Mâhiyet ve isti’dâd i’tibâriyle herşeyin ilme bakması

Hakikat ilmini, hakikî hikmeti istersen, Cenâb-ı Hakkın marifetini kazan. Çünkü, bütün hakaik-ı mevcudat, ism-i Hakkın şuââtı ve esmâsının tezâhürâtı ve sıfâtının tecelliyâtıdırlar. Maddî ve mânevî, cevherî-arazî, herbir şeyin, herbir insanın hakikati, birer ismin nuruna dayanır ve hakikatine istinad ederler. Yoksa, hakikatsiz, ehemmiyetsiz bir surettir.(Yirmi Altıncı Söz)

Demek, insan bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. Mâhiyet ve isti’dâd itibarıyla herşey ilme bağlıdır. Ve bütün ulûm-u hakikiyenin esası ve madeni ve nuru ve ruhu marifetullahtır ve onun üssü’l-esası da iman-ı billâhtır.(23.Söz

İnsan tekemmül edecek; ama nasıl? Önce mükemmelin ne olduğunu, sonra o mükemmele ulaşmak için sâhip olduğu imkânların neler olduğunu, sonra o mükemmele ulaşmanın yollarını bilmelidir. Bu da ancak kendisinin “mâhiyet ve istidât itibariyle” nasıl bir varlık olduğunu, hangi hâssalarının, cihâzâtının bulunduğunu ve bunları nasıl kullanması gerektiğini bilmesi ile mümkündür.

Yani mükemmel bir insan olmak için, önce o mükemmel insanın nasıl olduğunu bilmek.

Sonra o mükemmel insana ulaşmak için işletmemiz gereken, mâhiyetimizdeki husûsiyetleri, cihâzâtı, hissiyâtı, istidâtı v.s. bilmek; bunları kullanmanın ve işletmenin yollarını bilmek;

Bunları bilmek için de ilm-i hakîkîye vâkıf olmak gerekiyor.

“Mâhiyet ve isti’dâd i’tibâriyle herşey ilme bağlıdır.( Yirmi Üçüncü Söz)”

İlim, malûma tâbidir. Yani, nasıl olacak, öyle taallûk ediyor. Yoksa, malûm, ilme tâbi değil. Yani, ilim desâtiri, malûmu, haricî vücut noktasında idare etmek için esas değil. Çünkü, malûmun zâtı ve vücud-u haricîsi, iradeye bakar ve kudrete istinad eder.(Yirmi Altıncı Söz )

Bir şeyin mâhiyeti bilinirse ilim olur. İlim ise isti’dâd ile ortaya çıkar. Malûm ilme tâbi değil; ilim, malûma tâbidir. Bir şeyin mâhiyeti aynı zamanda onun isti’dâdıdır.

Ya da şöyle düşünelim. Bir barajda biriken suda potansiyel bir enersji vardır. Bu enerji o barajın mâhiyet ve isti’dâdıdır. Bu mâhiyet ve isti’dâdtan istifade etmen için yapılan çalışmaları tâallüm iledir. Öyleyse o mâhiyet ve isti’dâd ilme bakar. Yani ilim ve öğrenme ile o potansiyel isti’dâdtan enerji ve diğer istifadeli işler elde edilir.

Hayatın bütününde bu mâhiyet ve istidad vardır. İnsan ise bu mâhiyet ve isti’dâdlara ancak ve ancak taallüm ile yani ilim ile ulaşır. Her şey ilim ile mâna kazanır ve anlamlanır.

İstidad, açığa çıkmış veya çıkmamış olan bütün kabiliyetler ve yeteneklerdir. O halde kâinatın heyet-i mecmuası mâhiyet ve istidad ile Rabbimiz tarafından donatılmıştır. Bu mehiyet ve isti’dâdların anlaşılması ise ilme bağlanmıştır. İlimlerin şahı ve padişahı ise marifetullahtır. Öyleyse “Demek, insan bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir.”

Rabbimiz kâinatı esma-i hüsnası ile kuşatmıştır. Şimdi daha önce eklediğimiz şu paragraf daha bir anlam kazanıyor düşüncesindeyiz.”Hakikat ilmini, hakikî hikmeti istersen, Cenâb-ı Hakkın marifetini kazan. Çünkü bütün hakaik-ı mevcudat, ism-i Hakkın şuââtı ve esmâsının tezâhürâtı ve sıfâtının tecelliyâtıdırlar. Maddî ve mânevî, cevherî-arazî, herbir şeyin, herbir insanın hakikati, birer ismin nuruna dayanır ve hakikatine istinad ederler. Yoksa, hakikatsiz, ehemmiyetsiz bir surettir.(Yirmi Altıncı Söz)”

Meselâ, bir aynada güneş görünüyor. Şu ayna, güneşin hem zarfı, hem mevsûfudur. Yani, güneş bir cihette onun içinde bulunur ve bir cihette aynayı ziynetlendirip parlak bir boyası, bir sıfatı olur. Eğer o ayna, fotoğraf aynası ise, güneşin misâlini sâbit bir surette kâğıda alıyor. Şu halde, aynada görünen güneş, fotoğrafın resim kâğıdındaki görünen mâhiyeti, hem aynayı süslendirip sıfatı hükmüne geçtiği cihette, hakikî güneşin gayrıdır. Güneş değil, belki güneşin cilvesi başka bir vücuda girmesidir. Ayna içinde görünen güneşin vücudu ise, hâriçteki görünen güneşin ayn-ı vücudu değilse de, ona irtibâtı ve ona işâret ettiği için, onun ayn-ı vücudu zannedilmiş.

İşte bu temsile binâen, “Aynada hakikî güneşten başka birşey yoktur” denilmek ve aynayı zarf ve içindeki güneşin vücud-u hâricîsi murad olmak cihetiyle denilebilir. Fakat aynanın sıfatı hükmüne geçmiş münbasit aksi ve fotoğraf kâğıdına intikal eden resim cihetiyle güneştir denilse, hatâdır; “Güneşten başka içinde birşey yoktur” demek yanlıştır. Çünkü, aynanın parlak yüzündeki akis ve arkasında teşekkül eden resim var. Bunların da ayrı ayrı birer vücudu var. Çendan o vücudlar güneşin cilvesindendir; fakat güneş değiller. İnsanın zihni, hayâli, bu ayna misâline benzer. Şöyle ki:

İnsanın âyine-i fikrindeki mâlûmâtın dahi iki veçhi var: Bir vecihle ilimdir, bir vecihle mâlûmdur. Eğer zihni o mâlûma zarf saysak, o vakit o mâlûm mevcud, zihnî bir mâlûm olur; vücudu ayrı birşeydir. Eğer zihni o şeyin husûlüyle mevsuf saysak, zihne sıfat olur; o şey o vakit ilim olur, bir vücud-u hâricîsi vardır. O mâlûmun vücud ve cevheri dahi olsa, bununki arazî bir vücud-u hârîcisi olur.

İşte bu iki temsile göre, kâinat bir aynadır. Her mevcudâtın mâhiyeti dahi birer aynadır. Kudret-i Ezeliye ile îcâd-ı İlâhîye mâruzdurlar. Herbir mevcud, bir cihetle Şems-i Ezelînin bir isminin bir nevi aynası olup bir nakşını gösterir.(Dokuzuncu Lem’a )

Bâkî ÇİMİÇ

[email protected]

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir