İştirâk-i Â’mâl-i Uhrevîye Kànunu

Biliyoruz ki Risâle-i Nûr hizmetlerinde ferdîn tek başına pek kıymet-i harbîyesi yoktur. Elbette ki ferdî yapılan hizmetler ve ibâdetler münferid olarak Rabbimiz tarafından değerlendirilecektir. Ancak Bedîüzzamân’ın bu asırda tek başına yapılacak olan ibâdetlerin o kişinin ma’rûz kaldığı günâhlar karşınında yeterli olamayabileceğini söyler ve şöyle devam eder.

“Aziz, sıddık kardeşlerim,

Lâtif ve mânidar ve beşâretli iki hâdiseyi beyan ediyorum.

Birincisi: Meyusâne bir hatıradan müjdeli bir ihtâr:

Bugünlerde hatırıma geldi ki, hayât-ı içtimâiyeye giren hangi şeye temas etse, ekseriyetle günâhlara mâ’rûz kalıyor. Her cihette günâhlar serbestçe insanı sarıyorlar. “Bu kadar günâhlara karşı insanın husûsî ibâdet ve takvâsı nasıl mukâbele edebilir?” diye meyusâne düşündüm.

Hayât-ı içtimâiyedeki Risâle-i Nûr talebelerinin vaziyetlerini tahattur ettim. Risâle-i Nûr şakirtleri hakkında necatlarına ve ehl-i saâdet olduklarına dair kuvvetli işaret-i Kur’âniyeyi ve beşaret-i Aleviyeyi ve Gavsiyeyi düşündüm. Kalben dedim ki: “Herbiri bin yerden gelen günâhlara karşı bir dille nasıl mukâbele eder, galebe eder, necat bulur?” diye mütehayyir kaldım.

Bu tahayyürüme mukabil ihtâr edildi ki:

Risâle-i Nûr’un hakikî ve sâdık şakirtlerinin mâbeynlerindeki düstur-u esâsiye olan iştirâk-i â’mâl-i uhrevîye Kànunuyla ve samimî ve hâlis tesânüd sırrıyla herbir hâlis, hakikî şakirt, bir dille değil, belki kardeşleri adedince dillerle ibâdet edip istiğfar eder. Bin taraftan hücûm eden günâhlara, binler dille mukâbele eder. Bazı melâikenin kırk bin dille zikrettikleri gibi, hâlis, hakikî, müttakî bir şakirt dahi kırk bin kardeşinin dilleriyle ibâdet eder, necata müstehak ve inşaallah ehl-i saâdet olur. Risâle-i Nûr dairesinde Sadakât ve hizmet ve takvâ ve içtinab-ı kebâir derecesiyle o ulvî ve küllî ubudiyete sahip olur. Elbette, bu büyük kazancı kaçırmamak için, takvâda, ihlâsta, Sadakâtte çalışmak gerektir.[1]

İşte bu mektupta da görüyoruz ki Bedîüzzamân Hazretleri ”Bugünlerde hatırıma geldi ki, hayât-ı içtimâiyeye giren hangi şeye temas etse, ekseriyetle günâhlara mâ’rûz kalıyor. Her cihette günâhlar serbestçe insanı sarıyorlar. “Bu kadar günâhlara karşı insanın husûsî ibâdet ve takvâsı nasıl mukâbele edebilir?” diye meyusâne düşündüm.” Demektedir.

“Kalben dedim ki: “Herbiri bin yerden gelen günâhlara karşı bir dille nasıl mukâbele eder, galebe eder, necat bulur?” diye mütehayyir kaldım.” Diyerek kararsız kaldığını ve endişe ettiğini belirtir. Tam bu durumda iken Üstada ihtâr gelir ve;” Bu tahayyürüme mukabil ihtâr edildi ki:

Risâle-i Nûr’un hakikî ve sâdık şakirtlerinin mâbeynlerindeki düstur-u esâsiye olan iştirâk-i â’mâl-i uhrevîye Kànunuyla ve samimî ve hâlis tesânüd sırrıyla herbir hâlis, hakikî şakirt, bir dille değil, belki kardeşleri adedince dillerle ibâdet edip istiğfar eder. Bin taraftan hücûm eden günâhlara, binler dille mukâbele eder.” Şeklindedir gelen ihtâr. Bizlerde buna binaen “Şirket-i Mâneviye-i Uhrevîye” sırrını hem anlamak hem de o sırra ulaşmak için bu yazıyı hazırlamak istedik.

Yazının içinde daha çok duracağımız kavramlar şunlar olacaktır.

*Âhirete ait mal ve servet kazanmak emval-i uhrevîye düsturunu;

*Kur’ân’ın şifâlı Cennet suyu mânâsını taşıyan Kevser-i Kur’âniye sırrını;

*Duâda mânevî ortaklık ve berâberlik sırrına işaret eden şirket-i mânevîye-i duâiye sırını;

*Nur`un mânevî ortaklığı mânâsına tevafuk eden şirket-i mâneviye-i Nûriye hakîkatine;

*Ahirete ait hizmetlerle ilgili mânevî şirket, mânevî ortaklık mânâsını kuşatan şirket-i mânevîye-i uhrevîye mânâlarına ulaşmayı umuyoruz inşâallah.

İhlâs Risâlesinde bir haşiye olarak geçer. “Evet, bahtiyar odur ki, kevser-i Kur’ânîden süzülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için, bir buz parçası nev’indeki şahsiyetini ve enâniyetini o havuz içine atıp eritendir.[2]” hakîkati de konumuza mihenk olabilecek önemli bir düsturdur.

“Her ne ise, bu iştirâk-i emval düsturu â’mâl-i uhrevîyeye girse, zararsız azîm menfaate medardır. Çünkü bütün emval, o iştirâk eden herbir ferdîin eline tamamen geçmesinin sırrını taşıyor. Çünkü, nasıl ki dört beş adamdan, iştirâk niyetiyle biri gazyağı, biri fitil, biri lâmba, biri şişe, biri kibrit getirip lâmbayı yaktılar. Herbiri tam bir lâmbaya mâlik oluyor. O iştirâk edenlerin herbirinin bir duvarda büyük bir aynası varsa, herbirinin noksansız, parçalanmadan, birer lâmba, oda ile berâber aynasına girer. Aynen öyle de, emvâl-i uhrevîyede sırr-ı ihlâs ile iştirâk ve sırr-ı uhuvvet ile tesânüd ve sırr-ı ittihâd ile teşrikü’l-mesâi, o iştirâk-i â’mâlden hâsıl olan umum yekûn ve umum nur herbirinin defter-i â’mâline bitamâmihâ gireceği, ehl-i hakîkat mâbeyninde meşhud ve vakidir. Ve vüs’at-i rahmet ve kerem-i İlâhînin muktezasıdır.[3]”

“Emvâl-i uhrevîyede sırr-ı ihlâs ile iştirâk ve sırr-ı uhuvvet ile tesânüd ve sırr-ı ittihâd ile teşrikü’l-mesâi, o iştirâk-i â’mâlden hâsıl olan umum yekûn ve umum nur herbirinin defter-i â’mâline bitamâmihâ gireceği…[4]”

“İşte, ey kardeşlerim! Sizleri inşaallah menfaat-i maddiye rekabete sevk etmeyecek. Fakat menfaat-i uhrevîye noktasında bir kısım ehl-i tarikat aldandıkları gibi, sizin de aldanmanız mümkündür. Fakat şahsî, cüz’î bir sevap nerede, mezkûr misal hükmündeki iştirâk-i â’mâl noktasında tezahür eden sevap ve nur nerede?[5]”

Yukarıdaki alıntılardan şu kavramlar üzerine yoğunlaşmaya çalışırsak inanıyorum ki güzel hakîkatler inkişaf edecektir.

*Sırr-ı ihlâs ile iştirâk ve

*Sırr-ı uhuvvet ile tesânüd ve

*Sırr-ı ittihâd ile teşrikü’l-mesâi”

Âhirete ait mal ve servetlerde hizmet etmek için öncelikle İhlâsın sır ve hakîkati ya’nî sadece Allah rızâsını maksat yapmak sırrı ile o işe iştirâk etmek esâstır. Çünkü uhrevî hizmetlerde sırr-ı ihlâs olmazsa fayda vermez. Bu nedenle de bu hizmetlerde öncelikle hiçbir beklenti olmadan Allah rızâsı için iştirâk gerekir.

Daha sonra ise sırr-ı uhuvvet ile ya’nî hakîkî kardeşlik sırrı ile dayanışma, birbirine dayanma, birbirinden destek alma, birbirinden kuvvet alma ve birbirine kuvvet katma ile tesânüd gerekiyor. Fabrikanın birbirine kuvvet veren çarkları misüllü.

Emvâl-i uhrevîyede üçüncü sır ise sırr-ı ittihâd ile teşrikü’l mesâî. Sırr-ı ittihâd; kâinattaki birlik hakîkati, her şeyin birbirine bağlılık sırrı olarak müthiş bir işleyişin sahibini bizlere göstermektedir. Öyleyse bu işleyiş ve birlik sırrı ile bizler de ortak akıl birliğiyle berâber ve birlikte çalışmak rûhu ile çalışma mesâîlerimizi birleştirmemiz gerekiyor.

Bütün kâinat bizlere zerreden kürelere kadar “sırr-ı ihlâs ile iştirâk ve sırr-ı uhuvvet ile tesânüd ve sırr-ı ittihâd ile teşrikü’l-mesâî” işleyişini ders vermektedir. Risâle-i Nûrlar ise kâinattaki bu sırları birer rehber olarak bizlere bir terkip olarak sunmaktadır. Sanırım bizler bu imtihandan daha şiddetli geçiyoruz. Bu kavramlar Risâle-i Nûrların sayfalarından öncelikle ekvalimize sonra ahvalimize ve daha sonra da etvarımıza in’ikas etmesi gerekiyor. Bence sır-ı ihlâs burada başlıyor.

Bu asrın husûsiyetleri Risâle-i Nûrlarda deşifre edilmiştir. İki dinsizlik cereyanı özellikle ehl-i îmânının itikat cihetine hücûm etmiş ve îmânlar zafiyete bürünürken eneler kuvvet bulmuştur.

Burada çok farklı bir noktaya değinmek istiyorum. Bilmiyorum katılır mısınız? Ben biraz da tesanütteki zafiyet problemini cemaat enelerinde arıyorum. Risâle-i Nûrları okuduğumuz zaman belki enemizi tam eritip Kevser-i Kur’âniyeye dahil edemiyoruz. Bu eneler kendi meşrepleri içersinde birleşip bir nevi o meşrebin taassup sayılabilecek enesini oluşturuyor diye düşünüyorum.

Çözüm için ise acilen Risâle-i Nûrlarla yüzleşmek,bir murakaba ve muhasebe ile arınmak ve Risâle-i Nûrlardaki sırr-ı ihlâs ile keveser-i Kur’âniye havuzunda tam havuzu elde etmek için erimek ve ondan sonra diğer hizmet cihetlerine hamletmek gerekiyor diye düşünüyorum.Çünkü mesele çok net ve açık olarak gözüküyor. Öncelikle sırr-ı ihlâs ile iştirâk gerekmiyor muydu?

“Bütün kainat bizlere zerreden kürelere kadar “sırr-ı ihlâs ile iştirâk ve sırr-ı uhuvvet ile tesânüd ve sırr-ı ittihâd ile teşrikü’l-mesâi” işleyişini ders vermektedir. Risâle-i Nûrlar ise kâinattaki bu sırları birer rehber olarak bizlere bir terkip olarak sunmaktadır.”

Risâle-i Nûrlardan iki yer eklemek istiyorum.

“Ferdîiyet cilvesi, kâinat yüzünde öyle bir sikke-i vahdet koymuştur ki, kâinatı tecezzî kabul etmez bir küll hükmüne getirmiştir. Bütün kâinata tasarruf edemeyen bir zat, hiçbir cüz’üne hakikî mâlik olamaz. O sikke de şudur:

Kâinatın mevcudatı, envâları en muntazam bir fabrika çarkları gibi birbirine muavenet eder, birbirinin vazifesini tekmile çalışır. Öyle bir tesânüd, öyle birbirine muavenet, öyle birbirinin sualine cevap vermek ve birbirinin imdadına koşmak ve birbirine sarılmak, birbiri içine girmek suretiyle öyle bir vahdet-i vücut teşkil ediyorlar ki, bir insanın cesedindeki unsurlar gibi, birbirinden kabil-i tefrik olmaz. Bir unsurun dizginini tutan, umumun dizginlerini tutamazsa, o tek unsurun dizginini zaptedemez.

İşte, kâinatın simasındaki bu teavün, tesânüd, tecavüb, teanuk, pek parlak bir sikke-i kübrâ-yı vahdettir.[6]”

Evet, nasıl ki sahife-i arz üstünde Ehad ve Samedin hâtemlerini görebiliyorsun. Bak, kitab-ı kâinat üstünde de, büyüklüğü nispetinde bir vuzuh ile hâtem-i vahdet okunuyor.

Çünkü, şu mevcudat, bir fabrikanın ve bir kasrın ve bir muntazam şehrin eczaları gibi birbirine karşı muavenet ellerini uzatmış, birbirinin sual-i hâcetlerine lebbeyk derler. El ele verip, bir intizamla çalışırlar. Baş başa verip, zevilhayata hizmet ederler. Omuz omuza verip, bir gayeye müteveccihen, bir Müdebbire itaat ederler.

Evet, şems ve kamerden, gece ve gündüzden, kış ve yazdan tut, tâ nebatat hayvanların imdadına, hayvanlar insanların imdadına, zerrat-ı gıdaiye semeratın imdadına, mevadd-ı taamiye, hüceyrat-ı bedenin imdadına koşup gelmelerine kadar câri olan düstur-u teavünle bütün mevcudat, Kerîm bir Mürebbinin emriyle hareket ettiklerini gösteriyorlar.

İşte, şu kâinat içinde câri olan bu tesânüd, bu teavün, bu tecavüb, bu teânuk, bu musahhariyet, bu intizam, birtek Müdebbirin terbiyesiyle idare ve birtek Mürebbînin tedbiriyle sevk edildiğine kat’iyen şehadet eden bu meşhudumuz hikmet-i âmme içindeki inayet-i tâmme ve o inayet içindeki rahmet-i vasia ve o rahmet içindeki rızk-ı âmm ve her müterezzika lâyık bir tarzda rızık vermek, öyle parlak bir hâtem-i tevhiddir ki, bütün bütün kör olmayan görür.[7]”

İhlâs, sadâkat ve tesânüd sıfatları üzerine Risâle-i Nûrlarda çok yer var ve bu kavramları izâh ediyor. Birlikte okuyalım inşallah.

“Bu dünyada, husûsan uhrevî hizmetlerde en mühim bir esâs, en büyük bir kuvvet, en makbul bir şefaatçi, en metin bir nokta-i istinad, en kısa bir tarik-i hakîkat, en makbul bir duâ-yı mânevî, en kerametli bir vesile-i makasıd, en yüksek bir haslet, en sâfi bir ubudiyet, ihlâstır.[8]”

“Birinci Düsturunuz; Amelinizde rızâ-yı İlâhî olmalı.

Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder. Onun için, bu hizmette, doğrudan doğruya, yalnız Cenâb-ı Hakkın rızâsını esâs maksat yapmak gerektir.[9]”

“Üçüncü Düsturunuz: Bütün kuvvetinizi ihlâsta ve hakta bilmelisiniz. Evet, kuvvet haktadır ve ihlâstadır.[10]”

“Emvâl-i uhrevîyede sırr-ı ihlâs ile iştirâk ve sırr-ı uhuvvet ile tesânüd ve sırr-ı ittihâd ile teşrikü’l-mesâi, o iştirâk-i â’mâlden hâsıl olan umum yekûn ve umum nur herbirinin defter-i â’mâline bitamâmihâ gireceği,[11]”

Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet ve mânevî ordusu, yalnız ihlâs ve Sadakât ve tesânüd sıfatlarına tam sahip olan bir kısım şakirtlerdir. Ne kadar da az da olsalar, mânen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar.[12]

S – Herşeyden evvel bize lâzım olan nedir?

C – Doğruluk.

S – Daha?

C – Yalan söylememek.

S – Sonra?

C – Sıdk, ihlâs, Sadakât, sebat, tesânüd.

S – Yalnız…

C – Evet…[13]

“Size bütün rûh u canımızla müjde veriyoruz ki, Nurculardaki tam ihlâs ve hakikî Sadakât ve sarsılmaz tesânüd vesilesiyle, başımıza gelen bütün musibetler, hizmet-i îmâniyemiz noktasında büyük nimetlere çevrilmiş ve perde altında hatır ve hayale gelmeyen Nurun fütuhatları oluyor.[14]”

“Gerçi has kardeşlerim herbirisi mükemmel bir Said hükmünde Nura sahiptirler. Fakat ihlâstan sonra en büyük kuvvetimiz tesânüdde bulunduğundan…[15]”

Evet, Risâle-i Nûr’un o kadar dehşetli muannidlere karşı galibâne mukavemeti, sırr-ı ihlâstan ve hiçbir şeye âlet edilmemesinden ve doğrudan doğruya saâdet-i ebediyeye bakmasından ve hizmet-i îmâniyeden başka bir maksat takip etmemesinden ve bazı ehl-i tarikatın ehemmiyet verdikleri keşif ve kerâmât-ı şahsiyeye ehemmiyet vermemekten ve velâyet-i kübrâ sahipleri olan Sahabîler gibi, veraset-i Nübüvvet sırrıyla, yalnız îmân nurlarını neşretmek ve ehl-i îmânın îmânlarını kurtarmaktır.

Evet, Risâle-i Nûr’un bu dehşetli zamanda kazandırdığı iki netice-i muhakkikası herşeyin fevkindedir; başka şeylere ve makamlara ihtiyaç bırakmıyor.

Birinci neticesi: Sadakât ve kanaatle Risâle-i Nûr dairesine giren, îmânla kabre gireceğine gayet kuvvetli senetler var.

İkinci neticesi: Risâle-i Nûr dairesinde, ihtiyarımız olmadan, haberimiz yokken takarrur ve tahakkuk eden şirket-i mânevîye-i uhrevîye cihetiyle, herbir hakikî sâdık şakirdi binler dillerle, kalblerle duâ etmek, istiğfar etmek, ibâdet etmek ve bazı melâike gibi kırk bin lisanla tesbih etmektir. Ve Ramazan-ı Şerifteki hakîkat-i leyle-i Kadir gibi, kudsî ve ulvî hakîkatleri, yüz bin elle aramaktır.

 

İşte, bu gibi netice içindir ki, Risâle-i Nûr şakirtleri, hizmet-i Nuriyeyi velâyet makamına tercih eder; keşif ve kerâmâtı aramaz ve âhiret meyvelerini dünyada koparmaya çalışmaz ve vazife-i İlâhiye olan muvaffakiyet ve halka kabul ettirmek ve revaç vermek ve galebe ettirmek ve müstahak oldukları şan ve şeref ve ezvak ve inâyetlere mazhar etmek gibi, kendi vazifelerinin haricinde bulunan şeylere karışmaz ve harekâtını onlara bina etmezler. Hâlisen, muhlisen çalışırlar, “Vazifemiz hizmettir, o yeter” derler.[16]

Risâle-i Nûr dairesine girdikten sonra o daireden tezahur eden emval-i uhrevîyeye veya Kevser-i Kuraniyede biriken hasenelerden istifade etmenin şartları da şöyledir.

“Risâle-i Nûr dairesinde Sadakât ve hizmet ve takva veiçtinab-ı kebair derecesiyle o ulvî ve küllî ubudiyete sahib olur.[17]”

“Nurun sâdık şakirtleri îmânla kabre girecekler. Hem şirket-i mâneviye-i Nuriyenin feyziyle, herbir şakirt derecesine göre umum kardeşlerinin mânevî kazançlarına ve duâlarına hissedar olur. Güya âdetâ binler dille istiğfar eder, ibâdet eder.[18]”

“Herbiriniz, şirket-i mâneviye sırrıyla ve tesânüd-ü mânevî feyziyle, kırk bin lisanla tesbih eden bazı melekler gibi, herbir hâlis, muhlis Nur şakirtlerini kırk bin dille istiğfar ve ibâdet etmiş gibi rahmet-i İlâhiyeden kanaat-i tamme ile ümit ediyoruz.[19]”

“En başta Bediüzzaman Hazretlerinin duâlarına dahil olmakla berâber, Nur talebeleri mabeynindeki şirket-i mâneviye sırrıyla defter-i hasenatlarına hayırlar kaydedilmektedir.[20]”

“Madem sizde büyük bir himmet ve kuvvetli bir îmân var; tam bir ihlâs ve tam bir mahviyetle, sebatkârâne Risâle-i Nûr’a şakirt ol-tâ binler, belki yüz binler şakirtlerin şirket-i mâneviye-i uhrevîyelerine hissedar ol. Tâ senin hayırların, iyiliklerin cüz’îyetten çıkıp küllîleşsin, âhirette tam kârlı bir ticaret olsun.[21]”

“Risâle-i Nûr şakirtlerindeki şirket-i mâneviye itibarıyla, benim çok noksan kazancımdan hisse aldıkları gibi, bütün şakirtlerin bütün kazançlarından da hisseler almaya yol açıldığını, benim tarafımdan selâmımı, hürmetlerimle onlara tebliğ ediniz.[22]”

“Biz, onların bütün tazyik ve sıkıntı vermelerine karşı, imân-ı tahkiki kuvvetiyle ve sırrıyla kabre îmân ile girmek ve şirket-i mâneviye ile her birimiz, yüzer lisanla duâ ve tesbihat ve â’mâl-i saliha yapmak olan iki kudsî ve cihandeğer kıymetli ve medar-ı sürûr kazancımızla mukâbele edip, geçmiş zahmetlerin sevaplarını ve mânevi lezzetlerini ve gelecek meşakkatlerin hazırda yokluğunu düşünerek, yalnız hazır saatteki musibete karşı, sabır içinde şükretmeliyiz.[23]“

Sadakâtın ön şartı sırr-ı ihlâs ile iştirâktır diye düşünüyoruz. Sadakât içine ihlâsı da alır. İhlâssız bir Sadakât hakîkî bir sadakât olmaz zaten. Üstad özellikle “Risâle-i Nûr dairesinde sadakât ve hizmet ve takvâ ve içtinab-ı kebâir derecesiyle o ulvî ve küllî ubudiyete sahip olur. “ diyerek daire içersine sırr-ı ihlâs ile iştirâk ederek girilince en önemli şartların başında Sadakâtı sayıyor. Ancak burada ki sır-ı ihlâs ile iştirâkı hakta ihlâs olarak kabul ediyoruz.”Bütün kuvvetinizi hakta ve ihlâsta bilmelisiniz” Üstadımızı bizlere gösterdiği bir düsturdur. Çünkü haksızlar daki haksız mesleklerinde gösterdikleri samimiyette dolayı muvaffak oluyorlar.

Demek ki önce sırr-ı ihlâs ile iştirâk olacak ve sonsa Sadakâtın ön şartı tamamlandıktan sonra daire içine girilip sonra o hizmette “Sadakât ve hizmet ve takvâ ve içtinab-ı kebair derecelerine göre” kalb ayinesinin parlaklığı nispetinde o büyük kazançtan istifade edilecekitir. Böylece “bu büyük kazancı kaçırmamak için, takvâda, ihlâsta, Sadakâtte çalışmak gerektir. “ hakîkati de tahakkuk edecektir inşallah.

Sual: “Hocam sizce bir müslüman neden Risâle dairesinde olmadan, onun sevabına ortak olamıyor? Veya oluyor mu ?”

Aziz kardeşim, bizler Risâle-i Nûrlara çok muhtaç olduğumuz için Rabbimiz O Kur’ân hakîkatlerini bizlere ihsan etmiş. Bu Rabbimizin bir yardımı ve merhametidir. Bizler bu cihetten Allaha sonsuz olarak şükrederiz. Elbette ki Risâle-i Nûrlara muhatap olmak ve onlarla hizmet temek bir bedel istiyor ve o bedele göre de Rabbimiz o hizmetleri bereketlendiriyor. Hem Risâle-i Nûrlar kimseyi dışarıda bırakmıyor ve dışarıya falan atmıyor. İnsanlar iradesi ile o Kur’ân güneşinin zıyasından kendilerini mahrum bırakıyoırlar sanırım. Hem Üstadımız bu mânâda şöyle buyuruyor.”

“Risâle-i Nûr, bir daire değil; mutedahil daireler gibi tabakatı var. Erkânlar ve sahipler ve haslar ve nâşirler ve talebeler ve taraftarlar gibi tabakatları var. Erkân dâiresine liyakatı olmayan Risâle-i Nûr’a muhalif cereyana taraftar olmamak şartıyla; dâire haricine atılmaz. Hasların hâsiyeti, bulunmayan, zıt bir mesleğe girmemek şartıyla talebe olabilir. Bid’a ile amel eden, kalben taraftar olmamak şartıyla dost olabilir. Onun için, az bir kusurla düşman sınıfına iltihak etmemek için, dışarıya atmayınız. Fakat Risâle-i Nûr’un erkânlarında ve sahiplerindeki esrarlar ve nazik tedbirlere onları teşrik etmemek gerektir.[24]”

Esâsında Risâle-i Nûrlar bütün ehl-i îmânı içine alıyor. Ancak bir öğretmen dahi sınıfındaki çalışanlarla çalışmayanları bir tutmuyor ve onların derecelerini ölçmek için imtihan yapıyorsa ve neticede herkes hakkı kadar puan alıyorsa bu niçin böyle oldu, ayrım yapıldı denmesi de doğru ve hak olmaz değil mi?

Öyleyse şöyle diyelim, Üstadımız bütün ehl-i dini ve hocalar ve tarikatleri ve meslekleri Risâle-i Nûrlara davet ediyor. Risâle-i Nûrlar on iki tarikatı cem etmiş ve onların başını tutmuştur. Aklı olan icabet eder ve bu kevser-i Kur’âniyeden istifade eder. Uzak duranlara da duâ ediyoruz ki onlarda bu hakîkatlerden istifade etsinler.

Aziz kardeşim, bütün müslümanlara duâ etmek ayrı,”Şirket-i Mânevîye Sırrı ” yâda “İştirak-i Â’mâl-i Uhrevîye Kànunu” sırrı daha ayrı durumlar. İştirak-i Â’mâl-i Uhrevîye Kànunundan istifade etmenin şartları var. Biz bu şartları kendimiz koymadık. Üstadımız da kendisi koymadı. Risâle-i Nûrları telifi malumdur. Üsdad bir irademiz dışında istihdam ediliyoruz diyor. Risâle-i Nûrların telif durumunu sanırım sizler de biliyorsunuz. Kardeşler sizlere bunu izah etmeye çalışıyor. Bizler duâlarımıza bütün ehl-i îmânı dâhil ederiz ve onları her zaman duâlarımıza artak da ederiz. Ancak şirket-i mânâveiden istifade etmek için ihlâs, Sadakât, tesanüt, takva, içtinab-ı kebair gibi şartlar sayılmış Risâle-i Nûrlarda. Önce iştirâk edilecek sonra ise Sadakâtle devam edilecek ki o emval-i uhrevîyeden istifade edilsin. Hem dünyevi şirket ortaklarında dahi iştirâk gerekiyor ki kârdan hisse alınsın.

Tekrar ediyorum ehl-i imânâ duâ etmez vazifemiz ve bunu her vakit yapıyoruz. Hatta fatihada nabüdû sırrını bilirsiniz. İştirak-i Â’mâl-i Uhrevîye Kànunu için kesinlikle sırr-ı ihlâs ile iştirâk ve diğer şartlar gerekiyor.

Aziz, sıddık kardeşlerim ve hapis arkadaşlarım,

Evvelâ: Sureten görüşmediğimizden merak etmeyiniz. Bizler mânen her zaman görüşüyoruz. Benim ehemmiyetsiz şahsıma bedel, Nurdan elinize geçen hangi Risâleyi okusanız veya dinleseniz benim âdi şahsım yerine, Kur’ân’ın bir hâdimi haysiyetiyle, beni o Risâle içerisinde görüp sohbet edersiniz. Zaten ben de sizinle bütün duâlarımda ve yazılarınızda ve alâkanızda hayalimde görüşüyorum ve bir dairede berâber bulunmamızdan her vakit görüşüyoruz gibidir.

Saniyen: Bu yeni medrese-i Yusufiyedeki Risâle-i Nûr’un yeni talebelerine deriz: Kuvvetli hüccetlerle, hattâ ehl-i vukufu da teslime mecbur eden işârât-ı Kur’âniye ile “Nurun sâdık şakirtleri îmânla kabre girecekler. Hem şirket-i mâneviye-i Nuriyenin feyziyle, herbir şakirt derecesine göre umum kardeşlerinin mânevî kazançlarına ve duâlarına hissedar olur. Güya âdetâ binler dille istiğfar eder, ibâdet eder.” Bu iki fayda ve netice, bu acîp zamanda bütün zahmetleri, sıkıntıları hiçe indirir, pekçok ucuz olarak o iki kıymettar kârları sâdık müşterilerine verir.[25]

Ve en son ömrümde en ziyade kıymettar mânevî bir hazineyi kaybetmekteki mânevî eleme karşı, Nur’un has şakirtlerinin her birisi şirket-i mâneviye sırrıyla umum namına dahi duâ ile ve amel-i sâlihle çalıştıklarından, hem el-Hüccetü’z-Zehra’da, hem Nur Anahtarı’nda izah edilen; teşehhüdde ve Fatihada bütün mevcudat ve zîhayat cemaatinin duâlarına ve tevhiddeki dâvâlarına iştirâk suretiyle, husûsan toprak, hava, su ve nur unsurları birer dil olmasıyla, topraktan çıkan bütün hayat hediyeleri ve sudan mübârekât ve tebrikât ve havadan şükür ve ibâdetin temessülleri ve nur unsurundan maddî ve mânevî tayyibatlar, güzellikler tarzında, teşehhüdde ve Fatihada, kâinattaki bütün nimetlerden gelen şükürler ve hamdler ve bütün mahlûkatın, husûsan zîhayatların küllî ibâdetleri ve bütün istiâneleri ve doğru yolda giden bütün ehl-i hakîkate ve ehl-i îmânın yolundan gidenlere, mânevî refakat etmekle onların duâlarına ve dâvâlarına tasdik suretinde âminlerle iştirâk ederek, âmin demekle hissedar olmanın küllî sırrı o gece imdadıma geldi. Gayet hasta, zayıf, meyus bir halde, cüz’î bir hizmet edememekteki mânevî elîm hastalığıma öyle bir tiryâk oldu ki, ben hakîkaten en sağlam hallerimde ve en genç zamanlarımda, en zevkli ve lezzetli evradımda bulamadığım bir mânevî süruru hissettim. Ve hadsiz şükür edip, o dehşetli hastalığıma razı oldum.

“Her zamanda gelen bütün Ramazan aylarının âşireleri adedince Allah’a hamd olsun.” dedim.[26]

Konuya bakan cihetleriyle Risâle-i Nûrların çeşitli yerlerinden derlediğimiz Şahs-ı Mânevî” ile ilgili yerleri eklemek istiyorum.

“Aziz kıymettar, sâdık ve sebatkâr kardeşlerim,

Fihristeyi, taksimü’l-â’mâl tarzında mütesanid heyetinizin şahs-ı mânevîsine tevdiiniz çok güzeldir. Tam ve daimî bir üstad buldunuz. O mânevî üstad, bu âciz kardeşinizden çok yüksektir; daha bana ihtiyaç bırakmıyor.[27]”

Eski zamanda değiliz. Eskiden hâkim bir şahs-ı vâhit idi. O hâkimin müftüsü de, onun gibi münferit bir şahıs olabilirdi, onun fikrini tashih ve tâdil ederdi.

Şimdi ise, zaman cemaat zamanıdır. Hâkim, rûh-u cemaatten çıkmış, az mütehassis, sağırca, metin bir şahs-ı mânevîdir ki, şûrâlar o rûhu temsil eder.

Şöyle bir hâkimin müftüsü de ona mücanis olup, bir şûrâ-yı âliye-i ilmiyeden tevellüt eden bir şahs-ı mânevî olmak gerektir. Tâ ki, sözünü ona işittirebilsin. Dine taallûk eden noktalardan, sırat-ı müstakîme sevk edebilsin. Yoksa, fert dâhi de olsa, cemaatin ferdî-i mânevîsine karşı sivrisinek kadar kalır. Şu mühim mevki, böyle sönük kalmakla, İslâmın ukde-i hayatiyesini tehlikeye mâruz bırakıyor.[28]

Zaman cemaat zamanıdır. Cemaatın rûhu olan şahs-ı mânevî daha metindir…

Cemaatin rûhu olan şahs-ı mânevî eğer müstakim olsa, ziyade parlak ve kâmil olur. Eğer fena olsa, pek çok fena olur. Ferdîin iyiliği de, fenalığı da mahduttur. Cemaatin ise gayr-ı mahduttur.[29]

Hem ehl-i dalâlet ve haksızlık, tesânüd sebebiyle, cemaat suretindeki kuvvetli bir şahs-ı mânevînin dehâsıyla hücûmu zamanında, o şahs-ı mânevîye karşı, en kuvvetli ferdîî olan mukavemetin mağlûp düştüğünü anlayıp, ehl-i hak tarafındaki ittifak ile bir şahs-ı mânevî çıkarıp, o müthiş şahs-ı mânevî-i dalâlete karşı hakkaniyeti muhafaza ettirmek,[30]

Bir sene bu Risâleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan, bu zamanın mühim, hakîkatli bir âlimi olabilir. Eğer anlamasa da, madem Risâle-i Nûr şakirtlerinin bir şahs-ı mânevîsi var; şüphesiz o şahs-ı mânevî bu zamanın bir âlimidir. Sizin kalemleriniz ise, o şahs-ı mânevînin parmaklarıdır. Kendi nokta-i nazarımda liyakatsiz olduğum halde, haydi, hüsn-ü zannınıza binaen bu fakire bir üstadlık ve tebaiyet noktasında bir âlim vaziyetini verdiğinizden bağlanmışsınız. Ben ümmî ve kalemsiz olduğum için, sizin kalemleriniz benim kalemim sayılır; hadiste gösterilen ecri alırsınız.[31]

Evet, velâyetin kerameti olduğu gibi, niyet-i hâlisanın dahi kerameti vardır. Samimiyetin dahi kerameti vardır. Bahusûs, lillâh için olan bir uhuvvet dairesindeki kardeşlerin içinde, ciddî, samimî tesânüdün çok kerametleri olabilir. Hattâ şöyle bir cemaatin şahs-ı mânevîsi bir veliyy-i kâmil hükmüne geçebilir, inâyâta mazhar olur.

İşte, ey kardeşlerim ve ey hizmet-i Kur’ân’da arkadaşlarım! Bir kaleyi fetheden bir bölüğün çavuşuna bütün şerefi ve bütün ganimeti vermek nasıl zulümdür, bir hatadır. Öyle de, şahs-ı mânevînizin kuvvetiyle ve kalemlerinizle hâsıl olan fütuhattaki inâyâtı benim gibi bir biçareye veremezsiniz.[32]

Aşağıdaki Tiryak’tan alınan bölüm Risâle-i Nûrlar için çok mühim bir yerdir diye düşünüyorum.Lütfen dikkat ve tefekküri olarak mütalaa edilsin!

“Umum esma-i hüsna, âzâmi mertebesiyle Risâle-i Nûrun şahs-ı mânevisinde tecelli ettiğinden; bu binler, milyonlar şakirtlerinizin herbiri yüksek bir tecelli ile ayrı birer isim ve o haslet-i memduhalara mazhar ve ayna oldukları bir bahr-i umman veya bir şems-i hakîkat olarak bu asrın efkârında, meydanında ve afakında tulû eden bu binler levnleri havi ve binler renklerde aks eden ve binler tarzlarda ve şekillerde çağlayan külli şahs-ı mânevîden birer Said ve o âlemde Saidler çekirdek olup, ondan fışkıran nur ağacının birer dalı, birer meyvesi oldukları gibi; bazı has ve halis talebeleriniz dahi o külli hakîkata ve o tecemmu etmiş Saidlere-baştan başa-tam bir aynalık da ediyorlar.[33]”

“Hakikî, samimî bir ittifakta herbir fert, sair kardeşlerin gözüyle de bakabilir ve kulaklarıyla da işitebilir. Güya on hakikî müttehid adamın herbiri yirmi gözle bakıyor, on akılla düşünüyor, yirmi kulakla işitiyor, yirmi elle çalışıyor bir tarzda mânevî kıymeti ve kuvvetleri vardır.[34]”

Yukarıdaki ifadelerden farklı mânâlar ve izdüşümler alemimize düştü.

On hakîkî müttehid ya’nî itihad etmiş adamın oluşturduğu kuvvet;

Her bir adam ittihâd sırrı ile yirmi gözle bakıyor,on akılla düşünüyor,yirmi kulakla işitiyor ve yirmi elle çalışıyor.Bu tarz kıymet ve kuvvet her bir ferdîin kavuştuğu kıymet ve kuvvet oluyor.

Şimdi on müttehid adamın bütün mânevî kıymet ve kuvvetine bakalım.

On müttehid adam külli olarak;

10×20=200 gözle bakıyor,

10×10=100 akılla düşünüyor,

10×20=200 kulakla işitiyor,

10×20=200 elle çalışıyor; mânevî kıymet ve kuvvet derecelerine çıkıyorlar.

İşte bu sır on müttehid adamanın maksatta birlik,iştirâk-i uhveriye,ihlâs,Sadakât sırlarının tezahuru sırrıyla oluşturdukları şahs-ı mânevînin tezahuru ve mânevî kuvveti daha müşahhas olarak anlaşılmış oluyor.

Şimdi münferid olarak bir kişi bir akılla düşünürken ittihâd neticesinde on akılla düşünüyor ve on adamın ittihâdı ile ise yüz akılla düşünülmüş olması şahs-ı mânevînin ne kadar kuvvetli ve şahs-ı mânevîyeyi dalalet karşısında ne kadar sarsılmaz bir güç olduğu anlaşılıyor.

Üstadımız buna şöyle işaret ediyor.

“Halbuki şu zaman cemaat zamanıdır, şahıs zamanı değil. Şahıs ne kadar dâhi ve hattâ yüz dahi derecesinde olsa, bir cemaatin mümessili olmazsa, bir cemaatin şahs-ı mânevîsini temsil etmezse, muhalif bir cemaatin şahs-ı mânevîsine karşı mağlûptur.[35]”

“Hem ehl-i dalâlet ve haksızlık, tesânüd sebebiyle, cemaat suretindeki kuvvetli bir şahs-ı mânevînin dehâsıyla hücûmu zamanında, o şahs-ı mânevîye karşı, en kuvvetli ferdîî olan mukavemetin mağlûp düştüğünü anlayıp, ehl-i hak tarafındaki ittifak ile bir şahs-ı mânevî çıkarıp, o müthiş şahs-ı mânevî-i dalâlete karşı hakkaniyeti muhafaza ettirmek,[36]”

İştirak-ı amal-i uhrevîye sırrı sanki bir iksir-i nuraniye gibi nuraniyet sırrı ile inkişaf ediyor diye düşünüyorum.Çünkü haseneler seyyieler gibi kesif değiller.Haseneler nuraniyet sırrı ile in’ikas eder.Böylece diğer kardeşlerimiz bu sırdan istifade eder ve hissesine göre uhrevî amellerden payını alır.

Şahs-ı mânevîye sırrı öyle bir sır ki bu mânevî ortaklığa dahil olunduğunda kimse artık şahsi hareket edemez.Yapılan ameller,haseneler ve hizmetler tamamıyla kevser-i Kur’âniye havuzunda birikir.Herkes havuza çalışır.Artık şahıs devreden çıkmış ve yapılan hizmetler de şahsi tasarruftan aşmıştır. Bütün hüner şahs-ı mânevî havuzuna çalışmaktır.Bu havuzdan her bir talebe ihlâs,Sadakât,takva,içtinab-ı kebair ve hizmet derecesine göre aynasının parlaklığı derecesinde istifade eder ve hissesini alır.

Bu hizmette ne çok koşan çok karda ne de koşamayan zarardadır.Çünkü herkes hizmetin bir yerinde yerini almış ve devam etmektedir.Herkes birbiri için çalışmaktadır.Çünkü isar hasletinin izdüşümleri vardır bu hizmet-i Kur’âniyede.

Bu hizmette her bir kardeş diğer kardeşlerinin eli, kolu, kalbi, gözü, ayağı ve diğer azaları olmak için çalışmaktadır. Şahıs bu hizmette faziletfuruşluk yapamaz ve yapmamalıdır yoksa yüksek kulenin başından düşme tehlikesi hepimizi bekliyor.

Risâle-i Nûr hizmetleri bir şahsın kuvvet ve gayretine havale edilecek bir hizmet değildir. Bütün kardeşlerin ellerinin uzandığı bir hazinenin taşınması misüllü bir hizmettir.

Risâle-i Nûr hizmetinde keyfiyet elbetteki önemlidir. Ancak bu keyfiyet Risâle-i Nûr şahs-ı mânevîsinde erimek şartıyla makbuldür.

Bir havuza dâhil olan buzlar misüllü havuzdaki suya yük olmak ve erimemek için gayret etmek o şahs-ı mânevî havuzuna bir eziyettir ve diğer kardeşlerin hukukunu ziyan etmektir. Bu mânâda kendimzi Risâle-i Nûr şahs-ı mânevîyesinin neresindeyiz diye devamlı murakabede tutmak durumundayız.

Risâle-i Nûr hizmetinde diğer kardeşlerine ben çok okuyorum, çok çalışıyorum, çok koşuyorum sizler böyle yapmıyorsunuz mânâlarını işmam eden haletlerden azami derecede kaçınmak mecburiyetindeyiz. Çünkü kimse kimseye bu mânâda bir tahakküme gidemez ve gitmemelidir. Bu durumun hem ihlâsa hem de uhuvvete çok zarar verdiğini bilmeliyiz ve çok dikkat etmeliyiz. İhlâs ve uhuvvet Risâlelerini hayatımızın en ön sırasına alıp, okuyup hayata tatbik etmek durumundayız ve buna mecburuz.

Risâle-i Nûrlar kitapların arasından önce âlemimize sonra da hayatımıza yansımalıdır. Çünkü doğru İslamiyeti öğrenmek ve İslamiyete ait doğruluğu yaşamak mecburiyetindeyiz. Bu bizlerin omuzlarındadır.

Üstadımız bizlere Kur’ânın menevi bir hazinesini ve menevi bir tefsirini bırakmış ve “Benim maddi ve mânevî her şeyden feragat mesleğimden inşallah kardeşlerim ayrılmayacaklardır.” demiştir. Bu mânâda Risâle-i Nûr hizmetlerinde ucuz hesaplardan ve nefsimizin desiselerinden azami derecede uzak durmak durumundayız. Yoksa hem kendimize hem de bu hizmet-i Kur’âniyedeki kardeşlerimize yazık etmiş oluruz.

Dikkat edelim, dikkatli yazalım, dikkatli konuşalım ve dikkatli davranalım derim.Ve son sözü Üstadıma bırakıyorum:

“Madem öyledir, hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma. Dünyayı yutan büyük letâiflerini onda batırma. Çünkü çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar. Nasıl küçük bir cam parçasında gök, yıldızlarıyla berâber içine girip gark oluyor. Hardal gibi küçük kuvve-i hafızanda, senin sahife-i â’mâlin ekseri ve sahaif-i ömrün ağlebi içine girdiği gibi, çok cüz’î küçük şeyler var, öyle büyük eşyayı bir cihette yutar, istiab eder.[37]”

İttifak; fikirlerde birlik,

İttihad dayanışma ve yardımlaşmada birlik olarak düşünürsek nasıl olur?

Tesânüdi,üç elifin bir çizgi üzerinde maksatta ittihâd etmesi olarak düşünmemiz gerekir.

Mesela müslümanlar fikri birlikle ittifak yapmalıdır. Binlerce ittifak noktaları var. Ancak ittifak ve ittihâd hüdadadır. Fikri birlik öncelikle hüdada sağlanmalıdır. Bu ise cehaletle olmaz. Çünkü; İttifak ve ittihâd cehil ile olmaz. Hakta ittifak, ehakta ihtilâf olduğundan öncelikle hakta ittifak elzemdir.

“Evet, tevhid-i îmânî, elbette tevhid-i kulûbu ister. Ve vahdet-i itikad dahi, vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder.[38]“

“Lâkin ittihâd, cehl ile olmaz. İttihad, imtizac-ı efkârdır. İmtizâc-ı efkâr, mârifetin şua-ı elektrikiyle olur.[39]”

Sanırım bir sırrın ucu görünüyor. İttifak ittihâddan önce geliyor.

Uhuvvet Risâlesindende bir yer ekleyelim.

Hak namına, hakîkat hesabına olan tesadüm-ü efkâr ise, maksatta ve esâsta ittifakla berâber, vesâilde ihtilâf eder. Hakîkatin her köşesini izhar edip hakka ve hakîkate hizmet eder. Fakat tarafgirâne ve garazkârâne, firavunlaşmış nefs-i emmâre hesabına hodfuruşluk, şöhretperverâne bir tarzdaki tesadüm-ü efkârdan bârika-i hakîkat değil, belki fitne ateşleri çıkıyor. Çünkü, maksatta ittifak lâzım gelirken, öylelerin efkârının küre-i arzda dahi nokta-i telâkîsi bulunmaz. Hak namına olmadığı için, nihayetsiz müfritâne gider, kabil-i iltiyam olmayan inşikaklara sebebiyet verir. Hal-i âlem buna şahittir.[40]

“Hak namına, hakîkat hesabına olan tesadüm-ü efkâr ise, maksatta ve esâsta ittifakla berâber, vesâilde ihtilâf eder.”

Sebeb-i ihtilaf-ı muzır, “Bu haktır” düsturu yerine “Yalnız hak budur”; ve “En güzeli budur” hükmü yerine, “Güzeli budur” hükmü ikame edilmiştir.

El-hûbbu fillah esâs-ı merhamet-kârı yerine, el-buğzu fillah ikame edilmiştir.

Kendi mesleğinin muhabbeti yerine, başka meslekten nefret harekâtında hâkim kılınmıştır.

Hakîkate muhabbet yerine, ene tarafgirliği müdahale etmiştir.

Vesail ve delâil, makasıd ve gàyât yerine ikame edilmiştir.

Halbuki, fasit bir delil ile, hak bir netice zihinde ikame edilir; bâtıl bir vesile ile hak bir gaye, fikirde tespit edilir. Madem gaye ve maksat haktır; delil ve vesilelerdeki fesat, böyle inşikak-ı kulûba sebebiyet vermemeli.[41]

Vesileler de niyetin tesiri azdır, maksadın hakîkatini tağyir etmez. Çünkü maksud, vesilenin vücuduna terettüb eder , içinde ki niyete bakmaz.[42]

” Vesilenin mahiyetine bakılmaz, neticesine bakılır. Madem neticesi rızâ-yı İlâhîdir ve mayası ihlâstır; o küçük değildir, büyüktür.[43]”

Ey âlem-i İslâmî! Hayatın ittihâdda. Ger ittihâd istersen, düsturun bu olmalı:

Hüve’l-hakku yerine hüve hakkun olmalı; hüve’l-hasen yerine hüve’l-ahsen olmalı.

Her Müslim kendi meslek, mezhebine demeli: “İşte bu haktır; başkasına ilişmem. Başkaları güzelse, benim en güzelidir.”

Dememeli: “Budur hak; başkaları battaldır. Yalnız benimkidir güzeli; başkaları yanlıştır, hem çirkindir.”

Zihniyet-i inhisar, hubb-u nefisten geliyor.

Sonra maraz oluyor; nizâ ondan çıkıyor.

Dert ile dermanlar taaddüdü hak olur; hak da taaddüt eder.

Hâcat ve ağdiyenin tenevvüü hak olur; hak da tenevvü eder.

İstidat, terbiyeler tekessürü hak olur; hak da tekessür eder.

Bir madde-i vâhide, hem zehir ve hem panzehir.

İki mizaca göre mesâil-i fer’îde hakîkat sabit değil; izafî ve mürekkep. Mükellefîn mizaçlar

Ona bir hisse verip ona göre ederek tahakkuk ve terekküp, her mezhebin sahibi mühmel mutlak hükmeder.

Mezhebinin hududu tayinini bırakır temayül-ü mizaca. Taassub-u mezhebî tâmime sebep olur.

Tâmimin iltizamı sebep olur nizâa.[44]

Bâkî ÇİMİÇ

[email protected]

Dipnotlar:

———————–

[1] Kastamonu Lâhikası – Mektup No: 65

[2] Yirmi Birinci Lem’a

[3] Yirmi Birinci Lem’a

[4] Yirmi Birinci Lem’a

[5] Yirmi Birinci Lem’a

[6] Otuzuncu Lem’a

[7] Mesnevî-i Nuriye

[8] Yirmi Birinci Lem’a

[9] Yirmi Birinci Lem’a

[10] Yirmi Birinci Lem’a

[11] Yirmi Birinci Lem’a

[12] Emirdağ Lâhikası (1)

[13] Münazarat

[14] Emirdağ Lâhikası (2)

[15] Emirdağ Lâhikası (2)

[16] Kastamonu Lâhikası

[17] Kastamonu Lahikası

[18] On Dördüncü Şua

[19] On Dördüncü Şua

[20] Tarihçe-i Hayat

[21] Emirdağ Lâhikası (1)

[22] Emirdağ Lâhikası (1)

[23] Sirâcü’n-Nûr

[24] Kastamonu Lâhikası

[25] On Dördüncü Şua

[26] Emirdağ Lâhikası (2)

[27] Kastamonu Lâhikası

[28] Sünûhât

[29] Mesnevi-i Nuriye

[30] Yirminci Lem’a

[31] Lem’alar

[32] Kastamonu Lâhikası

[33] Tiryak

[34] Lem’alar

[35] Yirmi Dokuzuncu Mektup

[36] Yirminci Lem’a

[37] On Yedinci Lem’a

[38] Yirmi İkinci Mektup

[39] Münazarat

[40] Yirmi İkinci Mektup

[41] Tuluât

[42] Hutuvat-ı Sitte

[43] Yirminci Lema

[44] Lemaat

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir