Hubb-u Câh Hastalığı

Hubb-u câh hastalığı

Yirmi Dokuzuncu Mektup Altıncı Kısım olan Altıncı Risalenin Birinci desisesi “hubb-u câh” konusunu işler. Bu Risâle “Kur’ân hâdimlerini hubb-u câh vasıtasıyla aldatmalarına mukâbil, gayet mukni’ ve kat’î bir cevapla susturur.”

“Şeytan-ı ins, şeytan-ı cinnîden aldığı derse binâen, hizbü’l-Kur’ân’ın fedakâr hâdimlerini hubb-u câh vasıtasıyla aldatmak ve o kudsî hizmetten ve o mânevî ulvî cihaddan vazgeçirmek istiyorlar.”[1] Aziz Üstadımız bu ehemmiyetli dersle talebelerini böyle ikaz ediyor. Demek ki Nur Talebeleri de hubb-u câh vasıtasıyla aldatılabilir, o kudsî hizmetten ve o mânevî ulvî cihaddan vazgeçirilebilirmiş. Çünkü “İnsanda, ekseriyet itibarıyla, hubb-u câh denilen hırs-ı şöhret ve hodfuruşluk ve şan ve şeref denilen riyâkârâne halklara görünmek ve nazar-ı âmmede mevki sahibi olmaya, ehl-i dünyanın her ferdinde cüz’î, küllî arzu vardır. Hattâ o arzu için hayatını feda eder derecesinde şöhretperestlik hissi onu sevk eder.”[2] Demek insanın mahiyetinde süflî ve hasis hissiyat nevinden hubb-u câh denilen hırs-ı şöhret ve hodfuruşluk ve şan ve şeref denilen riyâkârâne halklara görünmek ve nazar-ı âmmede mevki sahibi olmaya cüz’î, küllî arzu varmış. “Nasıl olur?” denmemelidir. Çünkü o arzu için hayatını feda eder derecesinde şöhretperestlik hissi onu hubb-u câh olan hırs-ı şöhret ve hodfuruşluk ve şan ve şeref cihetine sevk edebilir. İnsanın çok tehlikeli bir damarı ki ehl-i dalalet bu damarı işletmeyi her daim hiç ihmal etmemiştir. Çünkü bu asır enâniyet asrıdır. Emr-i Peygamberî ile Âdem Aleyhisselamdan kıyamete kadar en dehşeti fitne ve fesâdın hüküm sürdüğü bir asırdır. Beşer târihinde emsâli bulunmayan bir zaman dilimidir.

Bu asrın en ehemmiyetli bir ciheti de; ins ve cinn şeytanlarının ve müslümanlar içine girmiş mülhidlerin ve münafıkların altı desiseleri ile ehl-i îmânı aldatarak kudsî îmân ve Kur’ân dâvâlarından onları alıkoymaya çalışmalarıdır. Bu desiseler şunlardır: Kur’an hâdimlerini hubb-u câh vasıtasıyla aldatmak. Korku damarıyla, ehl-i hakkı haktan çevirmek. Tama’ ve hırs cihetiyle, ehl-i hidâyeti hizmet-i Kur’âniyeden vaz geçirmek. Asabiyet-i milliyeyi tahrik etmek suretinde, hakikî din kardeşlerinin ve hizmet-i Kur’âniyede samimî arkadaşlarının içine yabanilik ve ihtilaf atmak. İnsanın en zaîf damarı olan enâniyetini tahrik edip, ehl-i hakkı haksızlığa sevketmek ve ehl-i ittihadı ihtilafa düşürmek. Tenbellik ve tenperverlik ve vazifedarlık damarından istifade suretiyle, Kur’ân şakirdlerinin gayretlerini, sadakatlarını, ihlâslarını zedelemektir.

Bu desiseler içersinde Üstadımızın en çok korktuğum dediği desise “hubb-u câhtır.” Aziz Üstadımız “Ehl-i âhiret için bu his gayet tehlikelidir.”[3] tespitini yapar. “Ehl-i dünya için de gayet dağdağalıdır, çok ahlâk-ı seyyienin de menşeidir ve insanların da en zayıf damarıdır. Yani, bir insanı yakalamak ve kendine çekmek, onun o hissini okşamakla kendine bağlar, hem onunla onu mağlûp eder. Kardeşlerim hakkında en ziyade korktuğum, bunların bu zayıf damarından ehl-i ilhâdın istifade etmek ihtimalidir. Bu hal beni çok düşündürüyor. Hakikî olmayan bazı biçare dostlarımı o suretle çektiler, mânen onları tehlikeye attılar.”[4]

Görüldüğü üzere Üstadımızı çok düşündüren ve kardeşlerim hakkında en ziyade korktuğum dediği zayıf damardan ehl-i ilhâdın istifade etmek ihtimalidir. Ne yazık ki bu ihtimal vukuatla neticelenmiş olmalı ki Üstad Hazretleri bazı biçare dostlarını o tuzağa düşürerek mânen tehlikeye atıldıklarını söylüyor. Hatta “Dostlarımı hubb-u câh, tamah ve havf ile aldatmak ve beni bazı isnâdatla çürütmek istiyorlar.”[5] demiştir.

Hubb-u câh; Makam sevgisi, rütbe ve mevki’ sevgisi ve bunlara karşı gösterilen aşırı hırstır. Bu cihetle hubb-u câh mezmûm ve aşağılanan bir haslettir. Hubb-u câh, aynı zamanda makam ve itibar sahibi olma sevdasıdır. Bir insan bütün davranış ve ahlakını bir makamı elde etmeye ya da insanlar nezdinde itibarlı olmaya odaklarsa, Allah için bir şey yapamaz hâle gelir. Yani riya ve gösterişten kendini kurtaramaz. Hatta o makamı insanlar karşısında saygın ve muteber olmak için istemeye başlar.

Hubb-u câh ve nazarı kendine celbetmek, ruhî bir marazdır; menafi’-i hasise-i dünyeviyeden olan menfî bir haslettir. Buna gizli şirk de denir. Hubb-u câh zehiri, şan-ü şeref perdesi altında muhatabını işletmekte ve hasis bir çukura sürüklemektedir. Hubb-u câha meyil ve arzu bedbahtların bulanık bir havuzudur. İçine düşen o bulanık havuzdaki çamura bulaşmış olur.

Hubb-u câh ehl-i imân için bir hile tuzağıdır. Nefsin talib olduğu riyâ ve hubb-u câh gibi her cihette zararlı ve zehirli haller, ibâdet perdesi altında dünyayı tahsil etmeye müteveccihtir. Bediüzzaman Hazretleri ihlâsı kıran ikinci bir mani olarak hubb-u câhı gösterir ve şöyle der: “Hubb-u câhtan gelen şöhretperestlik saikasıyla ve şan ve şeref perdesi altında teveccüh-ü âmmeyi kazanmak, nazar-ı dikkati kendine celb etmekle enâniyeti okşamak ve nefs-i emmâreye bir makam vermektir ki, en mühim bir maraz-ı ruhî olduğu gibi, “şirk-i hafî” tabir edilen riyâkârlığa, hodfuruşluğa kapı açar, ihlâsı zedeler.”[6] Çünkü insan “Hırs-ı şöhret, hubb-u câh, makam sahibi olmak, emsaline tefevvuk etmek gibi hisler ve insanlara iyi görünmek, tasannukârâne (haddinden fazla kendine ehemmiyet verdirmek) ve tekellüfkârâne (lâyık olmadığı yüksek makamlarda görünmek) tarzını takınmakla riya eder.”[7] Böyle zatlar “Eğer enâniyeti perde ardında hubb-u câha müteveccih ise, o zat enâniyete mağlûp olup, şükrü bırakıp fahre girse, fahirden git gide gurura sukut eder.”[8]

Hubb-u câh yerine, Allah’a îmânın bir mânâsı olan rızâ-i İlâhî’yi nazar-ı dikkate almak zarûridir. Secaya-i âliye ve hubb-u maâlîye meftun olan Sahâbelerin mesleğiyle hareket eden Nur Talebeleri yüksek ve şerefli haslet olan hubb-u maâlî ile hizmeti esas alırlar. “Risale-i Nur’a sahib olanlarda hırs ve hiddet zevale yüz tutar, zulmet ve şehvet erir. Cehâlet ve şekâvet ateşi söner. Tabiat uykusu azalır. Gaflet uykusu kalkar. Kara ve çirkin, bozuk ve uyuşuk kanlar düzelir. Nefes ve kalb işler. Kan boruları birer mecra-i Nur olur. Hubb-u dünya ve meyl-i mâsiva kalmaz. Ene ve Ente gider. Yetmiş bin diye söylenen perdeler kalkmağa ve Varlık Dağı delinmeğe başlar.”[9] Bundan dolayıdır ki “Esâs-ı mesleğimiz; enâniyeti, hubb-u câhı, şân ve şerefi bırakmaktır.”[10]

Bediüzzaman Hazretleri ve Risale-i Nur şakirtleri “hırs, garaz, hubb-u câh, şöhret, tama’ gibi menafi’-i hasise-i dünyeviyeden tamamen âzade ve uzak kalarak Kur’ân’ın bu asırdaki bir mu’cize-i mânevîyesi olarak hakîkî mânâsından tereşşuh etmiş bir eser te’lif etmişlerdir. Bu eserlere ve bu eserlerin şahs-ı mânevîsine sadakte demek gerekir!

Abdülbâkî ÇİMİÇ

[email protected]

https://www.feyzinur.com

[1] Mektubat,2013,s.699

[2] Mektubat,2013,s.699

[3] Mektubat,2013,s.699

[4] Mektubat,2013,s.700

[5] Mektubat,2013,s.711

[6] Lem’alar,2013,s.401

[7] Kastamonu lahikası,2013,s.261

[8] Mektubat,2013,s.758

[9] Gayr-i Münteşir > Muhtelif Parçalar > Asa-yı Musa’dan.. >

[10] Müdafaalar > Isparta ve Denizli Mahkemesi [1944] >

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir