His ve hissiyât

“Hiss-i dîn ile, en âmî, en münevver’ül fikir gibi mütehassistir. Fikri münevver olmasa da, kalbi münevverdir. Hissiyât güzel olursa, efkâr da müstakîm olur.[1]”(Bedîüzzamân)

İnsanın hissiyâtını ve efkârını münevver yapan muharrik hiss-i dîndir. Hiss-i dîn ile en âmî ve cahil de olsa efkârı nurlanmış bir aydın gibi hassas olur ve o hiss-i dînden hislenir. Efkâr yoğunlaştığı zaman hisse dönüşür. His ise muhabbet içindir. “Allah kalbin bâtınını îmân ve mârifet ve muhabbeti için yaratmıştır. Kalbin zahîrini saîr şeylere müheyyâ etmiştir.[2]” Hem “Vicdanın anâsır-ı erbaası ve rûhun dört havassı olan “irâde, zihin, his, lâtife-i Rabbaniye” herbirinin bir gayetü’l-gàyâtı var: İrâdenin ibâdetullahtır. Zihnin, mârifetullahtır. Hissin, muhabbetullahtır. Lâtifenin, müşâhedetullahtır.[3]” İnsanın “mazhar-ı hissiyatı vicdan, mâkes-i efkârı dimağdır.[4]” Üstad Hazretleri “İşte, insanda binlerle hissiyat var.” demektedir. Ve “Her birisinin, aşk gibi, iki mertebesi var: biri mecâzî, biri hakîkî.[5]“dir.
Her bir hissin, bir yıldız gibi yükselmesi ve inkişâf etmesi için hiss-i dîn ile metezeyyin olması gerekir. Eğer hiss-i dîn ve îmân efkârı nûrlandırırsa o efkâr yoğunlaşarak marifetullah noktasından da aşarak hissiyâta ve muhabbetullaha ulaşır ve insanı îmân-ı kâmil noktasına çıkarır. Demek ki dîn insanda bulunan binlerle hissiyâta istikâmet veriyor ve insanları mütehassis (hassas ve hisli) yapıyor. Böylece insanda bulunan binlerle hissiyât ya müsbet ya da menfî mertebeye ayrılıyor.
His, içte ve gönülde meydana gelen yankı ve duygudur; bir şeye duyulan yoğunlaşılmış bir ilgidir. Bir şeyi idrâk edip şuûr hâsıl eylemektir. Bedendeki his uzuvlarından birisini müteessir eden bir şeyin mevcûdiyetini idrâk eylemek olarak da biliniyor. Hissiyât ise duygular ve hisler olarak hissin mütenevvi’ çeşitleri ve çoğuludur.
Hissiyât ve duyguların hayata derc edilmesinin sırrı ise şöyledir.“Hayat dahi pek çok sıfattan yapılmış bir hakîkattir. O hakîkattaki sıfatlardan bir kısmı, duygular vasıtasıyla inbisât ederek inkişâf edip ayrılırlar. Kısm-ı ekseri ise, hissiyât sûretinde kendilerini ihsâs ederler ve hayattan kaynama sûretinde kendilerini bildirirler.[6]
Öncelikle  Üstad Bedîüzzamân Hazretlerinin Risâle-i Nûrlarda hissiyâtı müsbet ve menfî olarak ayırdığını görüyoruz. Meselâ; İnsanda”…hissiyât-ı süfliye[7]…vardır. İnsanın”…hissiyât-ı ulvîyesi harekete gelir[8]…” denilmektedir. Risâle-i Nûrlarda tespit edebildiğimiz diğer müsbet ve menfî his ve hissiyâtlar ise şunlardır:

İnsanda hükmeden müsbet his ve hissiyâtlar ise hissiyât-ı bâkîye, hissiyât-ı beşeriye, hissiyât-ı dînîye, hissiyât-ı hafiye, hissiyât-ı îmâniye, hissiyât-ı islâmiye, hissiyât-ı ulviye-i dînîye ve insaniye, hissiyât-ı âliye, hissiyât-ı ulviye-i rakîka hissiyât-ı cumhur, hissiyât-ı hayatiye, hissiyât-ı kalbiye, hissiyât-ı mütevârise, hissiyât-ı Yâkubiye, hissiyât-ı âmme, hissiyât-ı bâkıye , hissiyât-ı nezîhe, Hissiyât-ı askeriye, hiss-i şefkat, hiss-i uhuvvet, hiss-i şükran, hiss-i selîm, hiss-i sâdis, hiss-i millî, hiss-i karâbet, hiss-i kable’l vukû’, hiss-i hüzn-ü gam, hiss-i havf, hiss-i elîm, hiss-i âmme, hiss-i hürriyet, hiss-i zahirî, hiss-i sâmia, hiss-i sâdise-i sâdıka olan sâika, hiss-i sâbia-i bârika olan şâika, hiss-i hakîkî-i terakkî, hiss-i adalet, hiss-i sâdise-i bâtıniye, hiss-i şükran ve memnuniyet ve müteşekkirâne, hiss-i mücerred, hiss-i millî ve dinî,… şeklinde devam etmektedir.

Menfî his ve  hissiyâtlar ise hissiyât-ı nefsâniye, hissiyât-ı süfliye, hissiyât-ı şedîde, kör hissiyât, heyecanlı hissiyât, hissiyât ve tarafgirlikle , hissiyât-ı âşıkâne, hiss-i intikam, hiss-i tahkir, hiss-i gurur, hiss-i nefs-i cisim, hiss-i inkârî,, fikr-i milliyet, hiss-i taklidî, hiss-i tenkit ve muâraza, hiss-i şedîd, hiss-i nâim, hiss-i taraftarlık, hiss-i hayvânî, hiss-i sâdise-i bâtıniye  ….şeklinde devam ediyor. Bedîüzzamân Hazretleri ise “İnsanın meşhur havassından başka havassı vardır. Zaika gibi bir hiss-i sâika, hem bir hiss-i şâika vardır. Hem insanda gayr-ı meş’ur hisler çoktur.[9]” demektedir.


Üstad Bedîüzzamân Hazretleri hissiyâtın rûh derecesine çıkabildiği ile îzâh ediyor. “Hissiyât-ı insâniye rûh derecesine çıktığı vakit, o hazır zaman genişlenir; başkalarına nisbeten mâzî ve müstakbel olan vakitler, ona nisbeten hazır hükmündedir.[10]” Yine gelen şu kısımda da hissiyâtın rûhla münâsebâtını görüyoruz. “…nefsin hevesât-ı süfliyesinin teshiline bedel, rûhun hissiyât-ı ulviyesini tatmin eder.[11]

İnsandaki hissiyâtlar değişebiliyor. Çünkü her birisinin, aşk gibi, iki mertebesi olduğunu öğrendik. Hatta biri mecâzî, biri hakîkîdir. Bu ma’nâda Barla Lahikası’nda da “Hissiyât-ı beşeriye tebeddüle pek müstaid.[12]” denmektedir.

Otuzuncu Söz’de de hissiyâtın eneye derc edildiğini öğreniyoruz. “Ve hâkezâ, bütün sıfât ve şuûnât-ı İlâhîyeyi bir derece bildirecek, gösterecek binler esrarlı ahval ve sıfât ve hissiyât, enede münderiçtir.[13]

His ile ilgili Üçüncü Lema’nın girişinde Üstad Bedîüzzamân Hazretleri güzel bir îzâh dahâ yapmıştır. “Bu Lem’aya bir derece his ve zevk karışmış. His ve zevkin coşkunlukları ise, aklın düstûrlarını, fikrin mîzânlarını çok dinlemediklerinden ve mürâ’ât etmediklerinden, bu Üçüncü Lem’a mantık mîzânlarıyla tartılmamalı.[14]” denilmektedir.

Bedîüzzamân Hazretleri, İşârâtü’l-İ’câz’da da bize his noktasında ipuçları veriyor. “Kur’ân-ı Kerim, evvelâ münafıkların hallerini, saniyen cinâyetlerini sarâhaten kaydettiği gibi, muamelelerinin kötülüğünü akla kabul ettirdikten sonra, hayâle, vehme, hisse de gösterip onlara da kabul ettirilmesini bu temsille temin etmiştir.  Evet, aklî şeylerden fazla, temsillerle hayâlî şeyleri kabûle, hayâl dahâ yakındır. Ve kezâ, akla muhâlif olan ve hem gayr-ı melûf bulunan birşeyin me’nus bir şekilde gösterilmesiyle hayâl çabuk kabul eder. Ve kezâ gâib birşeyi hazır göstermekle, akıl ile his arasında mutâbakat hâsıl olur, his de kabul eder.[15]

İnsanda menfî hissiyâtın galip gelmesi durumunda ise Bedîüzzamân Hazretleri şu tespitleri yaparak çok müşküllerimizi halletmiştir. ”Hem insanda hissiyât galip olsa, aklın muhâkemesini dinlemez. Heves ve vehmi hükmedip, en az ve ehemmiyetsiz bir lezzet-i hâzırayı ileride gâyet büyük bir mükâfâta tercih eder. Ve az bir hazır sıkıntıdan, ileride büyük bir azâb-ı müeccelden ziyâde çekinir. Çünkü tevehhüm ve heves ve his, ileriyi görmüyor, belki inkâr ediyorlar. Nefis dahi yardım etse, mahall-i îmân olan kalb ve akıl susarlar, mağlûp oluyorlar. Şu halde, kebâiri işlemek îmânsızlıktan gelmiyor, belki his ve hevesin ve vehmin galebesiyle akıl ve kalbin mağlûbiyetinden ileri gelir.[16]
Bu îzâhlardan sonra insanda his ve hissiyâtın çok mütenevvi olduğunu anlıyoruz. Hem hissiyâtın eneye mündemiç olduğunu, menfî ve müsbet cihetlere yöneldiğini, özellikle menfî yöndeki hissiyât-ı süfliyenin galibiyetinde aklı ve kalbi dinlemediğini de öğrenmiş oluyoruz.

Ulvî hissiyâtların îmân ile mütezeyyin olduğunda ise hissiyât-ı âliye mertebelerine çıktığı anlaşılmış oluyor. “İnsanın cihazât cihetiyle zenginliği şu sırdandır ki: Akıl ve fikir sebebiyle, insanın hasseleri, duyguları fazla inkişâf ve inbisât peydâ etmiştir. Ve ihtiyâcâtın kesreti sebebiyle, çok çeşit çeşit hissiyât peydâ olmuştur.[17]” sırrınca da hissiyâtın hakîkî mâhiyeti ve insana derc edilmesinin hikmetleri anlaşılmış oluyor.

Bu îzâhdan hissiyâtın insanın ihtiyâcının kesretinden dolayı çeşit çeşit olduğunu da öğreniyoruz. Madem insanın nihâyetsiz ihtiyacı var ve o ihtiyaçların karşılanması için de nihâyetsiz duygular, hasseler ve hissiyâtlar rûhuna yerleştirilmiş. Bu hissiyâtın müsbet ve menfî noktalarda istimâli de enede münderiçtir diyebiliriz.

İnsanın ihtiyâcının kesreti nedeniyle o ihtiyaçlarına karşılık rûhun muharrik hâssesi hissiyât olmalıdır. Ene ise o hissiyâtların yönünün belirleyicisidir. Zaten ene insanın nefsine takılmış bir anahtar konumundadır. Ene hem nefsî hem de îmânî cihetlere doğru hissiyâtı istimâl edebilir. Nefsî yönde istimâl edilen hissiyât süflî, kalbî ve îmânî yönde istimâl edilen hissiyât ise ulvîdir.

Duygular ve hissiyâtların hayattan tezâhür eden pek çok sıfatlardan ve o sıfatlar vasıflardan ve o vasıflar esmâlardan ve o esmalar şuûnatlardan ve o şuûnatlar ise zat-ı akdesten tezâhür ettiğini biliyoruz.

Madem hayat tek başıyla, bir Hayy-ı Kayyûmun bütün esmâ ve şuûnâtıyla bir tezahürüdür. O hayatın levâzımatı ve ihtiyâcı kesretlidir. O kesretli ihtiyaçların karşılanması ise hayata konulan ve rûha yerleştirilmiş olan duygular ve hissiyâtlar ile karşılanmaktadır.

Bu ihtiyaçların karşılanmasındaki duygu ve hislerin anahtarı ve kullanımı eneye derc edilmiştir. Ene nübüvvetin terbiyesi ile müsbet, dinsiz felsefe terbiyesi ile menfî boyutta hissiyâtı istimal ediyor diyebiliriz.

Bâkî ÇİMİÇ-01.11.2010
http://www.yeniasya.com.tr/2010/11/01/yazarlar/bcimic.htm
Dipnotlar:


[1] Eski, Saîd Eserleri,2009,s:91
[2] Hutbe-i Şâmiye,1996,s:146
[3] Hutbe-i Şâmiye,1996,s:143
[4] İşârâtü’l-İ’câz,2006,s:130
[5] Mektubat,2005,s:56
[6] Sözler,2004,s:1100
[7] Lemalar,2005,s:390
[8] Hutbe-i Şâmiye,1996,s:81
[9] Hutbe-i Şâmiye,1996,s:150
[10] Mektubat,2005,s:85
[11] Eski, Saîd Eserleri,2009,s:494
[12] Barla Lahikası,2006,s:373
[13] Sözler,2004,s:875
[14] Lem’alar,2005,s:32
[15] İşârâtü’l-İ’câz,2006,s:183
[16]Lem’alar,2005,s:220
[17] Sözler,2004,s:519

“His ve hissiyât” için 1 yorum

  1. Muhterem hocam,dipnotlarda 15. ve 16. numaralı meseleye birer misal verebilirmisiniz?
    Konuyu anlamamıza yardımcı olacak inşallah.
    selam ve dua ile.
    Erkan Mercimek.
    Emirdağ

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir