Esrâr-ı hafiye; sırr-ı insânî

“O Allah sırrı da bilir, ondan ahfâ olanı da… ” Çünkü O(cc) şüphesiz gizliyi de, gizlinin gizlisini de bilmektedir.

Risâle-i Nûr eserlerinde çok sırr-ı gâmız meseleler ve müşkül yerler olduğunu muhâtab olanlar bilirler. Zaman zaman bu tür mevzûlara cesâret edemeyiz. Hep ileriye te’hîr eder ve zamanla anlaşılacağı kanâati ile bekletiriz. İşte böyle bir mevzû’ esrâr-ı hafiye ve sırr-ı insânî konusu. Ancak şahs-ı mânevînin bereketi ve kuvve-i mânevîyesi ile epey süredir kendi âlem-i asgarıma yansıyan ve özellikle Risâle-i Nûr ve diğer okumalarımdan elde ettiğim sırr-ı insânî konusunu paylaşmak istedim. Bu konunun zorluğundan dolayı yazıyı hazırlarken epey güçlük çektiğimi de belirtmek isterim. Onun için yazıda bulunan müşevveşiyetler şahsımızın kusûrları, bütün güzellikler de şahs-ı mânevînin bereketi ve malıdır.

Risâle-i Nûrlardan öğrendiğimize göre sır bir latîfedir. Yânî bir duygudur. Biliyoruz ki bir latîfe-i Rabbâniye olan kalbin mazhar-ı hissiyât merkezi vicdandır. Duyguların toplandığı ve mazhar merkezi kalb komutasındaki vicdan aynı zamanda da fıtrat-ı zîşuûrdur.

“İnsanın meşhûr havâssından başka havâssı (duyuları, duyguları) vardır. Hem insanda gayr-ı meş’ur (duyulmayan, hissedilmeyen) hisler çoktur. ” Böylece insanda gayr-ı mütenâhî duygular, hissiyâtlar ve latîfeler sınırsızdır. Çünkü kâianattaki esmâ tecellilerini sınırlı duygularla idrâk etmek mümkün değildir. Öyleyse şu gelen mânâlar çok ehemmiyetlidir. “İnsanın fıtraten mâlik olduğu câmiiyetin acâibindendir ki: Sâni-i Hâkim şu küçük cisimde gayr-ı mahdûd(sayısız, sonsuz) envâ-ı rahmeti tartmak için gayr-ı ma’dûd (sınırsız) mîzânlar va’z etmiştir. Ve Esmâ-i Hüsnânın gayr-ı mütenâhî(sonsuz, sınırsız) mahfî(gizli) defînelerini fehmetmek için, gayr-ı mahsûr (hasrolunmamış, sınırsız) cihâzat ve âlât yaratmıştır. Meselâ, mesmûat(işitilen), mubsırât(görülen), me’kûlât(yiyecekler) âlemlerini ihâta eden insandaki duygular, Sâniin sıfât-ı mutlakasını(sonsuz sıfatlarını) ve geniş şuûnâtını(hâllerini ve işlerini) fehmetmek içindir. ”

Hem kâinat, hem insan, hem de kâinata tecelli eden esmâ ve mukaddes sıfatlar birer esrâr-ı kâinat ve esrâr-ı hafiye olan sırlardır. Bir nevî esrâr-ı günâgûn olan türlü türlü, renk renk gül goncaları misüllüdür. Hepsi gizli ve bilinmeyen hazînelerdir. İşte insanın nefsine takılan ve kendisi de gâyet muğlâk bir muammâ ve açılması müşkülküşâ bir tılsım ve sır olan ene o hazînelerin keşşâfı ve anahtarıdır. Eğer onun hakîkî mâhiyeti ve sırr-ı hilkati bilinse, kendisi açıldığı gibi kâinat hazîneleri dahi açılır.

Biz âcizâne kâianttaki esrârların insandaki sır latîfesi ile çok yakın alâkası olduğunu düşünüyoruz. Çünkü kâiantın esrârı çözüldükçe insandaki sır latîfesi de inkişâfa başlıyor ve esmâyı müşâhede merdivenleri ile arîflerin mi’râcı olabiliyor. Sırrı keşfetmekten dahâ çok idrâk etmeye ve onun hakîkî terakkîsine vesîle olan kâianat esrârlarının ve hazînelerinin keşfedilmesine hamletmek gerekiyor diye inanıyorum.

Meselâ yediğimiz yemeklerin vücûdumuzdaki organlara ve hücrelere sevkini ve nereye ne miktarda gittiğini bilmiyoruz. Ancak maddî vücûdumuzdaki yaptığı hizmeti idrâk edebiliyoruz. Duygu ve latîfelerimiz de mânevî azâlarımız ve cihazlarımızdır. Bediüzzamân Hazretleri onların isimlerini ve varlığını eserlerine almış ve gâyât’ül gâyaya sevkinin muharriki olarak da şerîatı göstermiştir.

İnsanın arş-ı kemâlat urûcunu sağlayan ve müşâhedetullah mi’râclarına çıkabilmek için istimâl ettiği latîfesi sır olmalıdır. İnsanda nasıl ki dil, göz, kulak gibi maddî azalar var; onlar gibi sır, sırrın sırrı, hafî, ahfâ denilen mânevî duygular ve latîfeler de vardır. Bu duygular kalbin sâfîleşmesi ve insanın mânen tekâmül etmesiyle kazanılan mertebelerdir.

Sırr insanda bulunan binlerce latîfeden sadece bir tanesidir. Bu latîfenin vazîfesi müşâhedetullah ma’kâmlarına şâhit olmaktır. Sırr insan kalbinde Allah’ı müşâhede eden Rabbânî bir duygudur. Böylece bir latîfe-i Rabbânîye olan sırrın vazîfesi “müşâhedetullahtır” diyebiliriz. İnsanda bulunan maddî ve mânevî her bir uzuv, Allah’a açılan bir pencere ve şuûnât-ı İlâhiyeyi gösteren şâhitlerdir.

İnsan îmân ve sırr-ı ihlâs ile kâinatın gizli hakîkatlerine mülâki olur, sanki gözüyle seyreder gibi o gizli hakîkatleri müşâhede eder. İşte bu müşâhede sırrını insan sırr-ı insânî ile yaşar. Öyleyse sır Cenâb-ı Hakk’ın ba’zı gizli hakîkatleri seyir için insanda emânet olarak bıraktığı mânevî bir latîfedir.

Sırr, müşâhedetullahın mahallî bulunan kalbdeki hoş ve lezzetli bir latîfedir. Bir nevî gizli hakîkatlerin mazharıdır. Allah’ın hikmetine, eşyâdaki esmâ tecellilerine ulaşmaya çalışan ve îmân ile inkişâf eden kalbî ya da vicdânî bir latîfedir de diyebiliriz. Allah’ın isim ve sıfatlarının kâinatta tecelli eden mânâ ve esâslarının, îmân sâyesinde keşfolunup okunması anlamında da görebiliriz. Eğer insanda sır hâkim olursa, o insan arîf-i billâh olur. O zaman en muğlâk, en mestûr, en müşkül hakîkatler onun nazarında alenîyâta dönüşür.

Îmân öyle bir nûrlu iksirdir ki; sutûr-ı kâinât altında bulunan sırlı hakîkatleri ve mânâları gösterip, sır olmaktan çıkarır. Bedîüzzamân Hazretleri sırrın, Allah’ın esmâ ve evsâflarının kâinatta tecelli eden mânâlarını îmân sayesinde keşfolunup okunması olarak ifâde eder. Allah’ın isim ve sıfatlarının, esrâr ve sır olarak kalması ve okunamaması küfür ve dalâletten dolayıdır. Îmân bu perdeyi yırttığı için, hakîkatler sır olmaktan çıkarak, müşâhede edilmiş olur.

Bedîüzzamân Hazretleri îmân, ilim ve latîfelerin vazîfelerini ve mâhiyetini şu cümlelerle îzâh etmiştir.”Hem îmân yalnız ilim ile değil; îmânda çok letâifin hisseleri var. Nasıl ki, bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif âsâba, muhtelif bir sûrette inkısâm edip tevzî’ olunuyor. İlimle gelen mesâil-i îmâniye dahi, akıl midesine girdikten sonra, derecâta göre rûh, kalb, sır, nefis ve hâkezâ, letâif kendine göre birer hisse alır, masseder. Eğer onların hissesi olmazsa noksandır. ” Öyleyse kalb, rûh, akıl, sır gibi letâifin imân ve ilim vasıtasıyla çok terakkiyât ve tefeyyüzleri vardır. Herbir insanda herbir latîfenin ayrı ayrı vazîfe-i ubûdiyetleri, ayrı ayrı lezzetleri ve elemleri vardır. Hem insan bir kalbden ibâret değildir. İnsanda, kalbden başka akıl, rûh, sır, nefis gibi mevcût olan letâif ve hâsseleri kendilerine mahsûs vezâife sevk ederek zengin bir dairede, kalbin kumandası altında ifâ-yı ubûdiyetlerini yaparlar.

Âlem-i emrin yanî maddesiz, zamansız ve ölçüye girmeyen âlemin beş mertebesinden birisi de sırrdır. Tasavvuf yolculuğunda ise rûhun üstündeki derecedir diye ta’rîf edilir. Âlem-i emrin birinci basamağı kalbdir. Bu yolda kalbi geçtikten sonra sırasıyla rûh, sır, hafî ve ahfâ mertebelerinde ilerlenir. Üstad Bedîüzzamân Hazretleri de İmâm-ı Rabbânî’den nakille “Letâif-i aşere, İmam-ı Rabbânî kalb, rûh, sır, hafî, ahfâ, insanda anâsır-ı erbaanın herbir unsurdan o unsura münâsîb bir latîfe-i insâniye tâbîr ederek, seyr-i sülûkta her mertebede bir latîfenin terakkiyatı ve ahvâlinden icmâlen bahsetmiştir. ” demektedir. İmâm-ı Rabbânî’de “Âlem-i emrin bu beş latîfesini anlamak ve bunlar üzerinde bilgi edinmek, ancak Muhammed aleyhisselâmın izinde gidenlerin büyüklerine nasîb olmuştur.” der.

Araştırma ve okumalarımda sır ile ilgili bilgilerin icmâlîni söylemek gerekirse gizli şey demek olan sır mutasavvıf ehlince, kalbe bağlı Rabbimizin bize emâneti olan bir latîfedir. İnsan vücûdu için rûh ne ise kalbde de sır öyle bir mânâ ifâde eder. Hafî ise gizli, kapaklı ve saklı mânâlarına gelir ve sırra göre daha muğlâk ve derin kalbin Rabbâni hakîkatleri temâşâya açılan bir menfezi hükmündedir. Ahfâ ise sanki sırrın da sırrı hükmünde en gizli ve en kapalı, hatta ihâta edilemeyen hakîkatlere açılan Rabbâni bir pencere hükmündedir. Sırr, ehl-i hakîkatçe kalbin ulaştığı malûmatları Allah’ın inâyeti ile müşâhede tertîbâtıdır. Hafî ise yüce Allah’ın ulûhiyet sırlarının atlası hükmündedir diyebiliriz. Ahfâ da kâinattaki esmâ hazînelerinin esrârlı bir anahtarı hükmünde olup ene ile birlikte künûz-u mahfîyeyi keşfetmektedir.

O halde mü’minde rûhtan kalbe, kalbden sırra, sırdan hafiye, hafîden ahfâya bir mertebe ve inkişâf olur. Bu yükseliş ise ancak Allah’ın inâyeti ile mümkündür. “Madem böyledir. Hayat-ı maddîye-i nefsîyeyi bırak; kalb ve rûh ve sırrın derece-i hayatlarına çık, bak: Ne kadar geniş bir daire-i hayatları var! ”

Bâkî ÇİMİÇ

bakicimic@hotmail.

http://www.yeniasya.com.tr/yazi_detay2.asp?id=703

“Esrâr-ı hafiye; sırr-ı insânî” için 2 yorum

  1. hocam Allah razı olsun istifade ettik yanlız yazınızda kelimelerin çoğu bitişik yazılmış okumak gayet zor selam ve hürmetlerimle

  2. Aziz kardeşim Ümit,yazıları diğer sitenin arşivinden taşırken bazı problemler oluşmuş durumda. İnşâallah zaman içersinde düzenlemeleri yapmaya çalışacağız. İlginiz için çok teşekkürler. Selâm,duâ ve muhabbetlerimle…

ümit girgin için bir cevap yazın Cevabı iptal et

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir