Isparta Mevlidi’nden Dönerken…

Neydi bizleri Isparta yollarına düşüren sır acaba? Bir sevda mı desem, bir aşk mı desem veya bir hasret mi desem bilemiyorum! Sanırım hepsi birden âlem-i asgarımızda içtimâ etmiş olmalı ki bizler yollara koyulduk. Nûra gönül vermiş “on müttehid adam” olma sevdasına düşmüş kardeşlerdik.

Esâsında yıllar önce başladı bu hasret. Ancak bir türlü kuvveden fiile çıkamadı bu niyet. Sanırım illet-i tâmme tahakkuk etmemiş olacak ki, te’sîr-i hakîkî olan kudret ve irâde-i Rabbânî tecelli etmemişti. Zâhirî esbâb yıllarca illet-i tâmme şartlarına ulaşamıyor olmalıydı.

Nihâyet gazetemiz Yeni Asya’da Isparta Mevlidi’ne dâvet ilânını görünce tekrâr kuvvedeki niyetler dillere döküldü. Bu sefer niyetler illet-i tâmme şartlarını tahakkuk ettirecek gibi görünüyordu ve öyle oldu hamdolsun. Bizler öncelikle Üstâdımızın mübârek belde olarak tavsîf ettiği Barla’ya niyetlerimizi tevcîh ettirirdik. Ve 8 Ekim günü Barla’ya kavuştuk şükürler olsun.

Barla hakîkaten bizim de âlemimizde çok mühim bir yer işgâl ediyordu. Çünkü Barla; Bedîüzzaman Hazretleri’nin dokuz yıl sürgün olarak kaldığı ve Risâle-i Nur’un büyük bir kısmının te’lîf edildiği yerdi. İslâmiyet güneşinin söndürülmeye başlandığı bir dönemde insanlık âlemine Kur’ân güneşinin tekrâr tulû’ ettiği bahtiyâr beldeydi. Çünkü Barla; taşıyla, toprağıyla, bitkisiyle, hayvanıyla ve en önemlisi de insanlarıyla Üstâdımıza ünsiyet eden değerli bir beldeydi. Ayrıca Üstâdımıza gönlünü ve kalbini açan mânevî iklimleri yaşatan yerdi. Çünkü Barla, âlem-i insâniyetin karanlıklardan nûra çıkışına vesîle olan Kur’ân’ın mânevî derslerinin te’lîf edilmeye başladığı bir menzildi. Üstâd’ın âleminde Yıldız Saraylarına değiştirilmeyecek kadar önem arzeden ve vazgeçilmeyen bir mekâna (Çam Dağı) sahipti. Çünkü Barla, âhirzamân hâdiselerine hadîslerle işâret ve beşâret eden sırlarla doluydu.

Husûsân Üstâd’ın tâbirince “Isparta vilâyeti, eski zamanın Şâm-ı Şerîfinin mübârekiyeti”ndeydi.1 İşte bizim âlemimizde böyle bir yeri vardı Isparta ve Barla’nın. Bu duygularla niyetlenmiş ve düşmüştük Isparta yollarına. Mevlid sadece şartlardan birisiydi. Demek ki o şart böyle bir gezinin illet-i tâmme şartları içersindeymiş.

Çok memnûniyetle ve şevkle ziyâretlerimiz devam etti. Herkes hasretle görmek istediği mekânlara kavuşmanın ve tefekkür etmenin hazzını yaşıyordu. Hele Üstâd’ın kaldığı ev ve yerler, gezdiği yollar ve bahçeler ziyâret edildikçe hayretler izhâr ediliyordu. Barla’nın yaşayan şahitlerinden dinlenilen hâtıralarla tâ o zamanlara doğru fikren gidiliyordu. Ulu Çınar hasretle temâşâ ediliyor, sanki üzerinde Üstâd’ın yaptığı zikirler ve tefekkürler mânen dinleniyordu. Üstâd’ın kaldığı evde ders yapıp namazlar kılınıyor, evin altındaki çeşmeden soğuk sular içiliyordu.

Cennet Bahçesi ayrı bir güzellikteydi ve cennet bahsini orada dinlemek ise dahâ bir başka hasretin tahakkuk anıydı. Sanki cennet bahsi Üstâd’a yeni ilhâm ve ihtâr ediliyor mânasında muhâtab olunarak dinleniyordu. Dersin kalb ve rûhumuza te’sîr-i azîmini dahâ net hissediyorduk.

