Günahların Tehâcümâtı

Asrımız çok problemli bir asırdır. Üstadımızın ta’bîrince “fitne ve fesat, helâket ve felâket asrı”dır. Bu zamanda günahlar insanları çok çabuk sarıyor ve insanlar günahların tehâcümâtına karşı zorlanıyorlar. Hatta ba’zı insanlar kolayca o günahlara isteyerek giriyor ve birçok kebâiri kolayca işleyebiliyor.

Hatta ehl-i îmân dahi bu asrın günahlarından sakınmakta çok zorlanıyorlar. Yine Üstadımızın ifâdesi ile her taraftan bizleri saran günahlara karşı şahsî ibâdetler ve takva bu zamanda kurtuluşa vesîle olamayacağı Risale-i Nur mektupları içersinde yerini alıyor.

Öyleyse neler yapmalıyız ve yapabiliriz? Bu günahlardan sakınmak, çekinmek ve uzak durmak için hangi çarelere başvurmamız gerekir?

Bu asırda işlenen bir kebâir bir kalmıyor ve intişar ederek milyonlarla günah oluyor ve sebeb olunan kişilerin de günahları o kişinin omuzlarına yükleniyor. Bu acîb haletten kurtulmak için neler yapılmalıdır?

Günahlar kalb ve rûhumuzda yaralar açıyor. Bu yaraları nasıl tedâvi etmeliyiz?

Ba’zen dinliyor ve okuyoruz ki ba’zı insanlar tam bir niyet-i ihlâs ve gayretle günahlardan kaçınmak için çalışıyor ve çabalıyor. Bir süre sonra tekrar aynı günahlara düşüyor. Bunun sebepleri ve tekrar düşmemesi ve kaymaması için neler yapılabilir ve tavsiyeler edilebilir?

İnşallâah öncelikle Risale-i Nurlardan günahlar ve kebâirler ve kurtulma çarelerini araştırarak paylaşalım istiyoruz.

İkinci Lem’ada “Öyle de, bizleri, günahlardan gelen yaralar ve yaralardan hâsıl olan vesveseler, şüpheler-neûzu billâh-mahall-i îmân olan bâtın-ı kalbe ilişip îmânı zedeler ve îmânın tercümanı olan lisanın zevk-i rûhanîsine ilişip zikirden nefretkârâne uzaklaştırarak susturuyorlar. Evet, günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u îmânı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor.(İkinci Lem’a)” denilmektedir.
İnsan Rabbimiz tarafından çok mükemmel olarak yaratılmış ve eşref-i mahlûkat unvanına sahip ve esmâ-i hüsnâya en cami bir ayinedir.

Hem insan, Yüce Allah’ı en mükemmel olarak tesbih, tahsin ve tahmid ile ubûdiyet yaparak yaratılanların en mükemmeli ve şümûllüsüdür. Bu isti’dâd ve donanım ile insan yaratılmıştır.

Bu donanımı nasıl kullanacağı ve ala-i illiyyine nasıl ulaşacağı insana tebliğ edilmiş ve kullanma kılavuzu ve Yaver-i Ekrem(asm) ile de bütün sırlaş ifşâ’ edilerek bildirilmiştir. İnsanın bu cihetle hiç bir i’tirâzı olamaz.

Ancak insan bu dünyaya imtihân olmak için gönderilmiştir. İmtihânı da Rabbini tanımak ve ona kulluk ve ubûdiyet yaparak O’nu râzı etmektir.

Allah cebir ile kullarına muamele yapmaz. İnsana irâde-i cüz’iyye vermiş, din ile onu teklif altına almış ve akla kapı açarak irâdesini elinden almamıştır. Çünkü din bir imtihândır, akla kapı açar irâdeyi elden almaz.

Ancak bu imtihân sürecinde insana emirler ve yasaklar bildirilmiş ve bunların neticeleri de net olarak tebliğ edilmiştir. Bundan sonrası ise insanın irâdesine bırakılmış. Ancak neticesine katlanmak şartı ile.

İşte insanın önüne açılan bu imtihânda insanların bir kısmı önce îmân ile hayatlanmış ve îmân hayata te’sîr ederek helal dairesinde hayatını devam ettirmiştir.

Ba’zıları da yasaklara meyletmiştir. O insanları haramlara ve günahlara götüren en önemli sebep zaaf-ı îmândır. Çünkü îmân kalbde ve kafada mânevî bir yasakçıdır. O îmân hayata te’sîr etmesi için mutlaka kuvvetli bir îmân olması gerekir ve o îmân devamlı takviyeye, tecdide ve kuvve-i mânevîyeye muhtaçtır. Çünkü her günah kalbi yaralar îmânı zaafa uğratır. Zaafa uğrayan kalbdeki îmân şeytanın vesveselerine ve nefisten gelen fenaâ meyelanlara mağlup olacak ve kul bu aşamadan sonra kolayca günahları işleyebilecektir.

Öyleyse bütün gayretimizle îmânı kuvvetli tutmanın yollarını aramalı ve her gün ve her an kullandığımız ekmek, su ve hava gibi îmânî ilimlere tahşidat yapmalıyız ve mânevî cephemizin gıdasını her zaman vermeliyiz.

Yüce Allah insana sırırsız duygular vermiş. Fıtrî olarak bu duygulara sınır konulmamış. Ancak peygamberlerle ve teklifle fıtratça sınırsız olan duygular istikamet üzere alınmış ve insanlar irâdeleri ile teklife giriftar edilmişlerdir. Her insana elmas ve kömür isti’datlar verilmiştir.

İsti’dad, bir insana verilmiş olan açığa çıkmış ve çıkmamış olan bütün kabiliyetlerdir. Ya’nî isti’dat potansiyel kabiliyetler bütünüdür. İnsanlar bu sınırsız duygularını din olmadan vasatta tutamaz ifrat ve tefrite kayarak zulme düşer. Duyguların ifrat ve tefriti ise seyyiattır. Yüce Allah kullarını bu seyyiattan korumak ve insanları istikamette tutmak için teklifi sunmuş ve o teklifi taşıyabilecek donanımı da insana vermiştir.

O zaman Hz. Âdem(as)’ın işlediği ma’lûm günahta da bu istikametten kayma vardır ve Hz. Âdem(as) kuvve-i şeheviyesinin ifratı ile ve bir an şeytana kuvve-i akliyesinin de aldanması ile istikametten çıkarak o ma’lûm günahı işlemiş ve cezası olarak da dünyaya gönderilmiştir.

İsti’dad olmadan seyyiat işlenmez. Seyyiat isti’datlarımızın vasattan uzaklaşması ise insan isti’dadı çerçevesinde ifrat ve tefrite kayarak irâdesini kullanıp seyyiatı işlemektedir. Ya’nî insan ifrat ve tefrite cebirle zorlanarak gönderilmemiştir. Bu kayışta teklif karşısında nefis, hevâ, heves ve şeytana aldanış vardır.

Kuvve-i şeheviye, kuvve-i akliye ve kuvve-i gadabiye duygularının aşılılıkları olan ifrat ve tefrit mertebelerine kayan ve irâdesi ile o mertebere düşen insan direk olarak günahları işlemiş oluyor.

Hem duygular sınırsız olduğu için Kur’anda gösterilen “Es sıratel müstakim” olarak gösterilen vasatın dışı aynı zamanda isti’datın istediği bir haldir. Dince burası ise zulümdür ve seyyiattır. O halde insan vasatın dışına kayan sınırsız olan duyguları ile bir nevî seyyiatı istemektedir. Ancak teklifi kabul eder ve helal dairesinde ve emir dairesinde kalırsa o zaman seyyiattan korunmuş ve istikamet üzere kalmış olur. Zaten insanın terakkisi ve tekemmülü de bu vasat üzere devam ile olur.

Ve keza insan vücut, icad, hayır, ef’al cihetiyle pek küçük, nâkıs olmakla karıncadan, arıdan ednâ, örümcekten daha zayıftır. Fakat adem, tahrip, şer, infial cihetiyle semâvat, arz, cibalden daha büyüktür. Meselâ, Hasenat yaptığı zaman, habbe habbe yapar. Seyyiat yaparsa kubbe kubbe yapar. Evet, meselâ küfür seyyiesi bütün mevcudatı tahkir eder, kıymetten düşürür.

Ve keza, insanın bir cihetle kıl kadar bir ihtiyarı, zerre kadar bir iktidarı, şuâ kadar bir hayatı, dakika kadar bir ömrü, cüz’î bir cüz kadar mevcudiyeti varsa da, diğer cihetle hadsiz bir acz ve fakrı da vardır.

Keza, insan hayat-ı dünyeviye cihetiyle bir çekirdek olup, pek büyük semere ve sümbüller vermek için kendisine tevdi edilen cihazatı, bazı maddeleri elde etmek için tavuk gibi toprakları, gübreleri, necisleri eşmeye sarf eder, faydasız tefessüh eder.

Ve keza, insan fiil ve sa’yi cihetiyle zayıf bir hayvan olup dâire-i sa’yi pek dardır. (Mesnevî-i Nuriye – Onuncu Risale)

Evet, Kur’ân’ın dediği gibi, insan, seyyiâtından tamamen mes’uldür. Çünkü seyyiâtı isteyen odur.( Yirmi Altıncı Söz)

“Sana her ne iyilik erişirse Allah’tandır. Sana her ne kötülük gelirse, o da kendi kusurun sebebiyledir.” (Nisâ Sûresi, 4:79.)

İnsan aldanır ve hata yapabilir. Maharet odur ki hatasını anlasın ve dönsün. Ancak şeytan insana hatasını göstermez ve kabul ettirmez.

İnsan eğer hatasını görmez ve kabul etmezse ve tövbe edip o günahlarını imha etmezse büyük bir vartaya düşmüş demektir. Şeytan bu halinden çok istifade edecektir.

Hatta insan günah işlemeye devem ettikçe o günahta ısrarı neticesinde bir ülfet ve alışma ve meleke kazanarak daha o günahı terk edemez duruma gelebilir. Allah muhafaza çok zor bir hal kazanılmış olur.

Üstadımız bu hakikate şöyle işaret eder. “Mâsiyetin mahiyetinde, bilhassa devam ederse, küfür tohumu vardır. Çünkü, o mâsiyete devam eden, ülfet peyda eder, sonra ona âşık ve müptelâ olur. Terkine imkân bulamayacak dereceye gelir. Sonra o mâsiyetinin ikaba mûcip olmadığını temenniye başlar. Bu hal böylece devam ettikçe, küfür tohumu yeşillenmeye başlar. “(Mesnevi-i Nuriye)

Yukarıdaki hale düşmemek için acilen tövbe ve istiğfarla günahlardan temizlenmek gerekir.

İşte Üstadımızın bu mânâda tavsiye ve kurtuluş reçeteleri. “Evet, günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u îmânı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor.(İkinci Lem’a)

İnsanın cihazat cihetiyle zenginliği şu sırdandır ki: Akıl ve fikir sebebiyle, insanın hasseleri, duyguları fazla inkişaf ve inbisat peydâ etmiştir. Ve ihtiyâcâtın kesreti sebebiyle, çok çeşit çeşit hissiyat peydâ olmuştur. Ve hassasiyeti çok tenevvü etmiş ve fıtratın câmiiyeti sebebiyle pek çok makasıda müteveccih arzulara medar olmuş; ve pek çok vazife-i fıtriyesi bulunduğu sebebiyle, âlât ve cihâzâtı ziyade inbisat peydâ etmiştir. Ve ibâdâtın bütün envâına müstaid bir fıtratta yaratıldığı için, bütün kemâlâtın tohumlarına câmi bir istidat verilmiştir.İşte, şu derece cihazatça zenginlik ve sermayece kesret, elbette ehemmiyetsiz, muvakkat şu hayat-ı dünyeviyenin tahsili için verilmemiştir. Belki, şöyle bir insanın vazife-i asliyesi, nihayetsiz makasıda müteveccih vezâifini görüp, acz ve fakr ve kusurunu ubûdiyet suretinde ilân etmek; ve küllî nazarıyla mevcudatın tesbihatını müşahede ederek şehadet etmek; ve nimetler içinde imdâdât-ı Rahmâniyeyi görüp şükretmek; ve masnuatta kudret-i Rabbâniyenin mucizâtını temâşâ ederek nazar-ı ibretle tefekkür etmektir.

Ey dünyaperest ve hayat-ı dünyeviyeye âşık ve sırr-ı ahsen-i takvimden gafil insan! Şu hayat-ı dünyeviyenin hakikatini bir vakıa-i hayaliyede Eski Said görmüş. Onu Yeni Said’e döndürmüş olan şu vakıa-i temsiliyeyi dinle: Gördüm ki, ben bir yolcuyum. Uzun bir yola gidiyorum, yani gönderiliyorum. Seyyidim olan zat, bana tahsis ettiği altmış altından, tedricen birer miktar para veriyordu. Ben de sarf edip pek eğlenceli bir hana geldim. O handa, bir gece içinde on altını kumara mumara, eğlencelere ve şöhretperestlik yoluna sarf ettim. Sabahleyin elimde hiçbir para kalmadı. Bir ticaret edemedim. Gideceğim yer için bir mal alamadım. Yalnız o paradan bana kalan elemler, günahlar ve eğlencelerden gelen yaralar, bereler, kederler benim elimde kalmıştı.( Yirmi Üçüncü Söz)

Gafil olan insan, kendi vazifesini terk eder, Allah’ın vazifesiyle meşgul olur. Evet, insan, gafletten dolayı, iktidarı dahilinde kolay olan ubûdiyet vazifesinin terkiyle, zayıf kalbiyle rububiyet vazife-i sakîlesinin altına girer, altında ezilir. Ve aynı zamanda bütün istirahatini kaybetmekle âsi, şakî, hâin adamların partisine dahil olur.

Evet, insan bir askerdir. Askerlik vazifesi başka, hükûmetin vazifesi başkadır. Askerlik vazifesi tâlim, cihad gibi din ve vatanı koruyacak işlerdir. Hükûmetin vazifesi ise, erzakını, libasını, silâhını vermektir. Binaenaleyh, erzakını temin için askerliğe ait vazifesini terk edip ticaretle-meselâ-iştigal eden bir asker, şakî ve hâin olur. Bu itibarla, insanın Allah’a karşı ubûdiyet, vazifesidir. Terk-i kebâr, takvâsıdır. Nefis ve şeytanla uğraşması, cihadıdır.

Amma gerek nefsine, gerek evlât ve taallûkatına hayat malzemesini tedarik etmek Allah’ın vazifesidir. Evet, madem hayatı veren Odur. O hayatı koruyacak levazımatı da O verecektir. Yalnız, hükûmetin asker için ofislerde cem ettiği erzakı askerlere taşıttırdığı, temizlettirdiği, öğüttürdüğü, pişirttiği gibi, Cenab-ı Hak da hayat için lâzım olan levazımatı küre-i arz ofisinde yaratıp cem ettikten sonra, o erzakın toplanmasını ve sair ahvalini insana yaptırır ki, insana bir meşguliyet, bir eğlence olsun ve atâlet, betâlet azabından kurtulsun.

Ey insan! Rahm-ı mâderde iken, tıfl iken, ihtiyar ve iktidardan mahrum bir vaziyette iken, seni pek leziz rızıklarla besleyen Allah, sen hayatta kaldıkça o rızkı verecektir. Baksana: Her bahar mevsiminde sath-ı arzda yaratılan enva-ı erzakı kim yaratıyor ve kimler için yaratıyor? Senin ağzına götürüp sokacak değil ya! Yahu, eğlencelere, bahçelere gidip dallarda sallanan o güleç yüzlü leziz meyveleri koparıp yemek zahmet midir? Allah insaf versin! Hülâsa: Allah’ı itham etmekle işini terk edip Allah’ın işine karışma ki, nankör âsiler defterine kaydolmayasın.( Mesnevî-i Nuriye – Onuncu Risale)

Hem mektubunuzda yedi kebâiri soruyorsunuz. Kebâir çoktur; fakat ekberü’l-kebâir ve mûbikat-ı seb’a tâbir edilen günahlar yedidir:
  1. Katl,
  2. Zina,
  3. Şarap,
  4. Ukûk-u vâlideyn (yani kat-ı sıla-i rahm),
  5. Kumar,
  6. Yalancı şehadetlik,
  7. Dine zarar verecek bid’alara taraftar olmaktır.( Barla Lâhikası – Mektup No: 257)
Bugünlerde hatırıma geldi ki, hayat-ı içtimaiyeye giren hangi şeye temas etse, ekseriyetle günahlara mâruz kalıyor. Her cihette günahlar serbestçe insanı sarıyorlar.

“Bu kadar günahlara karşı insanın hususî ibadet ve takvâsı nasıl mukabele edebilir?” diye meyusâne düşündüm.

Hayat-ı içtimaiyedeki Risale-i Nur talebelerinin vaziyetlerini tahattur ettim.

Risale-i Nur şakirtleri hakkında necatlarına ve ehl-i saadet olduklarına dair kuvvetli işaret-i Kur’âniyeyi ve beşaret-i Aleviyeyi ve Gavsiyeyi düşündüm.

Kalben dedim ki: “Herbiri bin yerden gelen günahlara karşı bir dille nasıl mukabele eder, galebe eder, necat bulur?” diye mütehayyir kaldım. Bu tahayyürüme mukabil ihtar edildi ki:

Risale-i Nur’un hakikî ve sadık şakirtlerinin mâbeynlerindeki düstur-u esasiye olan iştirak-i a’mâl-i uhreviye kanunuyla ve samimî ve hâlis tesanüd sırrıyla herbir hâlis, hakikî şakirt, bir dille değil, belki kardeşleri adedince dillerle ibadet edip istiğfar eder.

Bin taraftan hücum eden günahlara, binler dille mukabele eder. Bazı melâikenin kırk bin dille zikrettikleri gibi, hâlis, hakikî, müttakî bir şakirt dahi kırk bin kardeşinin dilleriyle ibadet eder, necata müstehak ve inşaallah ehl-i saadet olur.

Risale-i Nur dairesinde sadakat ve hizmet ve takvâ ve içtinab-ı kebâir derecesiyle o ulvî ve küllî ubûdiyete sahip olur. Elbette, bu büyük kazancı kaçırmamak için, takvâda, ihlâsta, sadakatte çalışmak gerektir.( Kastamonıu Lâhikası – Mektup No: 65 )

Evet, yukarıdaki mektup günahlar karşısında bizlere çok önemli bir reca kapısı ve müjdedir. Çünkü bu zamanda bizleri saran günahlara karşı dayanabileceğimiz ve karşı koyabileceğimiz kuvve-i mânevîyemizdir. Hem şahsilikten ve ferdilikten çıkıp şahs-ı meneviye ve iştirak-i amal ile külli sevaplar kazanabileceğimiz bir kuvvettir.

Hem her bir kardeşimizin adına dua etmek ve istiğfar etmekle cemaatleşmenin bereketi ve kuvvetine kavuşmaktır.

Hatta böyle mütesanit bir cemaate sırr-ı ihlas ile girip iştirak etmekle ölüm gelse bile mânevî olarak diğer kardeşlerimizin ruhu devam ettiğinden sevap cihetiyle ölmüyorum ve yaşıyorum diyebilmektir.

O zaman bu asrımızın bizlere hücum eden günahlarına karşı iştirak-i amal düsturu ve şahs-ı mânevî havuzuna dehalet etmekle kurtulma yoluna çok acele olarak dahil olmalıyız. Böylece herkes derecesine göre hissedar olacaktır inşallah.

Kötü hasletler, bâtıl itikadlar, günahlar, bid’alar mânevî kirlerden olduklarını unutmamalıyız.(Risale-i Nurlardan Haşiye)

Gençlik sersemliğiyle zayi ettiğim sermaye-i ömrümün meyvelerini, bütün günahlar, hatîatlar gördüm.( Yirmi Altıncı Lem’a)

Günahlar, hayat-ı ebediyede daimî hastalıklardır; bu hayat-ı dünyeviyede dahi kalb, vicdan, ruh için mânevî hastalıklardır.( Yirmi Beşinci Lem’a)

Ey Rabb-i Rahîmim ve ey Hâlık-ı Kerîmim! Benim sû-i ihtiyarımla ömrüm ve gençliğim zayi olup gitti. Ve o ömür ve gençliğin meyvelerinden elimde kalan, elem verici günahlar, zillet verici elemler, dalâlet verici vesveseler kalmıştır. Ve bu ağır yük ve hastalıklı kalb ve hacâletli yüzümle kabre yakınlaşıyorum. Bilmüşahede, göre göre, gayet sür’atle, sağa ve sola inhiraf etmeyerek, ihtiyarsız bir tarzda, vefat eden ahbap ve akran ve akaribim gibi, kabir kapısına yanaşıyorum.( On Yedinci Lem’a)

Evet muhterem kardeşlerim, dikkat etmemiz gerekiyor, dikatle bakmamız gerekiyor ve dikkatle yazmamız gerekiyor.

Hem “Eyvah, aldandık! Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zayi ettik. Evet, şu güzerân-ı hayat bir uykudur; bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi bir rüzgâr gibi uçar, gider.(17.Söz)” hakîkatine mazhâr olmamak için azamî gayret ve ciddiyetle teyakkuz halinde olmamız gerekiyor.

Aziz, sıddık, hâlis, muhlis kardeşlerim ve hizmet-i Kur’âniyede ciddî, hakikî arkadaşlarım, Bu yakında hem Isparta’da, hem bu havalide Risale-i Nur’un İhlâs Lem’aları intişara başladığı münasebetiyle ve bir iki küçük hadise cihetiyle şiddetli bir ihtar kalbe geldi. Riyaya dair Üç Nokta yazılacak.

Birincisi: Farz ve vaciplerde ve şeâir-i İslâmiyede ve sünnet-i seniyenin ittibâında ve haramların terkinde riya giremez; izharı, riya olamaz-meğer, gayet za’f-ı îmânla beraber, fıtraten riyakâr ola. Belki, şeâir-i İslâmiyeye temas eden ibadetlerin izharları, ihfâsından çok derece daha sevaplı olduğunu, Hüccetü’l-İslâm İmam-ı Gazâlî (r.a.) gibi zatlar beyan ediyorlar. Sâir nevafilin ihfası çok sevaplı olduğu halde, şeaire temas eden, hususan böyle bid’alar zamanında ittibâ-ı sünnetin şerafetini gösteren ve böyle büyük kebâir içinde, haramların terkinde takvâyı izhar etmek, değil riya, belki ihfâsından pek çok derece daha sevaplı ve hâlistir.

İkinci nokta: Riyaya insanları sevk eden esbabın,
Birincisi: Za’f-ı îmândır. Allah’ı düşünmeyen, esbaba perestiş eder, halklara hodfuruşlukla riyakârâne vaziyet alır. Risale-i Nur şakirtleri, Risale-i Nur’dan aldıkları kuvvetli îmân-ı tahkikî dersiyle esbaba ve nâsa ubûdiyet noktasında bir kıymet, bir ehemmiyet vermiyor ki, ubûdiyetlerinde onlara gösterişle riya etsinler.

İkinci sebep: Hırs ve tamah, za’f-ı fakr noktasında teveccüh-ü nâsı celbine medar riyâkârâne vaziyet almaya sevk ediyor.
Risale-i Nur’un şakirtleri, iktisat ve kanaat ve tevekkül ve kısmetine rıza gibi, Risale-i Nur’un dersinden aldıkları izzet-i îmâniye, inşaallah onları riyadan ve dünya menfaatleri için hodfuruşluktan men eder.

Üçüncü sebep: Hırs-ı şöhret, hubb-u cah, makam sahibi olmak, emsaline tefevvuk etmek gibi hisler ve insanlara iyi görünmek, tasannukârâne (haddinden fazla kendine ehemmiyet verdirmek) ve tekellüfkârâne (lâyık olmadığı yüksek makamlarda görünmek) tarzını takınmakla riya eder.
Risale-i Nur şakirtleri, ene‘yi, nahnü‘ye tebdil ettikleri, yani enaniyeti bırakıp, Risale-i Nur dairesinin şahs-ı mânevisinin hesabına çalışması, ben yerine biz demeleri;ve ehl-i tarikatın fenâ fi’ş-şeyh, fenâ fi’r-resul ve nefs-i emmareyi öldürmek gibi riyadan kurtaran vasıtaların bu zamanda birisi de fenâ fi’l-ihvan, yani şahsiyetini kardeşlerinin şahs-ı mânevîyesi içinde eritip öyle davrandığı için, inşaallah, ehl-i hakikatin riyadan kurtulmaları gibi, bu sırla onlar da kurtulurlar.

Üçüncü nokta: Vazife-i diniye itibarıyla nâsa hüsn-ü kabul ettirmek, o makamın iktiza ettiği yüksek tavırlar ve vaziyetler, hodfuruşluk ve riya sayılmaz ve sayılmamalı-meğer o adam, o vazifeyi, kendi enaniyetine tâbi edip istimal ede.

Evet, bir imam, imamet vazifesinde tesbihatları izhar eder, ismâ eder; hiçbir cihette riya olamaz. Fakat vazife haricinde o tesbihatları âşikâre halklara işittirmeye riya girebildiği için, gizlisi daha sevaplıdır.

Risale-i Nur’un hakikî şakirtleri, neşriyat-ı diniyelerinde ve ittibâ-ı sünnetteki ibadetlerinde ve içtinab-ı kebâirdeki takvâlarında, Kur’ân hesabına vazifedar sayılırlar. İnşaallah riya olmaz. Meğer ki, Risale-i Nur’a, başka bir maksad-ı dünyeviye için girmiş ola. Daha yazılacaktı, fakat bir tevakkuf hali kesti.( Kastamonıu Lâhikası – Mektup No: 117)


Şeytanın mühim bir desisesi: İnsana kusurunu itiraf ettirmemektir. Tâ ki, istiğfar ve istiâze yolunu kapasın. Hem nefs-i insaniyenin enaniyetini tahrik edip, tâ ki, nefis kendini avukat gibi müdafaa etsin; âdeta taksirattan takdis etsin. Evet şeytanı dinliyen bir nefis, kusurunu görmek istemez; görse de, yüz tevil ile tevil ettirir.
وَ عَيْنُ الرِّضَا عَنْ كُلِّ عَيْبٍ كَلِيلَة sırriyle: Nefsine nazar-ı rıza ile baktığı için ayıbını görmez. Ayıbını görmediği için itiraf etmez, istiğfar etmez, istiaze etmez; şeytana maskara olur.

Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm gibi bir Peygamber-i Âlîşan,اُبَرِّئُ نَفْسِى اِنَّ النَّفْسَ َلاَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ اِلاَّ مَا رَحِمَ رَبِّى وَمَا dediği halde, nasıl nefse itimad edilebilir? Nefsini ittiham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiaze eder. İstiaze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar; itiraf etse, afva müstehak olur.(Lemalar : 13.Lema : 13.isaret : 2.Nokta)

Birinci Hastalık: “Ye’s”tir.
Arkadaş! Amele ve taate muvaffak olamayan azabdan korkar, yeise düşer.

Böyle bir me’yusun gözüne, dinî mes’elelere münafî edna ve zayıf bir emare, kocaman bir bürhan görünür.

Böyle birkaç emareyi elde eder etmez, diğer emarelerin saikasıyla ilân-ı isyan ederek İslâm dairesinden çıkar, şeytanın ordusuna iltihak eder.

Binaenaleyh a’male muvaffak olamayanlar, yeise düşmemek için şu âyete müracaat etsin:
قُلْ يَا عِبَادِىَ الَّذِينَ اَسْرَفُوا عَلَى اَنْفُسِهِمْ لاَ تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللَّهِ اِنَّ اللَّهَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ جَمِيعًا اِنَّهُ هُوَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ ( “De ki: Ey günahta aşırı giderek nefislerine zulmetmiş olan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Muhakkak ki Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.” Zümer Sûresi, 39:53.)

İkinci şık ki, “Günah-ı kebireyi işleyen nasıl mü’min kalabilir?” diye suallerine cevap ise:

Evvelâ, sabık işaretlerde onların hatası kat’î bir surette anlaşılmıştır ki, tekrara hâcet kalmamıştır. Saniyen, nefs-i insaniye, muaccel ve hazır bir dirhem lezzeti, müeccel, gaip bir batman lezzete tercih ettiği gibi, hazır bir tokat korkusundan, ileride bir sene azaptan daha ziyade çekinir.

Hem insanda hissiyat galip olsa, aklın muhakemesini dinlemez. Heves ve vehmi hükmedip, en az ve ehemmiyetsiz bir lezzet-i hazırayı ileride gayet büyük bir mükâfâta tercih eder. Ve az bir hazır sıkıntıdan, ileride büyük bir azâb-ı müeccelden ziyade çekinir. Çünkü tevehhüm ve heves ve his, ileriyi görmüyor, belki inkâr ediyorlar. Nefis dahi yardım etse, mahall-i îmân olan kalb ve akıl susarlar, mağlûp oluyorlar. Şu halde, kebâiri işlemek îmânsızlıktan gelmiyor, belki his ve hevesin ve vehmin galebesiyle akıl ve kalbin mağlûbiyetinden ileri gelir.

Hem sabık işaretlerde anlaşıldığı gibi, fenalık ve hevesat yolu, tahribat olduğu için, gayet kolaydır. Şeytan-ı ins ve cinnî, çabuk insanları o yola sevk ediyor. Gayet câ-yı hayret bir haldir ki, âlem-i bekanın-nass-ı hadisle-sinek kanadı kadar bir nuru, ebedî olduğu için, bir insanın müddet-i ömründe dünyadan aldığı lezzet ve nimete mukabil geldiği halde, bazı biçare insanlar, bir sinek kanadı kadar bu fâni dünyanın lezzetini, o bâki âlemin bu fâni dünyasına değer lezzetlerine tercih edip şeytanın arkasında gider.

İşte bu sırlar içindir ki, Kur’ân-ı Hakîm, mü’minleri pek çok tekrar ve ısrar ile, tehdit ve teşvik ile, günahtan zecir ve hayra sevk ediyor.

Bir zaman Kur’ân-ı Hakîmin bu tekrar ile şiddetli irşâdâtı bana bu fikri verdi ki, bu kadar mütemâdi ihtarlar ve ikazlar, mü’min insanları sebatsız ve hakikatsiz gösteriyorlar. İnsanın şerefine yakışmayacak bir vaziyet veriyorlar. Çünkü, bir memur, âmirinden aldığı birtek emri itaatine kâfi iken, aynı emri on defa söylese, o memur cidden gücenecek. “Beni itham ediyorsun; ben hain değilim” der. Halbuki, en hâlis mü’minlere Kur’ân-ı Hakîm musırrâne, mükerrer emrediyor.

Bu fikir benim zihnimi kurcaladığı bir zamanda, iki üç sadık arkadaşlarım vardı. Onları şeytan-ı insînin desiselerine kapılmamak için pek çok defa ihtar ve ikaz ediyordum. “Bizi itham ediyorsun” diye gücenmiyorlardı. Fakat ben kalben diyordum ki: “Bu mütemâdiyen ihtarlarımla bunları gücendiriyorum, sadakatsizlikle ve sebatsızlıkla itham ediyorum.”
Sonra, birden, sabık işaretlerde izah ve ispat edilen hakikat inkişaf etti. O vakit, o hakikatle hem Kur’ân-ı Hakîmin tam mutabık-ı mukteza-yı hal ve yerinde ve israfsız ve hikmetli ve ithamsız bir surette ısrar ve tekrârâtı yaptığı ve ayn-ı hikmet ve mahz-ı belâgat olduğunu bildim. Ve o sadık arkadaşlarımın gücenmediklerinin sırrını anladım. O hakikatin hülâsası şudur ki:

Şeytanlar, tahribat cihetinde sevk ettikleri için, az bir amel ile çok şerleri yaparlar. Onun için, tarik-i hakta ve hidayette gidenler, pek çok ihtiyat ve şiddetli sakınmaya ve mükerrer ihtârâta ve kesretli muavenete muhtaç olduklarındandır ki, Cenâb-ı Hak, o tekrarat cihetinde bin bir ismiyle ehl-i îmâna muavenetini takdim ediyor ve binler merhamet ellerini imdadına uzatıyor. Şerefini kırmıyor, belki vikaye ediyor. İnsanın kıymetini küçük düşürtmüyor, belki şeytanın şerrini büyük gösteriyor.

İşte, ey ehl-i hak ve ehl-i hidayet! Şeytan-ı ins ve cinnînin mezkûr desiselerinden kurtulmak çaresi: Ehl-i Sünnet ve Cemaat olan ehl-i hak mezhebini karargâh yap ve Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın muhkemat kalesine gir ve Sünnet-i Seniyyeyi rehber yap, selâmeti bul.(On Üçüncü Lem’a –)

Bâkî ÇİMİÇ

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir