[63] de şeriatın en ziyâde tenkîde maruz olan meseleleridir.
Piyango kumârı
Dördüncü Söz’de de “Bin adamın iştirak ettiği bir piyango kumârına yarı malını vermek”[64] ten bahsedilir. Böylece piyango ve bahis gibi faaliyetlerin birer kumâr olduğu anlaşılmış olur. Bu gibi kumârlara katılanların “kazanç ihtimâli binde birdir”[65] Böyle bir ihtimâle bel bağlamayı ve katılmayı akıl kabul eder mi? Asla etmez! Çünkü o kumârda, bin ihtimâlden bir ihtimâl kazanma şansı var, akıl bunu asla kabul etmemesi lâzımdır. Demek bize emânet olarak verilen ömür ve malımızı kumâra mumara verip zâyi’ etmemek gerekir.
Kumar müflis eder!
Bedîüzzamân Yirmi Üçüncü Söz, İkinci Mebhas’ta bu meseleyi şöyle îzâh ediyor: “Ey dünyaperest ve hayât-ı dünyevîyeye âşık ve sırr-ı ahsen-i takvimden gâfil insan! Şu hayât-ı dünyevîyenin hakîkatini bir vâkıa-i hayâliyede Eski Saîd görmüş. Onu Yeni Saîd’e döndürmüş olan şu vâkıa-i temsîliyeyi dinle: Gördüm ki, ben bir yolcuyum. Uzun bir yola gidiyorum, yani gönderiliyorum. Seyyidim olan zât, bana tahsis ettiği altmış altından, tedrîcen birer miktar para veriyordu. Ben de sarf edip pek eğlenceli bir hana geldim. O handa, bir gece içinde on altını kumâra mumara, eğlencelere ve şöhretperestlik yoluna sarf ettim. Sabahleyin elimde hiçbir para kalmadı. Bir ticâret edemedim. Gideceğim yer için bir mal alamadım. Yalnız o paradan bana kalan elemler, günâhlar ve eğlencelerden gelen yaralar, bereler, kederler benim elimde kalmıştı. Birden, ben o hazîn hâlette iken, orada bir adam peydâ oldu. Bana dedi: “Bütün bütün sermayeni zâyi’ ettin, tokada da müstehak oldun. Gideceğin yere de müflis olarak elin boş gideceksin.”[66]
Ey nefis, eğer müflîs olarak bu dünyadan gitmek istemiyorsan ömrünü kumâra mumara, eğlencelere ve şöhretperestlik yolunda harcama. Vazîfemiz “Takvâ, menhiyattan ve günahlardan içtinâb etmek; ve amel-i sâlih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır.”[67]
Ekberü’l-kebâir-6(Yalancı şehadetlik)
Yalancı şahitlik; bir kimsenin hakkında bilgi sahibi olmadığı, görmediği, duymadığı bir konuda bildiğini, gördüğünü ve duyduğunu söylemesidir. Böyle bir şahitlik, insanların zarar görmesine ve pek çok hakkın zâyi’ olmasına sebebiyet vereceğinden dinimizce haram kılınmış ve büyük günahlardan sayılmıştır.[68] Konuyla ilgili olarak Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulmaktadır: “…Bir de şahitliği gizlemeyin. Kim şahitliği gizlerse şüphesiz onun kalbi günahkârdır. Allah yaptıklarınızı hakkıyla bilendir”[69] Hz. Peygamber(asm) de kendisine davâ geldiği zaman taraflardan önce şahit getirmelerini talep etmiştir.[70]
Yalan yere şahitlikten kaçınmak…
Kur’ân-ı Kerîm’de gelen ayetler de şahitlik ile alakâlıdır: “Yalan sözden (yalan yere şahitlik yapmaktan)kesinlikle kaçının!”[71] “Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme.”[72] “İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında onu gözetleyen yazmaya hazır bir melek bulunmasın.“[73] âyetleri yalancı şahitliği kesinlikle yasaklar. Böylece yalan söylemek haramdır. Ayrıca yalancı şahitlik yapmak iki katlı çirkin bir durumdur ve en büyük günahlardan kabul edilmiştir. Zaten “Yalan, bir lâfz-ı kâfirdir”[74] Yani yalan kâfirlerin sıfatıdır. Bunun üzerine bir de yalancı şahitlik olursa iki katlı çirkin bir fiil işlenmiş olur. Demek “Yalana yer hiç yoktur.”[75] Öyleyse yalancı şahitliğin ise hiçbir cihetle kabûl edilir tarafı olamaz. Yalancı şahitlik yapan kişi hem yalancı, hem müfteri, hem itikâdsız bir adam sıfatını kazanır. Bu kişiler yalancı sefillerden olurlar. Yalancı şahitlik edenler haysiyetsiz, fazîletsiz, yalancı, habis ruhlar taşıyan kimseler olarak yâd edilirler! Böyle bir fiili hiçbir Müslüman işlememeli ve yalancı şahitlik gibi fena bir günahı işlememelidir.
Yalancı şahitlik yapmak büyük günahtır
Yalanın ve yalancı şahitliğin ahiretteki cezası oldukça ağırdır. Dolayısıyla bu kimselerin dünyada iken huzurlu ve mutlu bir hayat sürmeleri mümkün olmadığı gibi, duyduğu nedâmet neticesinde tevbe edip hakkı geçenlerden helâllik dilemeden öldükleri takdirde öbür âlemde de kendilerini can yakıcı bir azap beklemektedir. Konuyla ilgili olarak Hz. Peygamber(asm)’in şu sözleri oldukça önemlidir: Ebû Bekre(ra) şöyle dedi: Resûlullah sallâllahu aleyhi ve sellem: “En büyük günahı size haber vereyim mi?” buyurdu. Biz: Evet, yâ Resûlallah, dedik. Resûl-i Ekrem: “Allah’a şirk koşmak, ana babaya itaatsizlik etmek” buyurduktan sonra, yaslandığı yerden doğrulup oturdu ve “İyi belleyin, bir de yalan söylemek, yalancı şahitlik yapmaktır” buyurdu. Bu son cümleyi sürekli tekrarladı. Biz daha fazla üzülmesini arzu etmediğimiz için “keşke sussa” diye temennide bulunduk.”[76]
Yalan yere şahitliğin dünyevi cezası
Günümüz hukuk siteminde, yalancı şahitler için cezayı sadece ahirete bırakmamışlar, dünyada da bir takım cezalar öngörmüşlerdir. Yalan yere ettikleri şahitlik yüzünden, sebep oldukları maddî zararın tazmininin yanı sıra başka cezalar da verilir. Yalancı şahit için genelde belli bir ceza tesbiti yapılmamış, bu tamamen hâkimin takdirine bırakılmıştır. “İmâm Ebû Hanîfe yalancı şâhidin caddelerde teşhir edileceğini, Ebû Yusuf ve Muhammed ise dayak ve hapis cezası ile cezalandırılacaklarını söylerler.”[77]
İmân, sıdktır…
Netice itibarıyla “Yalan, lafz-ı kâfirdir.” İmân sıdktır, doğruluktur(…) Necat yalnız sıdkla, doğrulukla olur. Urvetü’l-vuskâ sıdktır. Yani, en muhkem ve onunla bağlanacak zincir, doğruluktur.”[78] Öyleyse ehl-i imân yalan ve yalancı şahitlikten yılandan, akrepten kaçar gibi kaçmalıdır.
Ekberü’l-kebâir-7(Dine zarar verecek bid’alara taraftar olmak)
Yaşadığımız âhirzaman asrında birçok bid’alar etrafımızı sarmıştır. Öyleyse bizler nelerin bid’a olduğunu öğrenip bunlardan sakınmamız gerekir. Bedîüzzamân kendisine sorulan bir soru üzerine bid’alara taraftar olmanın, kebâir denilen en büyük yedi günahtan biri olduğunu beyân etmektedir.
Bid’a nedir?
Bid’a, dinde yeni şeyler îcâd etmektir. Yani sünnette olmayan şeyleri sünnetin yerine koymaktır. Bedîüzzamân bu hususta şu îzâhâtı yapar: “Ahkâm-ı ubûdiyette yeni îcâdlar bid’attır. Bid’atlar ise, “Bugün sizin için dininizi kemâle erdirdim.”[79] sırrına münâfi olduğu için, merduttur.”[80] Ayrıca Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Sünnet-i Seniyyesini “tağyir ve tebdili bid’a ve dalâlettir ve büyük hatâdır.”[81] Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş: “Her bid’at dalâlettir ve her dalâlet Cehennem ateşindedir”[82] Yani, ”Bugün sizin için dininizi kemâle erdirdim”[83] sırrıyla, kavâid-i Şerîat-ı Garrâ ve desâtir-i Sünnet-i Seniyye tamam ve kemâlini bulduktan sonra, yeni îcâdlarla o düstûrları beğenmemek veyahut—hâşâ ve kellâ—nâkıs görmek hissini veren bid’aları îcâd etmek dalâlettir, ateştir.”[84] Bunun içindir ki dine zarar verecek bid’alara taraftar olmak ekberü’l-kebâir(büyük günahlar) sınıfına dâhil edilmiştir.
Hadis ve sünnete ehemmiyet vermemek bid’attır
Hadîs ve Sünnete -sözde Kur’ân’a dayanarak- ehemmiyet vermeyenlerin bid’at ehli olacaklarını bildiren şu çok mühim ve pek azîm hadîs-i şeriftir ki; Peygamber Efendimiz(asm) ferman buyurmuş: “Yakın bir gelecekte sizden bazılarınız, koltuğuna yaslanmış olduğu halde, ona benim bir hadîsim okunduğu zaman diyecek: “Bizimle sizin aranızda Kur’ân vardır. Kur’ân’ın helâl ettiğini helâl sayar, haram ettiğini de haram biliriz; Sakın dikkat ediniz ki; Resulullâh’ın haram kıldığı şeyler, aynen Allah’ın haram kıldığı şeyler gibidir. Ve keza helâl ettikleri de Kur’ân’ın helâl ettikleri gibidir.”[85]
Dîne zarar veren bid’alar nelerdir?
Dîne zarar veren bid’alar Risâle-i Nur’dan şöyle yer almış: Afyon Mahkeme kararnâmesinde “Hem suçlarından diye: “Tekye ve zâviyelerin ve medreselerin kapatılması ve lâikliğin kabulü, İslâmiyet yerine milliyet esâslarının konulması, şapka giyilmesi, tesettürün kaldırılması, Lâtin harflerinin hurûf-u Kur’âniye yerinde cebren kabulü, Türkçe ezan ve kàmet okunması, mekteplerde din derslerinin kaldırılması, kadınlara erkekler derecesinde irsiyet ve hak tanınması ve taaddüd-ü zevcâtın kaldırılması gibi inkılâp hareketlerini bid’at, dalâlet, ilhâddır diyen, irticâ ile suçludur” diye yazmışlar.”[86] Yine başka bir Afyon Mahkeme kararnâmesinde “Ehl-i vukûfun raporundaki açıklamalara göre, bu iki sanık Said Nursî ile Ahmed Feyzi Kul’un; saltanat ve hilâfetin ilgâsı, tekye ve zaviyelerin ve medreselerin kapatılması, lâikliğin kabulü, İslâmiyet yerine milliyet esâslarının konulması, şapka giyilmesi, tesettürün kaldırılması, lâtin harflerinin kabûlü, Türkçe ezân ve kàmet okunması, mekteblerde din derslerinin kaldırılması, medenî kànun ile kadınlara erkekler derecesinde hak tanınması, taaddüt-ü zevcâtın kaldırılması gibi birçok millî inkılâb hareketlerini, “bid’a, dalâlet, ilhâd..”[87] diye ifâde edilmiş.
Bedîüzzamân’ın ifâdelerinden anlaşılan:Kitap ve sünnete, İslâm âlimlerinin ittifâkla kabûl etikleri içtihâdlara aykırı olan her şey dîne zararlı bid’alaragirer. Bedîüzzamân yeni îcâdlara taraftar değildir. Bu îcâdlar “Türkçe ezân gibi şeâir-i İslâmiyeye muhalif bid’atlardır.”[88]
Bid’alar asrındayız
Bu âhirzaman, dinsizliği ve ilhâdı ve ahlâksızlığı telkin eden kitapların ve Allah’a âsî ve İslâmiyete hücum eden fâni ve kıymetsiz bedbahtların saygılar ile anıldığı ve bid’akâr ve gayr-i meşrû hallerinin alkışlandığı bir zamandır. Pek geniş olan âlem-i İslâmiyetin içinde çıkan maddî ve mânevî fırtınalar zamanında ehl-i bid’a fırkalarının dikenleri dahi çıktı. Hele hele bu zaman-ı âhirde bid’alar ve dalâletler her tarafı sardı. Bu asır Bedîüzzamân’a “Şu münkerat zamanında ve âdât-ı ecânibin istilâsı ânında ve bid’aların kesreti vaktinde… heveskârâne yeni içtihadlar yapmak, bid’akârâne bir hıyanettir.”[89] tespitini yaptırdı. Ondördüncü Asrın devre-i bid’alarında ve savletli bid’alar içinde İslâmiyet ve insâniyet üzerinde kopan girdâb-ı felâket arsında yaşıyoruz. Hiçbir tevîl kaldırmayan dehşetli bid’aların istilâsı zamanında azîmet ve takvâyı, şu kesretli bid’atlar içinde yapmak pek müşkildir.
Ancak şu hakîkat hiçbir zaman unutulmasın ki “İslâmiyet metânetini ve salâbetini sünnet ve cemâatle muhafaza eylediği bir zamanda, lâübâliyâne, Avrupa medeniyet-i habîse kısmından süzülen bir cereyân-ı bid’atkârâne, sinesinde yer tutamaz.”[90] Çünkü “Bid’at zamanında çıkan Bedîülbeyân ve Bedîüzzamân”[91] bu manaya şöyle işaret etmiş: “Ben geçen sene Garîbüzzamân idim. Sonra Bedîüzzamân oldum. Şimdi de Bid’atüzzamân oldum.”[92] Demek ki bid’aların en dehşetli asrında gelecek olan Zât, bid’aları kaldıracak, sünnet-i seniyyeyi ihyâ edecek ve şerîat-ı İslâmiyeyi icrâ edecek ve Bid’atüzzamân unvanına sahip olacaktır. Şu dehşetli, görülmemiş asrın bid’akâr savletlerine karşı aynen öyle olmuştur.
Bu fitne-fesâd, helâket-felâket arsında ehl-i tarîkatin o kadar mühim ve azîm kemâlâtları ve menfaatleri içindeki ihtilâfâtın ve rekabetin verdiği vahîm neticelerdir ki, onların o azîm, kudsî kuvvetleri bid’a rüzgârlarına karşı dayanamıyor. Bunun içindir ki “Ehl-i tarîkat, bid’alara dayanamamışlar.”[93] Hatta “Din perdesi altında bazı safdil hocaları veya bid’a taraftarları veya enâniyetli sofî meşreplileri, bazı kurnazlıklarla Risâle-i Nur’a karşı iki sene evvel İstanbul’da ve Denizli civarında olduğu gibi istimâl etmeye münafıklar belki çabalayacaklar. İnşâallah muvaffak olamazlar.”[94] Şeâir-i İslâmiyeyi tağyir eden ehl-i bid’a, evvelâ ulemâü’s-sû’dan istifâde etmek cihetine gitmiştir. Bid’akâr hocaları istimâl etmişler. “Gizli bir komitenin desîsesiyle safdil bazı hocalar veyahut bid’a taraftarları bazı muârızlar, Risâle-i Nur’un hiç zedelenmez bazı hakîkatlerine karşı gelmek…” ve “çürütmekle Risâle-i Nur’a ilişmek ve darbe vurmak…”[95] istemişler. Ancak Bedîüzzamân hocalar konusunda talebelerini îkâz eder. “Kardeşlerim, çok dikkat ve ihtiyât ediniz. Sakın, sakın hocalarla münâkaşa etmeyiniz. Mümkün olduğu kadar musalâhakârane davranınız. Enâniyetlerine dokunmayınız. Bid’at taraftarı da olsa ilişmeyiniz. Karşımızda dehşetli zındıka varken, mübtedi’lerle uğraşıp, onları dinsizlerin tarafına sevk etmemek gerektir. Eğer size ilişmek için gönderilmiş hocalara rast gelseniz, mümkün olduğu kadar münazaa kapısını açmayınız. İlim kisvesiyle itirazları, münâfıkların ellerinde bir senet olur. İstanbul’da ihtiyar hocanın hücumu ne kadar zarar verdiğini bilirsiniz. Elden geldiği kadar Risâle-i Nur lehine çevirmeye çalışınız.”[96] ”Bununla beraber zamanın ilcaatıyla zarûretler ortalıkta zannederek bazı hocaların bid’alara taraftarlığından dolayı onlara hücum etmeyiniz. Bilmeyerek “Zarûret var” zannıyla hareket eden o bîçarelere vurmayınız. Onun için kuvvetimizi dâhilde sarf etmiyoruz. Bîçare, zarûret derecesine girmiş, bize muhâlif olanlardan hoca da olsa onlara ilişmeyiniz. Ben tek başımla daha evvel aleyhimdeki o kadar muarızlara karşı dayandığım, zerre kadar fütûr getirmediğim, o hizmet-i imâniyede muvaffak olduğum halde, şimdi milyonlar Nur talebesi olduğu halde, yine müsbet hareket etmekle onların bütün tahkiratlarına, zulümlerine tahammül ediyorum.”[97] “Sakın hocaların Cuma ve cemâatlerine ilişmeyiniz. İştirak etmeseniz de, iştirak edenleri tenkit etmeyiniz. Gerçi, İmâm-ı Rabbânî demiş ki: “Bid’a olan yerlere girmeyiniz.” Maksadı, “sevabı olmaz” demektir; yoksa, namaz battal olur değil.”[98]
Netice olarak “Ezan-ı Muhammedînin (asm) yasak edildiği ve bid’aların cebren umûma yaptırıldığı zulümatlı ve dehşetli bir devirde, Nur Talebeleri, o uydurma ezânı okumamışlar ve böyle bid’alara karşı, kendilerini kahramanca muhafaza ederek, bid’alara girmemişlerdir.”[99]
Ey gaddar ruh, bizleri aldatamazsın; senden ve senin samimî yoldaşların cinnî ve insî şeytan, ehl-i bid’a ve ulemâü’s-sû şerlerinden Allah’a sığınırız. Allah’ım, korkunç bid’aları İslâm şeâirinin üzerinden def ederek, korkumuzu ve dehşetimizi gider, endişemizi emniyete çevir. Âmîn!
Abdülbâkî Çimiç
[1] İşarat-ül İ’caz, (2013), s.445
[2] Büyük günahlar
[3] İnsanı felakete götüren yedi kebâir, yedi büyük günah.
[4] Barla Lahikası, (2013), s.534
[5] Şualar, (2013), s.465
[6] Age, s.465
[7] Mesnevi-i Nuriye, (2013), s.354
[8] Sözler, (2013),s.43
[9] Barla Lahikası, (2013), s.59
[10] Sözler, (2013), s.774
[11] Emirdağ Lahikası-I, (2013), s.349
[12] Lemalar, (2013), s.215
[13] Age, s.220
[14] Emirdağ Lahikası-I, (2013), s.414
[15] Emirdağ Lahikası-II, (2013), s.576
[16] Barla Lahikası, (2013), s.534
[17] Maide, 5/32
[18] İşârâtü’l-İ’câz, (2013), s.121
[19] Lemalar, (2013), s.645
[20] Şualar, (2013), s.374
[21] Age, s. (2013), 374
[22] Mektubat, (2013), s.731
[23] ESDE(Makalat), (2013), s.61
[24] Şualar, (2013), s.606
[25] Mektubat, (2013), s.453
[26] Müdafaalar, Eskişehir Mahkemesi(1935)
[27] Sözler,(2013) s.52
[28] Şualar, (2013) s.971
[29] Gençlik Rehberi, (2024), Karton Kapak, s.33
[30] Şualar, (2013) s.936
[31] Buhari, Daavât: 37, 39, 44, 45, 46
[32] Şualar, (2013) s.923
[33] Sözler(Lemaat),(2013) s.1184
[34] Nur Sûresi, 24:16
[35] Barla Lahikası, (2013) s.430
[36] Maide Suresi, 90-91-92
[37] Müslim,3/ 1575-1576; et-Tâc, 3/141
[38] İbn Mâce, es-Sünen, 2/l124 Hadis No: 3392;et-Tâc 3/142
[39] Keşfü’l Hafâ, l/382 (Hadis No: 1225, Beyrut 1351
[40] Mesnevi-i Nuriye,(2009), s.146
[41] Sözler,(2004) s.783
[42] Müslim, Îmân 95
[43] Tarihçe-i Hayat,(2007) s.73
[44] “Salih, küfürbaz ve inancı zayıftı.”(Abdurrahman Akgül-Son Şahitler 3.Cild s. 143)
[45] Ayrıntılar için bakınız: Tarihçe-i Hayat [Afyon Hayatı], YAN, İstanbul-2017, s. 554
[46] Abdurrahman Akgül-Son Şahitler 3.Cild s. 143
[47] İsra Suresi, 23
[48] Barla Lahikası,(2006), s. 551
[49] Mektubat,(2004), s.132
[50]İsrâ Sûresi, 17:23
[51] Sözler,(2004) s.1041
[52] Mektubat,(2004), s.68
[53] Lemalar,(2005), s.461
[54] Şualar, (2013), s.366
[55] Mektubat,(2004), s.438
[56]Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, 1:332
[57]Hac Sûresi, 22:11
[58] Mektubat,(2004), s.440
[59] Maide Sûresi, 90
[60] Mâide Sûresi, 5/91
[61] Şualar,(2013) s.537
[62] Şualar, 13.Şua: Denizli Hapsi Mektupları
[63] ESDE(Şuaat-ı Marifetü’n-Nebî),(2009), s.357
[64] Sözler,(2004) s.41
[65] Age, s.41
[66] Age, s.520
[67] Kastamonu Lahikası, (2006), s.205
[68] Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı Dr. Mehmet CANBULAT
[69] Bakara Suresi,2/283
[70] Ebû Dâvud, Akdiye 22, IV,37-39
[71] Hac sûresi, 30
[72] İsrâ sûresi, 36
[73] Kaf sûresi, 18
[74] Sözler(Lemaat), s.1156
[75] Age, s.1156
[76] Buhârî, Şehâdât 10, Edeb 6, İsti’zân 35, İstitâbe 1; Müslim, Îmân 143.
[77] Merğinânî, a.g.e., III/132; İbn Kudâme, a.g.e., XII, XII/154;11, 154
[78] ESDE(Hutbe-i Şamiye), (2009), s.347
[79] Mâide Sûresi, 5:3
[80] Lemalar, s.185
[81] Lemalar, s.190
[82] Müslim, Cum’a: 43; Ebû Dâvud, Sünnet: 5; Nesâî, Î’deyn: 22; İbn-i Mâce, Mukaddime: 6, 7; Dârimî, Mukaddime: 16, 23; Müsned, 3:310, 371, 4:126, 127)
[83] Mâide Sûresi, 5:3
[84] Lemalar, s.180
[85] El-Menhel-ül Latif sh: 12 (Ebu Davud ve Tirmizî’den naklen); keza El-Feth-ül Kebir 1/484 ve 487 (Müsned-i Ahmed bin Hanbel ve Ebu Davud’dan nakil)
[86] Şualar,(2005) s.683
[87] Müdafaalar, Afyon Mahkemesi Kararnamesi, Mudafaa_m10_krrnm2 k13
[88] Lem’alar,(2005) s.161
[89] Sözler, s.779
[90] Tarihçe-i Hayat, s.222
[91] Şualar, s.1151
[92] ESDE(Divan-ı Harb-i Örfi), s.146
[93] Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s.82
[94] Emirdağ Lahikası-I, s.218
[95] Emirdağ Lahikası-I, s.97
[96] Emirdağ Lahikası-I, s.230
[97] Emirdağ Lahikası-II, s.873
[98] Kastamonu Lâhikası, s.358
[99] Sözler, s.1229