Şimdi sıra Çam Dağı hasretinin dinmesine gelmişti. İstanbul’dan gelen ağabeyler “Biz de gideceğiz, berâber gidelim” deyince onları bekledik ve birlikte yola çıktık. Çam Dağı şahsen beklediğimden farklı bir haşmette ve güzellikte karşıladı beni. Üstâd’ın yürüyerek aştığı yolları bizler yeni döşenmiş parke taşlı yolda araba ile gittik. Biraz tırmanma ile zirveye ulaştık, bir de gördük ki Çam Dağı kalabalık bir cemaat ile dolmuştu. Bizler de kesilen katran ağacının yanına inerek “Yıldızları Konuşturan Bir Yıldıznâme” dersini, Hanefi hocamızın tatlı uslûbu ile, te’lîf edildiği mekânda dinledik ve Çam Dağı’nda yıldızlardan tevhid dersini aldık.

Barla Tesislerimizde tanışma, kaynaşma ve dersleri birlikte yaşadık. Geceyi Barla’da başka bir mekânda geçirdik. Bu vesîleyle konaklamamız için bizlere yardımcı olan ağabey ve kardeşlerimize de çok teşekkür ediyor, allah razı olsun diyoruz.

Pazar sabahı Isparta’ya geçtik ve Üstâd’ın kaldığı evi de ziyâret ederek Ulu Camii’ne mevlid için yöneldik. Mevlid öncesi ve sonrası farklı illerden gelen ağabey ve kardeşlerle kucaklaştık ve sohbetler ettik. Bir gün sonraki mesâî saatimize yetişmek için dönüş hazırlıkları yapmalıydık ve görüşebildiğimiz ağabey ve kardeşlerle kucaklaşarak saat 15.00’da hareket ettik. Hepimiz çok mutlu olmuş ve şevk dolmuştuk. Tekrar gelme planları yapıyor ve ailelerimizle de buralara gelmemiz gerektiğini paylaşıyorduk. Bu arada öğle namazı öncesi başlayan yağmur devam ediyor ve yol boyu şoförümüz dikkatle seyir halindeydi. Bizler hem yaşadığımız güzellikleri paylaşıyor, hem de çeşitli tefekkürî konuları müzâkere yapıyorduk.

Yolda kaza yapmış bir otomobili polis 155’e ihbâr etmeyi de ihmâl etmedik. Bilemezdik ki o kaza ihbârından yirmi dakika sonra bizler de zâhiren çok şiddetli ve ağır hasârla neticelenecek bir kaza geçirecektik ve duyarlı vatandaşlar da bizim kazamızı ihbâr edecek ve acil ambulans bizi hastaneye götürecekti. İşte böylece bizler de, içinde on kişi bulunan minibüsle takla atmış ve defalarca sırt üstü aracımız dönmüş karşı yola geçmişti. O hâli anlatmak sanırım yaşamadan çok güç olsa gerek. Ancak biz bizzat o hâli yaşamış ve hakka’l-yakîn ölüm ile yüz yüze gelmiştik. Ölüm bu olsa gerek diye düşünüyor ve taşıtın nerede duracağını bilemediğimizden yapılacak en son sözler olan allah kelâmını tekrârlıyorduk ki taşıt durdu. Biz üst üste yığılmıştık ve baktık ki Rabbimiz bizi öldürmemiş, yaşıyorduk. Çevreden gelenler önce bizi taşıttan çıkardılar, ancak ya kardeşlerimiz nasıldı? Birer birer her birisini ayakta gördükçe seviniyor ve allah’a hamd ü senâ ediyorduk. Çünkü herkes sapasağlam ayakta ve Rabbimiz bizi inâyeti ile korumuş ve hıfzetmişti. Gelenler “Kaç ölü çıktı bu kazadan?” diyordu. Biz her ne kadar önde otursak da görünürde çok ağır hasâr alan arabadan bu kadar hafîf olarak kazayı atlatmamız Rabbimizin hıfzı ve inâyetinin zahir bir alâmetiydi. Hastanede yapılan müdâhalede anladık ki kırık ve çıkık olmaması ve küçük sıyrık, kesik ve eziklerle büyük bir kazadan korunarak çıkışımız Rabbimizin bir ikramıydı bizlere. Bu arada gazeteden Faruk Çakır kardeşime ulaşarak durumu bildirmiştim. Afyonlu ağabeylerimizin haberi alır almaz koşarak acilen yanımıza gelmeleri ve fedakârca bizlere kucak açıp her türlü yardımı yapmaları cemaat rûhunun ve şahs-ı mânevinin tezâhürü olarak ne kadar önemli hasletlerle ve nimetlerle hemhâl olduğumuzu anladık. Teşekkürler Afyonlu ağabeylerimize. allah ebeden razı olsun sizlerden. Ne mutlu ki böyle güzîde bir cemaat içersindeyiz.

Şimdi gelelim bu musîbetten çıkaracağımız hikmetli derslere ve hesaba ki en önemli noktalardan birisi de bu olsa gerek.

Hayat, İsm-i Hayy ve İsm-i Muhyî’nin bir cilve-i âzamıdır. Onun içindir ki hayat, kudret-i ezeliyenin en büyük ve en ince ve en acîp bir mucîzesidir. Önemli olan odur ki, hayatımızı Mûcidimize fedâ edebilelim. Hayatı maksâd-ı hakîkisi olan Rabb-i Rahîm’in emri ve rızası yolunda sarf edebilelim. İşte bu noktada biz kullar hayatın gâyesi olan îmân ve ubûdiyet noktasında gaflet, ülfet ve ünsiyetin te’sîri ile hatalara ve vartalara düşüyoruz. Nefis, his ve hevese açık kapılar bırakıyoruz. Şeytan-ı lâin de bu açık kapıları kullanarak vazîfesi olan tahribatını yapıyor. İşte tam da bu noktada Rabb-i Rahimimiz i’kâz edici musîbetlerle biz kullarını uyarıyor. İnşâ bizler de yaşadığımız bu musîbeti bu pencereden tefekkür ederek hayatımızın koordinatlarını tekrar gözden geçirerek, nefis ve şeytana açtığımız kapıları kapatmak noktasında Rabbimizin bizlere bahşettiği fırsatı değerlendirmek istiyoruz.

Hayatı Sahib-i Hakîkîsi yolunda sarf etme noktasında bu musîbeti fırsata çevirmek zorundayız. Yoksa musîbet hakîkî vazîfesini yapmamış olur ve dahâ büyük musîbetlerin yolunu açabilir. Çünkü Rabb-i Rahîmimiz biz âciz ve günahkâr kullarına hakka’l-yakîn olarak hayat ile mevt arasındaki o ince çizgiyi bizzat yaşattı. Ölümü yakînen maddî ve mânevî duygularımıza müşâhede ettirdi. Âcizliğin zirvesini ve O’ndan (cc) başka halâskâr ve sığınak olmadığını bilmüşahade seyrettirdi. Maddî olarak büyük ve şiddetli bir kazayı hıfz-ı Rabbâni ve inâyet-i İlâhî ile çok hafîf olarak atlattırdı. Rabbimiz şefkat ve merhametini zâhir olarak bizlere gösterdi. Elhamdülillah dedik ve Rabbimizin bize bahşettiği hayatı tekrar O’nun yolunda sarf edebilmek için bunu fırsat bilmek noktasında kardeşlerimizle söz birliği ettik.

Not: Geçirdiğimiz kaza nedeniyle gazetede ilân veren, bizzat ziyâretimize gelen ve telefonla bizlere geçmiş olsun dileklerini ileten bütün dost, kardeş, ağabey ve meslektaşlarıma teşekkür ediyorum.

Dipnot: 1- Lem’alar, 2005, s: 407

13.10.2011

Bakî ÇİMİÇ

[email protected]

http://www.yeniasya.com.tr/yazi_detay.asp?id=3715

“Isparta Mevlidi’nden Dönerken…” için 1 yorum

  1. hocam selamun aleyküm
    Maddî olarak büyük ve şiddetli bir kazayı hıfz-ı Rabbâni ve inâyet-i İlâhî ile çok hafîf olarak atlattığınızı şimdi yazınızdan öğrendim size ve kardeşlere geçmiş olsun Allah her daim yardımcınız olsun selam ve hürmetlerimle

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir