Peygamber Efendimiz(sav)’in Şefâati

Ulemâ-i ehl-i zahir ve ulemâ-i sû, Peygamber Efendimiz(sav)’in şefâatte hakkı olmadığını söyleyerek ehl-i îmânı ifsâd etmeye çalışıyor ve akıllara şüphe atmaya yelteniyorlar. Hâlbuki âlim olanlar problemleri gidermeli, akıllarda şüphe ve vesvese bırakmamalıdır. İnsanları iknâ ederek bilgilendirmelidir. Ancak bu âhirzamân asrı çok çalkalanmakta, fitne ve fesâd her koldan ifsâd etmektedir. İsimlerinin önünde bulunan unvanlar ve iletişim vasıtaları ile bütün âleme arz-ı endâm ederek enâniyet vadilerinde koşarak insanlarımızın i’tikâdlarını bozmakta, ehl-i sünnet çizgisinden Müslümanları çıkarmak için yeni yeni bid’a i’câdları çıkarmaktadırlar.

İslâm’ın zarûret derecesinde bulunan fazları terke uğradığı bu zamanda ehl-i zahir olan ulemâ-i sû teferruat mes’eleler ile uğraşıp İslâmiyet sarayında yeni menfezler açarak gark olamaya yol açmaktadırlar. Bu ifsâdlardan bir tanesi de Peygamber Efendimiz(sav)’in şefâat etmeye hakkı bulunmadığı iddiâsıdır. Bu iddiâ sahiplerinin isimlerinin başında Prof. ibaresinin bulunması her söylediklerinin doğru olduğu mânâsını taşımamaktadır. Çünkü zaman ahirzamândır. Bu zamanın ehl-i ilminde bulunan ilmî enâniyet damarı ve gurur hastalığı had safhadadır. Hubb-u cah, şan ve şöhret sahibi olarak tarîhlere büyük adam unvanı ile geçmek de diğer hastalıklar olarak önümüzde duruyor. Bizler de bir ihtiyaca binâen kitap, sünnet ve Risâle-i Nûr’dan mes’eleyi incelemek istedik.

Öncelikle Dördüncü Lem’adan önemli bir yer iktibas edelim. “Evet, rivâyet-i sahîha ile, mahşerin dehşetinden herkes, hattâ enbiya dahi “nefsî, nefsî” dedikleri zaman, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm “ümmetî, ümmetî” diye[1] refet ve şefkatini göstereceği gibi, yeni dünyaya geldiği zaman, ehl-i keşfin tasdikiyle, vâlidesi onun münâcâtından “ümmetî, ümmetî” işitmiş. Hem bütün tarîh-i hayatı ve neşrettiği şefkatkârâne mekârim-i ahlâk, kemâl-i şefkat ve refetini gösterdiği gibi, ümmetinin hadsiz salâvatına hadsiz ihtiyaç göstermekle, ümmetinin bütün saadetleriyle kemâl-i şefkatinden alâkadar olduğunu göstermekle hadsiz bir şefkatini göstermiş.

İşte bu derece şefkatli ve merhametli bir rehberin sünnet-i seniyyesine müraat etmemek ne derece nankörlük ve vicdansızlık olduğunu kıyas eyle.[2]

İşte, ey Müslüman, senin rûz-i mahşerde böyle bir şefîin(şefâatçin) var. Bu şefîin(şefâatçinin) şefâatini kendine celb etmek için, sünnetine ittibâ et.[3] İşte şefâat hakîkatinin en mükemmel izâhı burada yapılıyor. Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri mes’eleyi kökünden hallediyor ve şefâatın hikmetlerini en mükemmel olarak açıklıyor.

Öyleyse böyle bir şefîin şefâatine kavuşmak ve ondan şefâat beklemek için sünnetine ittiba etmeli ve O’na hakîkî ümmet olma şerefine layık olmalıyız. Çünkü Efendimiz(sav) kâinatın sebeb-i vücûdu ve Makâm-ı Mahmud’a ulaşması ile şefâat etmeye elyak kılınmış Cenâb-ı Hakkın en eşref ve mümtaz bir kulu ve elçisidir.

Hem Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâma Makâm-ı Mahmud verilmesi, umûm ümmete şefâat-i kübrasına(büyük şefâatine) işarettir. Hem o, bütün ümmetinin saadetiyle alâkadardır. Onun için hadsiz salâvat ve rahmet duâlarını bütün ümmetten istemesi ayn-ı hikmettir.[4]

Şefâat; Kıyâmet günü, Allah’ın izni ile, başta Peygamber Efendimiz(sav) olmak üzere, diğer peygamberler, âlimler, şehîdler, sâlihler (iyi kimseler) ve küçük yaşta ölen müslüman çocuklar ve Allahü teâlânın izin verdiklerinin; günahkâr olan mü’minlerin günahlarının affedilip Cehennem’den kurtulmalarını, cennetlik olanların da Cennet’teki derecelerinin artmasını Allah’tan istemeleri, bu hususta vâsıta olmalarıdır.

Bir kimsenin bağışlanmasını istemek; bir kimseden, başka bir kimse için iyilik yapmasını ve zarardan vazgeçmesini rica etmek; yardım etmek; başkası hesabına yalvarmak, rica etmek; birinin önüne düşüp işinin görülmesi için duâ ve niyazda bulunmak. Şefâat edene eş-şâfi’, eş-şefi (başkası lehine taleb eden) denilir.

Allah, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki: “O gün, Allahü teâlânın kendisine şefâat etmeye izin verdiği ve sözünden hoşnûd olduğu kimselerden başkasının şefâati fayda vermez.[5]”

Efendimiz(sav) de “Ümmetimden, büyük günâhı olanlara şefâat edeceğim.[6]” buyurmaktadır. Bir hadîs-i şerifte de “Şefâatime inanmayan, ona kavuşamaz.[7]” buyurmaktadır. Öyleyse Efendimiz(sav)’in şefâatine inanmayanlar O’nun şefâatine kavuşamayacak olan nasipsizler ve hüsrana uğrayanlar olmalıdır.

Efendimiz(sav) şefâatin hak olduğunu söylemekte ve “Kıyâmet günü peygamberler, sonra âlimler, sonra şehidler şefâat edecektir.[8]” diye bildirmektedir.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî de tövbesiz ölen mü’minlerin küçük ve büyük günâhlarının affedilmesi için, peygamberler, velîler, sâlihler, melekler ve Allahü teâlânın izin verdiği kimseler, şefâat edecek ve kabûl edilecektir demktedir.

İmâm-ı Rabbânî ise “Peygamberlerin sonuncusu, Resûlullah Ffendimiz(sav) gibi bir şefâatçı olmasaydı, bu ümmetin günâhları kendilerini helâk ederdi. Şefâate en çok ihtiyâcı olan bu ümmettir. Çünkü bu ümmetin günâhları çoktur. Fakat, Allahü teâlânın af ve mağfireti de sonsuzdur. Allahü teâlâ, bu ümmete af ve mağfiretini o kadar şaçacak ki, geçmiş ümmetlerden hiçbirine böyle merhamet ettiği hiç bilinmiyor. Doksan dokuz rahmetini, sanki bu günâhkâr ümmet için ayırmıştır.[9]”demektedir.

Kıyâmette, o günün dayanılmaz dehşeti ve şiddetli sıkıntıları sebebiyle, insanların mürâcaatları üzerine Peygamber Efendimizin (sav), onların muhâkeme ve hesâblarının bir an evvel görülmesi için Allahü teâlâya yalvarması ve bu dileğinin kabûl olması. O gün herkes kendi başının çâresini aramakla meşgûl olur. O gün yalnız Resûlullah Efendimiz(sav); “Ümmetime selâmet ve necât (kurtuluş) ver yâ Rabbî!” der ve ümmetini ister. Böylece hayattayken ümmetinden kendisine tabi olanlar ve sünnetine ittibâ edenlere şefâat-ı kübrasını gösterir.

Ahirette şefâatın olacağı Kitab ve sünnetle sabittir:

Peygamber, velî, şehid ve bildikleri ile amel eden îmânlı âlimler ve kâmil mü’minler gibi Allah’ın müsâade ettiği, rızâsına mazhâr olmuş, nezdinde bir değer ve yakınlığa erişmiş kimselere şefâat etme izni verilebilecektir.[10]

Peygamberler ve diğer şefâatçıların şefâatları, Allah’ın râzı olacağı ve haklarında şefâat edilmeğe izin verdiği kimseler hakkında olacaktır.[11] Bu ayet ve hadislerle de sabittir ki şefâat haktır.

Evet, Kur’ân’da Zât-ı Ahmediyeye en büyük makâm vermek ve dört erkân-ı îmâniyeyi içine almakla Lâ ilâhe illâllah rüknüne denk tutulan Muhammedun Resulullah risalet-i Muhammediye (sav) kâinatın en büyük hakîkati ve zat-ı Ahmediye (sav) bütün mahlûkatın en eşrefi ve hakîkat-i Muhammediye (asm) ta’bir edilen küllî şahsiyet-i mâneviyesi ve makâm-ı kudsîsi, iki cihanın en parlak bir güneşi olduğuna ve bu hârika makâma liyakatine dair pek çok hüccetleri ve emareleri, kat’î bir surette Risâle-i Nur’da ispat edilmiş. Binden birisi şudur ki: Es-sebebu ke’l-fâil(sebeb olan işleyen gibidir) düsturuyla, bütün ümmetinin bütün zamanlarda işlediği hasenatın bir misli onun defter-i hasenatına girmesi ve bütün kâinatın hakîkatlerini, getirdiği nurla nurlandırması, değil yalnız cin ve insi ve meleği ve zîhayatları, belki kâinatı ve semavatı ve arzı minnettar eylemesi ve istidâd lisânıyla nebatatın duâları ve ihtiyac-ı fıtrî diliyle hayvanâtın duâları, gözümüz önünde bilfiil kabul olmasının şehadetiyle, milyonlar, belki milyarlar fıtrî ve reddedilmez duâları makbul olan sulehâ-yı ümmeti hergün o zâta (asm) salât ve selâm ile rahmet duâları ve mânevî kazançlarını en evvel o zâta (asm) bağışlamaları ve bütün ümmetçe okunan Kur’ân’ın üç yüzbin hurufunun herbirisinde on sevaptan tâ yüz, tâ bin hasene ve meyve vermesinden, yalnız kırâat-i Kur’ân cihetiyle defter-i a’mâline hadsiz nurlar girmesi haysiyetiyle, o zâtın (asm) şahsiyet-i mâneviyesi olan hakîkat-i Muhammediye (asm) istikbâlde bir şecere-i tûbâ-i Cennet hükmünde olacağını Allâmü’l-Guyûb bilmiş ve görmüş ve o makâma göre Kur’ân’ında o azîm ehemmiyeti vermiş ve fermanında ona tebaiyeti ve sünnet-i seniyyesine ittibâ ile şefâatine mazhariyeti en ehemmiyetli bir mesele-i insaniye göstermiş ve o haşmetli şecere-i tûbânın bir çekirdeği olan şahsiyet-i beşeriyetini ve bidayetteki vaziyet-i insaniyesini ara sıra nazara almasıdır.[12]

Yâ Erhamerrâhimîn, bu Resul-i Ekremin (asm) hürmetine, bizi onun şefâatine mazhar ve sünnetinin ittibâına muvaffak ve dâr-ı saadette onun âl ve ashâbına komşu eyle! Âmin, âmin, âmin.[13]

Biz de deriz: Ey kardeş, seni tebrîk ediyoruz. Cenâb-ı Hak bizleri Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın şefâatine mazhar etsin. Âmin[14]

Ya Rabbi, yarın mahşerde, herkesten evvel Resul-i Ekrem ve Nebiyy-i Muhterem Efendimiz Hazretlerinin şefâatine bizleri mazhar eyle. Âmin.

Abdülbâkî ÇİMİÇ

[email protected]

Dipnotlar:

————————————–

[1]Buharî,Tevhid: 36, Tefsir: 17, Sûre 5, Fiten: 1; Müslim, Îmân: 326, 327; Tirmizî, Kıyâmet: 10; Dârimî, Mukaddime: 8.

[2]Lem’alar,4.Lem’a,2010,s:41

[3]Mektubat,24.Mektup (301)

[4]Şualar, 6.Şua ( 97 )

[5] Tâhâ sûresi: 109

[6] Müsned-i Ahmed bin Hanbel

[7] Şir’at-ül-İslâm

[8] Hadîs-i şerîf-İhyâ

[9] İmâm-ı Rabbânî

[10] el-Bakara, 2/255; Yûnus, 10/3; Meryem, 19/87; Tâhâ, 20/109; ez-Zuhruf, 43/86

[11] el-Enbiyâ, 21/27-28; ed-Duhân, 44/41-42; Buharî, Cihad, 189; Müslim, İmare, 6

[12]Şualar, On Birinci Şua(252)

[13]Şualar, OnBeşinci Şua(634)

[14]Sözler, OtuzBirinci Söz( 585 )

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir