Hz. Mehdî ve Vazîfeleri

Öncelikle konumuzun hem ciddiyetine hem de anlaşılmasına vesîle olabilecek iki kıssa ile başlamak istiyoruz. Bunlardan ilki bir kişinin Hz. Hızır’ı bulma ve ona mülâkî olma arzusu ile ilgilidir. Şöyle ki;

Bir gün adamın birisi Hz. Hızır’ı görmek arzusu ile yola koyulmuş. Yolda beyaz sakallı ve nûrânî bir zâta tevâfuk etmiş. Bu adama Hz. Hızır’ı nasıl bulacağımı sorayım, bilge bir adama benziyor belki nasıl bulacağımı bana söyler demiş ve o nûrânî zâta Hz. Hızır’ı nasıl bulabileceğini sormuş. Tevâfuk ya o bilge kişi de Hz. Hızır’mış. Yalnız imtihân gereği olacak ben Hızır’ım diyemezmiş. O nûrânî zât adama Hz. Hızır’ın özelliklerini anlatmaya başlamış. Parmağını kendine çevirerek “Bak kardeşim, böyle benim gibi bir adama rast gelirsin.” demiş ve işâret parmağı ile de kendisini işâret edermiş. Sonra “Hz. Hızır yerden böyle bir taş alır ve un gibi ufalar.” demiş ve aynen un gibi taşı ufalamış. İşte böyle birine tevâfuk edersen o kişi Hz. Hızır’dır demiş. Adam Allah senden râzı olsun, ben böyle birine denk gelirsem onun Hz. Hızır olduğunu anlarım ve Hz. Hızır’la da görüşürüm demiş oradan ikisi de ayrılmışlar. Hâlbuki o Hızır’ı arayan adamın yanında baktığını gören müdakkik birisi olsa ve Hz. Hızır’ın işâret ve hareketlerinden kardeşim baksana adam kendini tâ’rîf ediyor; hem de işâret ve beşâretleri ile hatta yerden taşı alıp un gibi yaparak kendisini anlatıyor ve gösteriyor dese adam ayılacak ve hakîkaten aradığım Hz. Hızır budur diyecektir. Böylece “Basar masnûâtı görüp de, basîret Sânii görmezse çok garip ve pek çirkin düşer.”

İkinci kıssa da yine hisse alacağımız önemli bir yazıdır. Üç boyutlu resimler ile alâkalıdır. Şöyle ki;

Bilirsinin üç boyutlu resimler vardır. Bir ara kardeşler bir kaç tane getirmişlerdi ve merakla bu üç boyutlu resimlere bakmaya çalışmıştık. Hele ki küçük yaştan beri meraklı olduğum için benim dahâ fazla dikkatimi çekmişti. Çok dikkatle bu üç boyutlu resme yoğunlaştım ve gözlerimi ve dikkatimi resimde bir noktaya doğru diktim. Sessizce biraz uzun sayılabilecek şekilde resme yoğunlaştım. Çevremdeki seslerden sıyrılmış ve sadece resimle ilgileniyordum. Birden resimde gizli olan şekilleri ve insanı görmüştüm ve net olarak o insan ormanda yeşillikler arasında bana gülümsüyor gibi bakıyordu. Resim artık netti. Ne zaman nazarımı dışarıya çevirdim resimde kayboldu. Tekrar yoğunlaşıp baktığımda ise aynı resmi defaatle görüyordum. İşin garip bir tarafı da çevremdeki insanlara resimdeki kişiyi gördüğümü söylediğim halde onlar hayır bir göremiyoruz diye itiraz ediyorlardı. Benim yanımda oturdukları halde aynı yere bakıyoruz ancak onlar benim gördüğümü göremiyorlardı. Fesuphanallah dedim ve kardeşlerime üç boyutlu resmi vererek yoğunlaşmalarını ve ciddî bir şekilde tek bir hedefe bakmalarını söyledim. Evet, bir iki kardeşin de aynı insan resmini gördüklerini gördüm. Ancak diğer kardeşler burada bize nasip yok diyerek resme bakmaktan vaz geçtikler.

Şimdi bu üç boyutlu resim meselesini niçin anlattım dersiniz? Arîf olan kardeşlerimiz elbette ki anladılar. Arîfe ta’rîf gerekmezmiş.

Ben âhirzamân şahıslarının üç boyutlu resim gibi âhirzamân sayfasında gizli olduklarına inanıyorum. Kim Risâle-i Nûrlara hakîkî manâda kalbini ve gönlünü açıyor ve samîmî bir şekilde yoğunlaşıyorsa o resimleri kesinlikle göreceğine inanıyorum.

Şimdi bu iki kıssadan aldığımız hisseler ışığında konumuza başlayalım ve tefekkürlerimizi paylaşalım.

Öncelikle Emirdağ Lâhika’sından çok mühim bir mektup ile başlayalım. Çünkü bu mektup hem çok iltibâs ediliyor hem de çok müşkülleri hallediyor konumdadır. Ancak dikkatli bir nazarla mütalâa edilmesi i’câb ediyor. İşte o mektubun ilk kısmından bir bölüm:

“Nûrun ehemmiyetli ve çok hayırlı bir şakirdi, çokların namına benden sordu ki: “Nûrun hâlis ve ehemmiyetli bir kısım şakirtleri, pek musırrâne olarak, âhir zamanda gelen Âl-i Beytin büyük bir mürşidi seni zannediyorlar ve o kadar çekindiğin halde onlar ısrar ediyorlar. Sen de bu kadar musırrâne onların fikirlerini kabul etmiyorsun, çekiniyorsun. Elbette onların elinde bir hakikat ve kat’î bir hüccet var ve sen de bir hikmet ve hakikate binaen onlara muvafakat etmiyorsun. Bu ise bir tezattır, herhalde hallini istiyoruz.”

Ben de bu zatın temsil ettiği çok mesâillere cevaben derim ki:

O has Nurcuların ellerinde bir hakîkat var. Fakat iki cihette bir tâbîr ve te’vîl lâzım.

Birincisi:Çok defa mektuplarımda işâret ettiğim gibi, Mehdî-i Âl-i Resulün temsil ettiği kudsî cemaatinin şahs-ı mânevîsinin üç vazifesi var. Eğer çabuk kıyamet kopmazsa ve beşer bütün bütün yoldan çıkmazsa, o vazifeleri onun cemiyeti ve seyyidler cemaati yapacağını rahmet-i İlâhiyeden bekliyoruz. Ve onun üç büyük vazîfesi olacak:

Birincisi: Fen ve felsefenin tasallutuyla ve maddiyun ve tabiiyyun tâunu, beşer içine intişar etmesiyle, herşeyden evvel felsefeyi ve maddiyun fikrini tam susturacak bir tarzda imanı kurtarmaktır.

Ehl-i imanı dalâletten muhafaza etmek ve bu vazîfe hem dünya, hem herşeyi bırakmakla, çok zaman tedkikat ile meşguliyeti iktiza ettiğinden, Hazret-i Mehdînin, o vazifesini bizzat kendisi görmeye vakit ve hal müsaade edemez. Çünkü hilâfet-i Muhammediye (a.s.m.) cihetindeki saltanatı, onunla iştigale vakit bırakmıyor. Herhalde o vazifeyi ondan evvel bir taife bir cihette görecek. O zat, o taifenin uzun tetkikatıyla yazdıkları eseri kendine hazır bir program yapacak, onunla o birinci vazifeyi tam yapmış olacak.(Emirdağ Lâhikası,2006,s:455,56)

Önemli bir açıklama: Sanırım yukarıya almış olduğum mektupta önemli bir mesele iltibâs ediliyor. Bu mektuba parça ve cümleler ile bakmak bütünden nazarların kaçmasına sebep oluyor. Bir defa mektubun başında Üstadımızın şu ifâdeleri ne kadar ma’nîdârdır. Bu kısımları cümle cümle tahlil etmeye çalışalım.

“Nurun hâlis ve ehemmiyetli bir kısım şakirtleri, pek musırrâne olarak, âhir zamanda gelen Âl-i Beytin büyük bir mürşidi seni zannediyorlar ve o kadar çekindiğin halde onlar ısrar ediyorlar. (Emirdağ Lâhikası,2006,s:455,56)”

Nurun halis ve ehemmiyetli talebeleri hem de pek ısrar ederek Üstad’ı âhirzamânda gelecek şahıs olarak kabul ediyorlar. Bu talebeler sıradan insanlar değildir. Bizzat Üstad’a hizmet etmiş ve bütün hallerine vâkıf olmuş talebelerdir.

“Sen de bu kadar musırrâne onların fikirlerini kabul etmiyorsun, çekiniyorsun. (Emirdağ Lâhikası,2006,s:455,56) “

Evet, Üstad bu ısrarlı fikirleri kabul etmiyor. Çünkü kabul etmesi olmamasına delâlettir. Özellikle çekiniyorsun kelimesi çok ma’nîdâr değil mi? Hem kabul etmek ve çekinmemek sırr-ı ihlâsa münâfîdir. Üstad değil böyle bir ma’kâmı ahiretini dahi fedâ eden bir kahramandır.

“Elbette onların elinde bir hakîkat ve kat’î bir hüccet var ve sen de bir hikmet ve hakikate binaen onlara muvafakat etmiyorsun. (Emirdağ Lâhikası,2006,s:455,56)”

Sanırım bu cümleler dahâ dikkat etmeyi gerektiriyor. Çünkü o halis ve ehemmiyetli talebelerin elinde kat’i yanî kesin bir hüccet, red edilmez deliller var. Nedir bu deliller? Tılsımlar Mecmuasının zeyline mürâcaat edilebilir. Demek ki o halis ve ehemmiyetli talebeler sadece hüsn-ü zanla Üstadın mâhiyetine bakmamışlar. Peki, Üstad bu hüccetler için neler demiştir? Bu ayrı incelenmesi gereken bir konudur.

“O has Nurcuların ellerinde bir hakikat var. Fakat iki cihette bir tâbir ve tevil lâzım. (Emirdağ Lâhikası,2006,s:455,56)”

Bakınız Üstadımız o has Nurcuların elindeki hüccetin var olduğunu ancak iki cihetten îzâhlar yapılması gerektiğini söylüyor. Çünkü zaman âhirzamândır ve bu âhirzamân asrının hem şartları hem de mâhiyeti ve mücâhede metodu farklı olacaktır. Çünkü zaman şahıs zamanı değil, şahs-ı mânevî zamanıdır. İşte buna binâen Üstadımız bu vecihleri ve meselenin âdetullah cihetlerini de nazarlara sunmak için iki cihetten îzâhları yapmaktadır. Sonra mektup bu îzâhlarla devam ediyor ve net ifâdeleri Üstadımız sıralıyor.

“Birincisi: Çok defa mektuplarımda işaret ettiğim gibi, Mehdî-i Âl-i Resulün temsil ettiği kudsî cemaatinin şahs-ı mânevîsinin üç vazifesi var. Eğer çabuk kıyamet kopmazsa ve beşer bütün bütün yoldan çıkmazsa, o vazifeleri onun cemiyeti ve seyyidler cemaati yapacağını rahmet-i İlâhiyeden bekliyoruz. Ve onun üç büyük vazîfesi olacak: (Emirdağ Lâhikası,2006,s:455,56)”

Buraya göre sıralama gayet net ve açıktır.Şöyle ki;

1.Mehdî-i Al-i Resul var.

2.Mehdî-i Âl-i Resulün temsil ettiği kudsî cemaat var.

3.Mehdî-i Âl-i Resulün temsil ettiği kudsî cemaatinin şahs-ı mânevîsi var.

4.Mehdî-i Âl-i Resulün temsil ettiği kudsî cemaatinin şahs-ı mânevîsinin üç vazifesi var.

Şimdi burada anlaşılmayan nedir? Üstadımız “Hayır kardeşim sizin elinizde hüccet falan yok.” diyemez miydi? Hem bu üç vazîfeyi bizden sonra büyük Mehdî gelecek ve hayata tatbik edecek diyemez miydi? Üstad bu cümleleri kurmaktan aciz miydi? Yoksa Üstadımızın iki cihetle îzâh etmek istedikleri imtihânın bir sırrı gereği olmasın?

Şimdi biz esâs iltibâs edilen ve anlamakta zorlanılan bir yere temas ederek konuya devam edelim.

“Hazret-i Mehdînin, o vazîfesini bizzat kendisi görmeye vakit ve hal müsaade edemez. Çünkü hilâfet-i Muhammediye (a.s.m.) cihetindeki saltanatı, onunla iştigale vakit bırakmıyor. (Emirdağ Lâhikası,2006,s:455,56)”

Bizler yukarıda da okuduğumuza göre gördük ki Üstadımız, üç vazîfeyi “Mehdî-i Âl-i Resulün temsil ettiği kudsî cemaatinin şahs-ı mânevîsinin üç vazifesi var.” diyerek üç vazîfeyi şahs-ı mânevîyeye verdi. Şimdi bu tespitten sonra halen tek bir şahıs beklemek Risâle-i Nûrlara uygun düşmüyor. Ancak Üstadımız burada bir ayrıntıya temâs ediyor ve Hz.Mehdî’nin bizzat kendisinin bu üç vazîfeyi hayata ve dünyaya tatbik etmesine cârî olan âdetullah kânûnları cihetinden muvafık olmayacağını ve O’nun ömrünün de bu vazîfelere kifâyet etmeyeceğini nazarlarımıza sunmuştur.

Burada Üstad bir ayrıntıya daha girerek Hz.Mehdî’yi tek şahıs olarak kabul ettiğimizde üç vazîfeden biri olan ve daha geniş daireleri ve zamanı kapsayan hilâfet-i Muhammediye (a.s.m.) cihetindeki saltanatının birinci vazîfe olan îmân hizmetini aksatacağını çünkü hilâfet-i Muhammediye (a.s.m.) cihetindeki saltanatı çok zamana, gayrete ve himmete muhtaç olduğu için îmân hizmetine zarar vereceğini “Hazret-i Mehdînin, o vazîfesini bizzat kendisi görmeye vakit ve hal müsaade edemez.” cümleleri ile nazarlarımıza sunmuştur.

Ya’nî Hz.Mehdî tek bir şahıs kabul edildiğinde yaşadığı ömür içinde dahâ geniş ve şa’şaalı vazîfe olan “hilâfet-i Muhammediye (a.s.m.) ” cihetindeki vazîfeye hamledeceğini ve bütün ehl-i îmânın hatta avamın da îmânının tahkîkî yapılması vazîfesinin aksayacağını söylemektedir.

Böylece Hz.Mehdî; Mehdî-i Al-i Resul olarak ya’nî şahıs olarak gelir. Geldikten sonra uzun tetkikatıyla programını hazırlar ve yazar. Sonra “Mehdî-i Âl-i Resulün temsil ettiği kudsî cemaatı oluşur. Dahâ sonra da “Mehdî-i Âl-i Resulün temsil ettiği kudsî cemaatinin şahs-ı mânevîsi; ihlâs, sadakad ve tesanüd sıfatlarını üzerinde toplayarak kevser-i Kur’âniye havuzunu meydana getirir.” Bundan sonra da mütedâhil dairelerde “Mehdî-i Âl-i Resulün temsil ettiği kudsî cemaatinin şahs-ı mânevîsinin üç vazifesi kademe kademe prensipler halinde kalblerde ve gönüllerde ma’kes bulmaya devam eder. Bu zaman uzun bir zamandır. Çünkü sırr-ı imtihân gereği sırran tenevvürât i’câbı bu hakîkatler kemiyetten daha çok keyfiyet hakîkatleri olup prensipler hâkimiyeti olarak devam eder. Üstadımız da kabrinden bu hâkimiyeti seyreder.

Hakîkaten birinci, ikinci ve üçüncü vazîfeleri hayata tatbîk ettirecek kimdir? Hz.Mehdî bizzat kendisi birinci vazîfeyi ya’nî îmân vazîfesini; ehl-i îmânı dalâletten muhâfaza etmek vazîfesini yapabilir mi? Veya yapabildi mi? Elbette ki yapamadı. Niçin üstteki paragraftaki cümleleri kaçırıyoruz da alttaki Mehdî kelimelerini halen şahıs olarak anlıyoruz? Buna hakkımız yoktur. Mektubu bir bütün olarak hakîkî maksada uygun olarak anlamak i’câb ediyor. Demek ki âhirzamânda o kadar ifsâdât-ı azîme olacak ki faraza beklenen Hz.Mehdî şahıs olarak kabul edilse o birinci vazîfe ile yaşadığı süre içinde ehl-i îmânı dalaletten muhâfaza vazîfesini bizzat kendisi yapamayacaktır. O zaman demek ki hilâfet-i Ahmediye(asm) cihetindeki vazîfeleri de o îmân vazîfesini yapmaya imkân vermediğimden o vazîfeleri O’nun şahs-ı mânevîsi yapacaktır. Öyleyse o şahıs programını yapacak tatbikatını da şahs-ı mânevîsi yapacaktır. Eserleri yazmak başka, ehl-i îmânın avamının dahi îmânlarını kurtarmak ise dahâ başkadır.

Hassaten Emirdağ Lâhikası’ndaki mektubun girift ve bir o kadar da imtihan sırrını gerektiren perdeleri olduğu bir hakîkattir. Bizler meselenin vuzûha kavuşmasına vesîle olacak açıklamalar ve eklemeler yaparak devam edeceğiz. Şöyle ki;(Bir kitaptan ekleme yapacağım.)

“Bu mektupta Mehdî ile şahs-ı manevi öylesine özdeşleştirilmiş ki, adeta bunları birbirisiz düşünemeyiz. Nitekim burada da Mehdî ile şahs-ı mânevî birbirlerinin yerlerine kullanılmış, zaman zaman “şahs-ı mânevî “,zaman zaman da onun “temsilcisi” nazarlara verilmiştir. Konuya bir bütün olarak bakıp cümleleri dikkatle okumadığımızda elbette yanlış mânâlar çıkarılabilir. Şimdi bu cümleleri bu çerçevede açıklamalarla anlamaya çalışalım.

“…Hz.Mehdî’nin, o vazîfesini(îmân hizmetini) bizzat kendisi görmeye vakit ve hal müsaade etmez. Çünkü,(ikinci vazîfesi olan) hilafet-i Muhammediye(asm) cihetindeki saltanatı, onun ile iştigale vakit bırakmıyor.(Birincisine vakti yetmezse ikincisine hiç yetmez. Bu ikinci vazîfeyi şahs-ı mânevîsi yürütecektir.) Herhalde o vazîfeyi ondan evvel(ya’nî ikinci vazîfeyi gerçekleştiren şahs-ı mânevîden önce) bir tâife(temsilcisi ve azda olsa ihlâs, sadakat ve tesanüd sıfatlarına sahip bir kısım talebeler) bir cihette görecek. O zat (yani ikinci ve üçüncü vazîfeleri yürütecek şahs-ı mânevî),o tâifenin(temsilcinin ve azda olsa ihlâs, sadakad ve tesanüd sıfatlarına sahip bir kısım talebelerin) uzun tetkikatıyla yazdıkları eseri kendine hazır bir program yapacak, onun ile bu vazîfeyi tam yapmış olacak.

Dahâ açık bir ifâdeyle,”Hz.Mehdî’nin üç vazîfesinden birincisini yapmaya ne vakti ve ne de durumu elvermemektedir. Nerde kaldı ki şeâiri ihyâ olan hilâfet-i Muhammediye(asm) vazîfesini yapmaya vakti ve hali müsaade etsin. Bu ikinci vazîfeden önce program mâhiyetinde bir kısım eserler olmalı. İkinci ve üçüncü devreleri gerçekleştirecek olan şahs-ı mânevî de bu eserleri program yapmalı. Tâ ki bu devrelerde de devam edecek olan îmân hizmeti bütünüyle yapılabilsin. Burada zikri geçen hazır program “Risâle-i Nûr”,o programla hareket edecek olan şahıs da şahs-ı mânevîdir.” (Şaban DÖĞEN, Mehdî ve Deccal,1996 Basım, sayfa:213,214)

Konumuza ve mektubumuzu tahlil etmeye devam ediyoruz. Mehdî ile ilgili Risâle-i Nûrlarda en açık ve net ifâdelerin geçtiği bir yerdir Emirdağ Lahikası’ndaki mektup. Ancak sırr-ı imtihan gereği bazı cümlelerin îzâha ihtiyaç var. Öncelikle ilgili mektubun ilk bölümlerini alalım ve öyle îzâhlarımıza devam edelim inşaâllah.

Yukarıda konunun başında aldığımız mektubun bölümleri ile ilgili şöyle düşünüyoruz.

*” Fen ve felsefenin tasallutuyla ve maddiyun ve tabiiyyun taunu, beşer içine intişar etmesiyle, herşeyden evvel felsefeyi ve maddiyun fikrini tam susturacak bir tarzda imanı kurtarmaktır. (Emirdağ Lâhikası,2006,s:455,56)”

Burada mâddiyûn ve tabîiyyûn tâûnu fen ve felsefenin tasallutu ile âhirzamândaki dinsizlik cereyanları olarak beşer içine yayılması ile Hz.Mehdî her şeyden evvel o dinsizlik cereyanı olan felsefeyi ve maddeperest fikir olan inkâr-ı ulûhiyet fikrini tam susturacak ve öldürecek tarzda îmânı kurtarmaktır. Bu vazîfe Hz.Mehdî’nin birinci vazîfesidir. Zaten Risâle-i Nûrların en önemli vazîfesi de bu değil midir? Dinsizlik cereyanının fikr-i küfrîsini kırmak ve îmânları kurtarmak. Öncelikle beşeriyetin son dîni olan ve bu son âhirzamân asrında beşeriyet hak dîni aramaya ve araştırmaya kalkarken önce def-i mefâsid olan inkâr-ı ulûhiyet fikrinin tam kırılması gerekir ki îmânlar kurtulsun ve beşeriyet hiç tereddütsüz Risâle-i Nûrlarla ve Kur’ân hakîkatlerine sarılsın. Bu hakîkatleri yakaladıktan sonra dahâ da bırakmasın.

İkinci olarak ise ehl-i îmânı dalâletten ya’nî süfyaniyetin tahrip ettiği şeâir-i İslâmiye ve şeriât-ı Muhammediye(asm)’nin bozulması ile dalalete düşen ehl-i îmânın îmânını kuvvetlendirmektir. Ancak bu vazîfe “hem dünyayı,hem de her şeyi bırakmakla ,çok zaman tedkikat ile meşguliyet iktiza ettiğinden…,(Emirdağ Lâhikası,2006,s:455,56)”

Hakîkaten böyle olmamış mı? Bedîüzzamân Hazretleri Barla Hayatı ile birlikte içerde hızla devam eden ve ehl-i îmânın îmânını ve ebedî hayatını perişan eden cereyana karşı her şeyi bırakarak çok uzun tetkikat ile Risâle-i Nûrları yazmamış mı? Evet, aynen bu hakîkat böyle olmuş ve yaşanmış. Çünkü hadîslerde bu cereyanın “bürhanla” yok edileceğini buyurur Efendimiz (asm).

Şimdi esâs kafaları karıştıran cümleler geliyor.” Hazret-i Mehdînin, o vazîfesini bizzat kendisi görmeye vakit ve hal müsaade edemez. (Emirdağ Lâhikası,2006,s:455,56)” O vazîfe denilen nedir? Elbette ki hem beşeriyetin hem de ehl-i îmânın îmânlarının kurtarılması vazîfesidir. Demek ki Hz.Mehdînin o vazîfesini bizzat kendisi görmeye vakit ve hal müsaade etmez ve etmemiş. Ya’nî Hz.Mehdî bütün beşeriyete ve ehl-i îmâna tek başına ulaşarak herkesin iîmânını tek başına kurtarması ne onun tek başına yapacağı bir vazîfedir; ne de âdetullah buna müsâade eder. Neden;“Çünkü hilâfet-i Muhammediye (a.s.m.) cihetindeki saltanatı, onunla iştigale vakit bırakmıyor. (Emirdağ Lâhikası,2006,s:455,56)” Hz.Mehdî üç vazîfeyi birden yapmaya kalkışırsa hilâfet-i Muhammediye (a.s.m.) cihetindeki saltanatı îmân hizmetini yapmaya ve onunla iştigale vakit bırakmaz. Burada sırr-ı imtihan gizli diye düşünüyorum. Hz. Mehdî’nin îmân hizmetini bizzat kendisi görmediği bir hakîkat değil mi? Halen Hz.Mehdî’nin şahs-ı mânevîsi o îmân hizmetine devam etmiyor mu? Demek ki Hz.Mehdî üç vazîfeyi birden hayata tatbik edemeyecektir. Buna hal, âdetullah ve O’nun ömrü yetmeyecektir ve yetmemiş. O uzun tedkikatle talebeleriyle yazdığı eserlerini kendisinden sonra oluşan “Çok defa mektuplarımda işâret ettiğim gibi, Mehdî-i Âl-i Resulün temsil ettiği kudsî cemaatinin şahs-ı mânevîsinin üç vazîfesi var. Eğer çabuk kıyamet kopmazsa ve beşer bütün bütün yoldan çıkmazsa, o vazîfeleri onun cemiyeti ve seyyidler cemaati yapacağını rahmet-i İlâhiyeden bekliyoruz. Ve onun üç büyük vazifesi olacak: (Emirdağ Lâhikası,2006,s:455,56)” olarak anlamak ve kabul etmek gerekir.

O zat denilen “, Mehdî-i Âl-i Resulün temsil ettiği kudsî cemaatinin şahs-ı mânevîsidir.”Bu şahs-ı mânevînin ise “Üç vazîfesi vardır.” Bu vazîfeleri Hz.Mehdî bizzat kendisi talebeleri ile tekmil eder ve uzun tedkîkat ve tashîhât sonucunda ortaya çıkarır, o şahs-ı mânevî olan ve Üstad’dan sonra tekâmül eden şahs-ı mânevî üç vazîfeyi derûhte edecektir. Bu vazîfeler iç içe vazîfelerdir. Birbirini cehretmez. Bu vazîfelerin birincisi ise îmân hizmetidir.” Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet ve manevi ordusu, yalnız ihlas ve sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam sahip olan bir kısım şakirtlerdir. Ne kadar da az da olsalar, manen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar.” hakîkati gereğince bu mânevî ordunun üç önemli özelliği vardır. Bunlar “yalnız ihlâs ve sadakât ve tesânüd sıfatlarına tam sahip olan bir kısım şakirtlerdir.” Her ne kadar az da olsalar ve öyle olmuştur “mânen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar.” Hakîkaten de böyle kuvvetli ve kıymetli olmuşlardır. Çünkü bütün imkânsızlıklara rağmen bu vazîfedeki ihlâs, sebat, tesânütten ayrılmamışlardır. Hz.Mehdî’nin ikinci ve üçüncü vazîfelerinde ise daireler daha genişler ve Îsevîlik şahs-ı mânevîsinin yardımı ve seyyidler cemaatininde iltihâkı ile şu vazîfeler tahakkuk eder inşâallah. Tabîiki şu ihtârı da unutmamak gerekir:” Eğer çabuk kıyamet kopmazsa ve beşer bütün bütün yoldan çıkmazsa,…!”

“İkinci vazifesi: Hilâfet-i Muhammediye (a.s.m.) unvanıyla şeâir-i İslâmiyeyi ihya etmektir. Âlem-i İslâmın vahdetini nokta-i istinad edip beşeriyeti maddî ve mânevî tehlikelerden ve gazab-ı İlâhiden kurtarmaktır. Bu vazifenin, nokta-i istinadı ve hâdimleri, milyonlarla efradı bulunan ordular lâzımdır. (Emirdağ Lâhikası,2006,s:456) “

Yukarıdaki hakîkatler dünyada Risâle-i Nûrlara yöneliş cihetiyle bu vazîfenin tahakkûkunun da devam ettiğini göstermektedir. Artık beşeriyet ortak akıl ve vicdanı ile bu hakîkatlere koşuyor. Bu hakîkatler üzerine yapılan araştırmalar, paneller, konferanslar, kongreler, sempozyumlar ve tezler her ülkede ma’kes buluyor. Acaba bunlar bizlere bir ümit vermiyor mu? Risâle-i Nûrlar insanlığın kalb ve gönüllerinde ma’kes buluyor değil mi? Elhamdülillah “Haza min fazlı Rabbî”

Üçüncü vazifesi: İnkılâbât-ı zamaniye ile çok ahkâm-ı Kur’âniyenin zedelenmesiyle ve şeriat-ı Muhammediyenin (a.s.m.) kanunları bir derece tâtile uğramasıyla, o zat, bütün ehl-i îmânın mânevî yardımlarıyla ve ittihad-ı İslâmın muavenetiyle ve bütün ulema ve evliyanın ve bilhassa Âl-i Beytin neslinden her asırda kuvvetli ve kesretli bulunan milyonlar fedakâr seyyidlerin iltihaklarıyla o vazife-i uzmâyı yapmaya çalışır. (Emirdağ Lâhikası,2006,s:456)

Yukarıda ise o zat yani Hz.Mehdî’nin kudsî cemaatinin şahs-ı mânevîsi “ bütün ehl-i îmânın mânevî yardımlarıyla ve ittihad-ı İslâmın muavenetiyle ve bütün ulema ve evliyanın ve bilhassa Âl-i Beytin neslinden her asırda kuvvetli ve kesretli bulunan milyonlar fedakâr seyyidlerin iltihaklarıyla o vazîfe-i uzmâyı yapmaya çalışır.” denilmiştir.

Burada da üçüncü vazîfe derûhte edilir. Hz.Mehdî’nin uzun tedkikat ile meydana getirdiği eserler îmân, hayat ve şeriat olarak kısaca formüle edilen üç vazîfe onun şahs-ı mânevîsi tarafından üçüncü vazîfesinde “O zatın üçüncü vazîfesi, hilâfet-i İslâmiyeyi ittihad-ı İslâma bina ederek, İsevî ruhanîleriyle ittifak edip din-i İslâma hizmet etmektir.” denilerek Îsevî ruhânîleriyle ittifak da söz konusudur. Dediğimiz gibi bu vazîfeler iç içe vazîfelerdir. Her vazîfe kendi riyâsetinde derûhte edilmektedir. Öncelik sırasına göre ise îmân, hayat ve şeriat vazîfeleri derûhte edilerek yerine getirilmektedir.

Ahirzamanın fütuhatı prensipler ile olacaktır.

Hz.Mehdî bu sırra istinâden hâkimiyetini kalplerde ve vicdanlarda Feyz-i Kur’ân’dan ilhâmen ve ihtâren ortaya çıkardığı hakîkatlerini ma’kes buldurarak insanlığa hâkimiyetini kabul ettirecektir.

İşte bu sırra binâen Risâle-i Nûrların bütün dünyada insanların kalb, gönül ve vicdanlarında ma’kes bulması bizlere bir şeyleri ifâde etmeye yetmelidir.

Halen asrımızın husûsiyetleri ve zamanımızın eşhasları noktasında Risâle-i Nûrlarda verilen

ma’lûmâtlar ve hakîkatler yeterli gelmemiş ki diğer asırlardaki hâkimiyet noktaları nazarlara alınarak Risâle-i Nûrların mânevî fütûhâtı ve hâkimiyeti nazarlardan kaçırılıyor.

Kardeşlerim,

Kalbime ihtâr edildi ki; nasıl ki, Mesnevi-î Şerif,şems-i Kur’ân’dan tezâhür eden yedi hakikattan bir hakikatın aynası olmuş, kudsî bir şerâfet almış;

Mevlevîlerden başka daha çok ehl-i kalbin lâyemut bir mürşidi olmuş.

Öyle de, Risâle-i Nûr şems-i Kur’âniyenin ziyâsındaki elvân-ı seb’ayı ve o güneşteki renk renk, çeşit çeşit yedi nûru birden aynasında temessül ettirdiğinden-inşâallah-yedi cihetle şerîf ve kudsî ve yedi Mesnevî kadar ehl-i hakikata bâkî bir rehber ve bir mürşid olacak. Saîd Nursî (Yirmi Sekizinci Lem’a)

Demek oluyor ki “Risâle-i Nûr şems-i Kur’âniyenin ziyâsındaki elvân-ı seb’ayı ve o güneşteki renk renk, çeşit çeşit yedi nûru birden aynasında temessül ettirdiğinden-inşâallah-yedi cihetle şerîf ve kudsî ve yedi Mesnevî kadar ehl-i hakîkata bâkî bir rehber ve bir mürşid olacak.” ifâdelerinden anlaşılan odur ki Risâle-i Nûrlar şems-i Ku’âniyenin ziyâsındaki elvân-ı sebayı tutmuş ve bâkî bir rehber olarak kıyamete kadar devam edecektir.

1.Elvan-ı sebayı yani Kur’an güneşinin yedi hakikatının hepsini Risale-i Nurlar tutmuştur. Bundan sonra gelen ve beklediğiniz Mehdî-i azam hangi hakikatı tutacak ve yazacak acaba? Şems-i Kur’anniyenin sekizinci ve dokuzuncu elvanları mı var?

2.Maden Şems-i Kur’âniyenin yedi hakîkati Risâle-i Nûrlarda tezâhur edilmiş o zaman Risâle-i Nûrların zuhurunda vazîfeli kişi niçin o beklenilen müceddidid-i âhirzamân ve son müceddid olmasın?

3.Bundan sonra beşeriyetin hangi meselesi Risâle-i Nûrlarda halledilmemiş de beklenilen kişi onları tecdid edecek?

4.Eğer beklenilen kişi bir tecdid ve tefsir yapmayacak ise bunu en büyük bir müceddid, en büyük bir müçtehid diye Mektubat’ta ifâde edilen kısımla nasıl bağdaştıracağız?

5.Bundan sonra mehdî beklentisi olanlara: Mehdî-i âzam nasıl olur da Kur’ân’ın elvân-ı sebasının tezâhuruna mazhar olan ve sizlerce dahâ küçük bir ma’kâmda bulunan Bedîüzzamân’a tâbi’ olur? Bu O’nun Mehdî-i âzamlığına yakışır mı? Bizim bildiğimiz küçük olanlar büyük ma’kâmda olanlara

tâbi’olması gerekir. Sizlerin tezlerinize göre bunu tersine çevirmiş olmuyor musunuz?

6.Risâle-i Nûrlarda sırr-ı imtihân gereğince perdelenen yerleri kendi anlayışına ve anladıklarına göre te’vîl edenler dahâ net ve te’vîl gerektirmeyen yerleri niçin atlıyorlar?

7.Aşağıya alacağım kısımlar Üstad için çok önemlidir diye düşünüyoruz. Direk eserlerinden alıyorum.

*Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın iki âli var. Biri: Nesebî âldir. Biri de Şahs-ı mânevîsi ve nûrânisinin risalet noktasındaki âli var.(Dokuzuncu Lema)

*Ona “Kürdî” denilmesi ve kaside-i Hazret-i İmam-ı Ali’de (r.a.) görülen “ya müdriken” kelimesinin hazf ve kalbiyle “Kürt” îma ve işaretinin bulunması, gerçekten Kürtlüğüne delâlet etmez ve onun mânevî silsile-i şerâfet ve siyadetten tenzil ve teb’idini icap ettirmez. Bu isnad ve izafe, Kürdistan’da doğup büyüyen ve bu lâkapla mâruf ve meşhur olan bu zatın Risaletin-Nur’un tercümanı olduğunu sırf âleme ilân etmek içindir; yoksa Kürtlüğünü ispat etmek için değildir. Kürtçe bilmesi, o kıyafete girmesi ve öyle görünmesi, kendini setr ve ihfa için olup, hakikî hüviyet ve milliyetini ihlâl ve inkâr mânâ ve maksadıyla değildir diye düşünüyorum. (Emirdağ Lâhikası)

*Ben, kendimi seyyid bilemiyorum. Bu zamanda nesiller bilinmiyor. Halbuki âhir zamanın o büyük şahsı, Âl-i Beytten olacaktır. Gerçi mânen ben Hazret-i Ali’nin (r.a.) bir veled-i mânevîsi hükmünde ondan hakikat dersini aldım ve Âl-i *Muhammed Aleyhisselâm bir mânâda hakikî Nur şakirtlerine şâmil olmasından, ben de Âl-i Beytten sayılabilirim.(Emirdağ Lâhikası)

*Çok önemli bir parça: Yirmiikinci Lem’a’nın son kısmı olan Hatimesinde bir Haşiye. Lem’a’lar,2005 Yeni Asya Baskısı, s:418.

İşte bu kısımda Üstad Bedîüzzamân Hazretleri’nin maddi âline delil vardır.

 

7.ŞimdiyukarıdakiifâdelerÜstadımızınPeygamberimizin(asm)’in iki âlinden ikincisi ve birincisi hem meddî hem de mânevî olan Şahs-ı mânevîsi ve nûrânisinin risalet noktasındaki âli cihetinin tasdiki ve delili değil midir ki bunlar Risâle-i Nûr satırları arasından kaçırılıyor?

8.Bu sorularıma cevap istemiyorum. Kimseyi de şahıs olarak muhatap almadım. Ancak yukarıda eklenen bazı yazılar hazırlanırken Risâle-i Nûrların bu cihetlerine de dikkat edilsin istediğim için yazımızı sorular şeklinde tevcih ettik.

9.Risâle-i Nûrlar sarmal ve kendi kendisini şerh, îzâh, tekmil ve tasdik eden eserlerdir. Öyle bir kısım kelime, cümle ve paragrafla anlaşılacak ve anlatılacak eserler değildir diye inanıyorum.

10.Birde Risâle-i Nûrlar tek bir akılla veya bir kaç akılla değil bir şahs-ı mânevî ile kâmil mânâda anlaşılabilen ve anlatılabilinen eserlerdir diye düşünüyorum. Onun içinde Risâle-i Nûrlara muhatap olan o geniş cadde-i kübrayı ta’kîb edenlerin şahs-ı mânevî olarak kabullerinin dahâ isâbetli olacağına inanıyorum.

Önemli gördüğüm Lemaat’ten iki bölümü konuya katkısı olması dileğiyle eklemek istiyorum.

Büyük görünme, küçülürsün

Ey enesi çifteli, kafası da kibirli! Şu mizanı bilmeli: Her adam için

Elbet cemiyet-i beşerde, içtimaî binada, görmek görünmek için şu mertebe denilen bir penceresi var.

Ger pencere kamet-i himmetinden yüksekse, tekebbürle tetâvül edecek, uzanacak. Ger pencere kamet-i himmetinden alçaksa, tevazuyla tekavvüs edecek, eğilecek.

Kâmillerde, büyüklük mikyasıdır küçüklük. Nâkıslarda, küçüklük mizanıdır büyüklük.(Lemeât)

Meziyetin varsa hafâ türâbında kalsın, tâ neşvünemâ bulsun

Ey zîhassa-i meşhure, taayyünle zulmetme. Ger perde-i hafânın altında sen kalırsan, ihvânına verirsin ihsan ve bereketi.

Herbir ihvânın altında sen çıkması, hem de o sen olması imkân ve ihtimali, herbirine celb eder bir nazar-ı hürmeti.

Eğer taayyün edip perde altından çıksan, mükerrem iken altında, üstünde zalim olursun. Güneş iken orada, burada gölge edersin,

İhvânını düşürttürüp hem nazar-ı hürmetten. Demek taayyün ve teşahhus zalim birer emirdir. Sahih doğru böyleyse, hem de böyle görürsün.

Nerede kaldı yalancı tasannu ve riya ile kisb-i teşahhus, şöhret? İşte bir sırr-ı azîm ki hikmet-i İlâhî, hem o nizam-ı ahsen.

Bir ferd-i fevkalâde, kendi nev’i içinde setr ile perde çeker, bununla kıymet verdirir, hem de eder müstahsen.

İşte sana misali: İnsan içinde veli, ömür içinde ecel, olmuş meçhul ve mücmel. Cumada müstetirdir bir saat, kabul olur dua edersen.

Ramazan’da münteşir bir leyle-i zû-kadir. Esmâü’l-Hüsnâda muzmer iksir-i İsm-i Âzam. Bu misallerin haşmeti, hem de o sırr-ı hasen,

İphamda izhar eder, ihfâda ispat eder. Meselâ, ecelin iphamında bir muvazene vardır; her dakikada tutar ne vaziyet alırsan.

Kefeteyn-i havf ü recâ, hizmet-i ukbâ-dünya tevehhüm-ü bekaî, lezzet-i ömrü verir. Yirmi sene müphem bir ömür olsa ahsen,

Nihayeti muayyen bin senelik bir ömre. Zira nısfı geçerse, her saati geldikçe güya adım atarak darağacına gidersin.

Şey’en şey’en üzülmek ve hem de teselli vermez; sen de rahat etmezsin.(Lemeât)

Bizler Risâle-i Nûr düsturları ile hareket etmeye mecburuz.

“Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsi ve o şahs-ı mânevîyi temsil eden has şakirtlerinin şahs-ı mânevîsi “Ferid” makamına mazhar oldukları için, değil hususî bir memleketin kutbu, belki ekseriyet-i mutlakayla Hicaz’da bulunan kutb-u âzamın tasarrufundan hariç olduğunu ve onun hükmü altına girmeye mecbur değil. Her zamanda bulunan iki imam gibi, onu tanımaya mecbur olmuyor. Ben, eskide, Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsini, o imamlardan birisini zannediyordum. Şimdi anlıyorum ki, Gavs-ı Âzam’da, kutbiyet ve gavsiyetle beraber, “Ferdiyet” dahi bulunduğundan, âhirzamanda, şakirtlerinin bağlandığı Risale-i Nur, o Ferdiyet makamının mazharıdır. ”

Üstadın bu ifadelerini nasıl anlamalıyız?

“Bu gizlenmeye lâyık olan bu sırr-ı azime binaen Mekke-i Mükerremede dahi-farz-ı muhal olarak-Risâle-i Nûr’un aleyhinde bir itiraz kutb-u âzamdan dahi gelse, Risâle-i Nûr şakirtleri sarsılmayıp, o mübarek kutb-u âzamın itirazını iltifat ve selâm suretinde telâkki edip, teveccühünü de kazanmak için, medâr-ı itiraz noktaları o büyük üstadlarına karşı izah etmek, ellerini öpmektir.” (Kastamonu Lâhikası)

Üstadın burada bahsettiğine göre bizlerde bu prensipler gereğince hareket etmek durumunda değil miyiz?

Risâle-i Nûr nedir ve hakikatler muvacehesinde Risâle-i Nûr ve tercümanı ne mahiyettedirler?” diye bir takriznâmedir.

Envâr-ı Muhammediyeyi (a.s.m.) ve maarif-i Ahmediyeyi (a.s.m.) ve füyuzât-ı şem’-i İlâhîyi en müşa’şa bir şekilde parlatması ve Kur’ânî ve hadîsi olan işarât-ı riyaziyenin kendisinde müntehî olması ve hitabât-ı Nebeviyeyi (a.s.m.) ifade eden âyât-ı celîlenin riyazî beyanlarının kendi üzerinde toplanması delâletleriyle o zât hizmet-i imaniye noktasında risaletin bir mir’ât-ı mücellâsı ve şecere-i risaletin bir son meyve-i münevveri ve lisan-ı risaletin irsiyet noktasında son dehan-ı hakikatı ve şem-i İlâhînin hizmet-i imaniye cihetinde bir son hâmil-i zîsaâdeti olduğuna şüphe yoktur.

Üçüncü medrese-i Yusufiyenin el-Hüccetü’z-Zehrâ ve

Zühretü’n-Nur olan tek dersini dinleyen Nur şakirtleri namına:

Ahmed Feyzi, Ahmed Nazif, Salâhaddin,

Zübeyir, Ceylan, Sungur, Tabancalı

Benim hissemi haddimden yüz derece ziyade vermeleriyle beraber, bu imza sahiplerinin hatırlarını kırmaya cesaret edemedim. Sükût ederek o medhi Risâle-i Nûr şakirtlerinin şahs-ı mânevîsi namına kabul ettim.(Said Nursî)

Yukarıdaki mektup her şeyi ifâde etmiyor mu? İşte Üstadın altı tane talebesi “Üçüncü medrese-i Yusufiyenin el-Hüccetü’z-Zehrâ ve Zühretü’n-Nur olan tek dersini dinleyen Nur şakirtleri namına” kararlarını vermişler ve bu mektubu Üstada yazmışlar. Mektup uzun ancak biz son kısmındaki SON kelimelere dikkat çekilmesi için o kısmı ekledik. Acaba Üstad bu SON kelimelerini anlayamadı mı ki tashih etmedi ve böylece Risâle-i Nûrlara bu mektubu koydurdu?

Bu mektuba muhatap olan Nur Talebeleri şimdi bu son kelimelerini nasıl anlamaları gerekir?

Risâle-i Nûrlar hayal değil hakîkattir. Tasavvur değil tasdiktir.

Konuya bazı hadîslerle devam edelim ve bitirelim inşâallah:

Mehdî’ye İstemediği Halde Biat Edilecek.

Halifenin ölümü anında ihtilaf olur. Medine halkından bir kişi koşarak Mekke’ye çıkar. Mekke halkından bir grup onu, istememesine rağmen (bulunduğu yerden) çıkarırlar. Hacer-ı Esved’le Makamı İbrahim arasında ona biat ederler. (Sünen-I Ebu Davud, 5-94/El-Kavlu’l Muhtasar Fi Alamatil Mehdîyy-il Muntazar, s. 20)

Hz. Mehdî istemediği halde ona biat edeceklerdir. Daha sonra Hz. Mehdî, onlara 2 rekat namaz kıldıracak ve Makam’ın yanında minbere çıkacaktır. (El-Kavlu’l Muhtasar Fi Alamatil Mehdîyy-il Muntazar, 34,50 44)

Fitne içindeki insanlar kan akıtıldığı bir zamanda evinde oturmakta olan Mehdî’ye gelir ve “Bizim için kalk artık” der. O ise kabul etmez, ancak ölümle tehdit edildikten sonra onlar için kalkar. Ondan sonra artık kan dökülmez.

Hadis-i şerîflerde Mehdî’ye biatın kendisi istemediği halde yapılacağı bildiriliyor. Bu da gösteriyor ki Mehdî kendisini hiçbir zaman Mehdî olarak ilan etmeyecektir, hatta insanlar ona gelip “alametler sende mevcut, sen Mehdî’sin” dedikleri halde o yine de reddedecektir.

Mehdî iki kez insanların gözünden kaybolacaktır. Bir seferinde o kadar uzun bir zaman görülmeyecek ki, kimisi onun öldüğünü, kimisi de bırakıp gittiğini zannedecek, yakın arkadaşları dışında hiç kimse onun yerini bilemeyecektir.(Bu hadis, Kitab-ül Burhan Fi Alamet-il Mehdîyy-il Ahir Zaman isimli kitabın Süleymaniye Kütüphanesinde bulunan el yazması bir nüshasında mevcuttur.)

Risâle-i Nûrları okuyan ve Üstadın hayatını bilen her Nur Talebesi bu hadîslerden Üstadın hayatına izdüşümler çıkarmakta zorlanmayacaklardır. Hadislerin zahir mânâsı ile değil müteşâbih mânâları ile bakılması gerekir.

“Risâle-i Nûr doğrudan doğruya Kur’ân’ın bâhir bir burhanı ve kuvvetli bir tefsiri ve parlak bir lem’a-i i’câz-ı mânevîsi ve o bahrin bir reşhası ve o güneşin bir şuâsı ve o mâden-i ilm-i hakikatten mülhem ve feyzinden gelen bir tercüme-i mâneviyesi olduğundan, onun kıymetini ve ehemmiyetini beyan etmek Kur’ân’ın şerefine ve hesabına ve senâsına geçtiğinden, elbette Risale-i Nur’un meziyetini beyan etmekliği, hak iktiza eder ve hakikat ister, Kur’ân izin verir. Benim gibi bir tercümanın hissesi yalnız şükürdür. Hiçbir cihetle fahre, temeddühe, gurura hakkı yoktur ve olamaz. Gelecek âyetlerin işârâtına bu nokta-i nazarla bakmak gerektir. Yoksa beni hodbinlikle itham edenlere hakkımı helâl etmem.(Birinci Şua)”

“Mânevî bir elektrik olan Resâili’n-Nûr dahi ne şarkın malûmatından, ulûmundan ve ne de garbın felsefe ve fünunundan gelmiş bir mal ve onlardan iktibas edilmiş bir nur değildir. Belki, semâvî olan Kur’ân’ın şark ve garbın fevkindeki yüksek mertebe-i arşîsinden iktibas edilmiştir.(Birinci Şua)”

“Risâle-i Nûr, tarîkat değil hakîkattir. Âyât-ı Kur’âniyeden tereşşuh eden bir nurdur. Ne şarkın ulûmundan ve ne de garbın fünunundan alınmış değil. Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyânın bu zamana mahsus bir i’câz-ı mânevîsidir. Menfaat-i şahsiye yoktur. (Kastamonıu Lâhikası)”

Baki ÇİMİÇ

[email protected]

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir