Risâle-i Nur’da Cüz-i ihtiyârî

Risâle-i Nur’da Cüz-i ihtiyârî

Cüz-i ihtiyârî veyahut irâde-i cüz’iye; insana Allah’ın verdiği az bir arzu serbestliği, dilediği gibi hareket edebilme kabiliyetidir. Yani kulların hür ve serbest olarak hareket etme arzusudur. “Bir silâh-ı insânî olan o cüz-i ihtiyârî, hem nakıs, hem kısa, hem âciz, hem icatsız olduğundan, kesbden başka bir şey elinden gelmez.”[1] Öyleyse insanın elinde pek cüz’î bir kesb bulunan cüz’î bir cüz-i ihtiyârî vardır. Ancak, o “cüz-i ihtiyârînin mahiyetinin tabir edilememesi, vücudunun kat’iyetine münâfi değildir.”[2] Çünkü “Fıtrat ile vicdan, ihtiyârî emirleri ıztırârî emirlerden tefrik eden gizli bir şeyin vücuduna şahadet ediyorlar. Tayin ve tabirine olan acz, vücuduna halel getirmez.”[3]

Cenab-ı Hak, insanlara cüz-ü ihtiyârî vermekle, onları âlem-i ef’âle masdar yaptı. O âlem-i ef’ali bir nizam altına almak üzere kelâmını, yani Kur’ân’ını da o âlem-i ef’ale gönderdi.[4] Ve “verdiği cüz-ü ihtiyârî ile ef’âl-i ihtiyâriye âlemini kesbiyle teşkil etmeye insanı mükellef kılmıştır.[5] Cenab-ı Hak insana verdiği “istidatların terbiyesini ve neticesini, cüz-i ihtiyârînin eline vermiştir. O cüz-i ihtiyârînin yuları da şeriatın ve delâil-i nakliyenin eline verilmiştir.”[6]

Cüz-i ihtiyârînin üssü’l esası meyelândır. Ancak,”Çok defalar, meyelânın vukuunda fiil vaki olmaz.”[7] Cüz-i ihtiyârî “Abdin bir fiile olan meyelânı”[8]dır. O meyelânı bir fiilden diğer bir fiile çevirmekle yapılan tasarruf, itibârî bir emir olup, abdin elindedir.[9] Zahirî fiiller ve işler, ekseriyetle nefsin meyelânına dayanan ve birbirine ekli fiillerin neticesidir ki, “Cüz-i ihtiyârî” diye tesmiye edilir. İnsanın katl gibi zahirî ve ihtiyârî olan fiilleri, nefsin meyelânına intiha eder. Cüz-i ihtiyârî denilen şu nefis meyelânı üzerine münazaalar deveran eder. Âdetullah üzerine, irâde-i külliye-i İlâhiye, abdin irâde-i cüz’iyesine bakar.[10] Ehl-i Sünnet mezhebi fiillerin bidayetini irâde-i cüz’iyeye, nihayetini irâde-i külliyeye veriyor.[11] Evet, irâde-i cüz’iyenin taallûkuyla irâde-i külliyenin taallûku bir şeyde içtima ettikleri zaman, o şeyin vücudu vacip olur ve derhal vücuda gelir.[12]

Kul, kendi fiilinin yaratıcısı değildir. Kulun elinde ancak ve ancak emr-i itibarî dediğimiz kesb (kulun cüz-i irâdesini, niyeti ve kasdı yönünde kullanması) vardır. İnsanın irâde-i cüz’iye-i insaniye ve cüz-ü ihtiyâriyesi, çendan zayıftır, bir emr-i itibarîdir. Fakat Cenâb-ı Hak ve Hakîm-i Mutlak, o zayıf, cüz’î irâdeyi, irâde-i külliyesinin taallûkuna bir şart-ı âdi yapmıştır. Yani, mânen der: “Ey abdim, ihtiyârınla hangi yolu istersen, seni o yolda götürürüm. Öyleyse mes’uliyet sana aittir.”Teşbihte hata olmasın, sen bir iktidarsız çocuğu omuzuna alsan, onu muhayyer bırakıp “Nereyi istersen seni oraya götüreceğim” desen; o çocuk yüksek bir dağı istedi, götürdün. Çocuk üşüdü yahut düştü. Elbette “Sen istedin” diyerek i’tâb edip, üstünde bir tokat vuracaksın. İşte, Cenâb-ı Hak, Ahkemü’l-Hâkimîn, nihayet zaafta olan abdin irâdesini bir şart-ı âdi yapıp, irâde-i külliyesi ona nazar eder.

Ey insan! Senin elinde gayet zayıf, fakat seyyiatta ve tahribatta eli gayet uzun ve hasenatta eli gayet kısa, cüz-ü ihtiyârî namında bir irâden var. O irâdenin bir eline duâyı ver ki, silsile-i hasenâtın bir meyvesi olan Cennete eli yetişsin ve bir çiçeği olan saadet-i ebediyeye eli uzansın. Diğer eline istiğfarı ver ki, onun eli seyyiattan kısalsın ve o şecere-i mel’unenin bir meyvesi olan zakkum-u Cehenneme yetişmesin. Demek, duâ ve tevekkül meyelân-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi, istiğfar ve tevbe dahi meyelân-ı şerri keser, tecavüzâtını kırar.[13]

Cüz-i ihtiyârî denilen silâh-ı insanî hem âciz, hem kısadır. Hem ayarı noksandır. İcad edemez. Kisbden başka hiçbir şey elinden gelmez. Ne geçmiş zamana hulûl edebilir, ne de gelecek zamana nüfuz edebilir. Mazi ve müstakbele ait emellerime ve elemlerime faydası yoktur. O cüz-i ihtiyârînin meydan-ı cevelânı, kısacık şu zaman-ı hazır ve bir ân-ı seyyaldir. Ancak “İman, o cüz-i ihtiyârîyi, Allah namına istimal ettirip, her şeye karşı kâfi getirir. Bir askerin cüzî kuvvetini devlet hesabına istimal ettiği vakit, binler kuvvetinden fazla işler görmesi gibi…”[14]

İnsan mahiyet itibarıyla böyle bir irâde-i cüziyeye sahiptir. Bediüzzaman Hazretleri bunu şöyle ifade eder: “Daire-i iktidar, kısa elimin dairesi kadar kısa ve dardır. Demek, fakr ve ihtiyaçlarım dünya kadardır. Sermayem ise, cüz-i lâyetecezzâ gibi cüz’î bir şeydir. İşte, şu cihan kadar ve milyarlar ile ancak tahsil edilen hâcet nerede? Ve bu beş paralık cüz-i ihtiyârî nerede? Bununla onların mübayaasına gidilmez, bununla onlar kazanılmaz. Öyleyse başka bir çare aramak gerektir. O çare ise şudur ki: O cüz-i ihtiyârîden dahi vaz geçip, irâde-i İlâhiyeye işini bırakıp, kendi havl ve kuvvetinden teberri edip, Cenâb-ı Hakkın havl ve kuvvetine iltica ederek hakikat-i tevekküle yapışmaktır. Yâ Rab! Madem çare-i necat budur; Senin yolunda o cüz-i ihtiyârîden vaz geçiyorum ve enaniyetimden teberri ediyorum.[15]

İnsana verilen cüz-i ihtiyârînin icada kabiliyeti yok, bir emr-i itibarî[16] hükmünde olan kispten(işlemekten) başka insanın elinde bir şey bulunmuyor. Ancak o cüz-i ihtiyârî küfür ve masiyet(günâh), adem(yokluk) ve tahrip nev’inden olduğu için, cüz-i ihtiyârî bir emr-i itibarî ile onları tahrik edip, müthiş netaice(neticelere) sebebiyet verebilir.

Esasında insanın elindeki ihtiyâr pek dardır. Sermayesi bir cüz’î cüz-i ihtiyârî ve fakr-ı mutlak bir insandır. Âciz-i mutlak ve yalnız bir cüz-i ihtiyârîden başka elinde yoktur. Ancak elinde cüz-i ihtiyârî bulunduğundan, bütün esbap içerisinde en geniş bir salâhiyet sahibidir.[17] Onun içindir ki insanın mehasini(iyilikleri) hep mevhubedir(hibe edilmiştir), seyyiatı(günahları) meksubedir(kendi kesbidir, işlemesidir). Bu sırdan dolayıdır ki “İnsan, icâdsız bir cüz-i ihtiyârî ile ve cüz’î bir kesb ile, bir emr-i ademî(yokluğa sebep olan iş) veya bir emr-i itibârî(gerçekte olmadığı hâlde var olduğu kabul edilen iş) teşkil ile ve sübut vermekle(gerçekleşmeyle) müthiş tahribata ve şerlere sebebiyet verdiği gibi, nefsi ve hevâsı dâima şerlere ve zararlara meyyal olduğu için, o küçük kesbin neticesinden hâsıl olan seyyiatın mes’uliyetini o çeker. Çünkü onun nefsi istedi ve kendi kesbiyle(işlemesiyle) sebebiyet verdi. Ve şer, ademî(yokluk) olduğu için, abd ona fail oldu, Cenab-ı Hak da halk etti. Elbette o hadsiz cinayetin mes’uliyetini, nihayetsiz bir azap ile çekmeye müstahak olur.

Amma hasenât ve hayrat ise, madem ki vücudîdirler, kesb-i insânî(insanın işlemesi) ve cüz-i ihtiyârî onlara illet-i mucide(icad edici hakiki sebep) olamaz. İnsan onda hakikî fail olamaz. Ve nefs-i emmaresi de hasenâta taraftar değildir. Belki rahmet-i İlâhiye onları ister ve kudret-i rabbaniye icâd eder. Yalnız, insan, îmân ile, arzu ile, niyet ile sahip olabilir. Ve sahip olduktan sonra, o hasenât ise, ona evvelce verilmiş olan vücut ve îmân nimetleri gibi sabık hadsiz niâm-ı İlâhiyeye bir şükürdür, geçmiş nimetlere bakar. Vaâd-i İlâhî ile verilecek cennet ise, fazl-ı rahmânî ile verilir. Zahirde bir mükâfattır, hakîkatte fazldır. Demek seyyiatta sebep nefistir, mücazata(cezaya) bizzat müstahaktır. Hasenatta(iyiliklerde) ise, sebep Hak’tandır, illet de Hak’tandır. Yalnız, insan îmân ile tesâhub eder(sahiplenir). “Mükâfatını isterim” diyemez, “Fazlını beklerim” diyebilir.[18]

İnsanda iki vecih var. Birisi, enâniyet cihetinde şu hayat-ı dünyeviyeye nâzırdır. Diğeri, ubûdiyet cihetinde hayat-ı ebediyeye bakar. Evvelki vecih itibarıyla öyle bir bîçare mahlûktur ki, sermayesi, yalnız, ihtiyârdan bir şa’re (saç) gibi cüz’î bir cüz-i ihtiyârî; ve iktidardan zayıf bir kesb; ve hayattan, çabuk söner bir şule; ve ömürden çabuk geçer bir müddetçik; ve mevcudiyetten çabuk çürür küçük bir cisimdir. O haliyle beraber, kâinatın tabakâtında serilmiş hadsiz envâın hesapsız efradından nazik, zayıf bir fert olarak bulunuyor.[19]

Hem îmân, o elinde pek cüz’î bir kesb bulunan cüz’î bir cüz-ü ihtiyârî yerine, o hadsiz düşman ve zulmetlere karşı, gayr-ı mütenâhi bir kudrete istinâd etmek ve hadsiz bir rahmete intisâb etmek için o cüz-i ihtiyârînin eline bir vesika veriyor; belki de îmân, o cüz-i ihtiyârînin elinde bir vesîka oluyor. Hem o cüz-i ihtiyârî olan silâh-ı insânî, gerçi zâtında hem kısa, hem âciz, hem noksandır. Fakat, nasıl ki bir asker, cüz’î kuvvetini devlet hesabına istimâl ettiği vakit, binler derece kuvvetinden fazla işler görür; öyle de, sırr-ı îmânla o cüz’î cüz-i ihtiyârî, Cenâb-ı Hak namına, O’nun yolunda istimâl edilse, beş yüz sene genişliğinde bir Cenneti dahi kazanabilir. Hem îmân, geçmiş ve gelecek zamana nüfuz edemeyen o cüz-i ihtiyârînin dizginini cismin elinden alıp kalbe ve ruha teslim eder. Ruh ve kalbin daire-i hayatı ise cisim gibi hazır zamana münhasır olmadığından, pek çok seneler maziden, pek çok seneler istikbalden daire-i hayatına dahil olduğundan; o cüz-i ihtiyârî, cüz’iyetten çıkıp külliyet kesb eder. Zaman-ı mazinin en derin derelerine kuvvet-i îmânla girebildiği ve hüzünlerin zulmetlerini def edebildiği gibi, nur-u îmânla istikbalin en uzak dağlarına kadar çıkar, korkuları izale eder.[20]

Eğer kader ve cüz-i ihtiyârîden bahseden adam ehl-i huzur ve kemal-i îmân sahibi ise, kâinatı ve nefsini Cenab-ı Hakka verir, Onun tasarrufunda bilir. O vakit hakkı var, kaderden ve cüz’î ihtiyarîden bahsetsin. Çünkü, madem nefsini ve her şeyi Cenab-ı Hak’tan bilir. O vakit, cüz-i ihtiyârîye istinat ederek mes’uliyeti deruhte eder, seyyiata merciiyeti kabul edip Rabbini takdis eder, daire-i ubûdiyette kalıp teklif-i İlâhiyeyi zimmetine alır. Hem, kendinden sudûr eden kemalât ve hasenat ile gururlanmamak için kadere bakar, fahir yerine şükreder. Başına gelen musibetlerde kaderi görür, sabreder. Eğer kader ve cüz-i ihtiyârîden bahseden adam ehl-i gaflet ise, o vakit kaderden ve cüz-i ihtiyârîden bahse hakkı yoktur. Çünkü, nefs-i emmaresi, gaflet veya dalâlet saikasıyla kâinatı esbaba verip, Allah’ın malını onlara taksim eder; kendini de kendine temlik eder. Fiilini kendine ve esbaba verir; mes’uliyeti ve kusuru kadere havale eder. O vakit, nihayette Cenab-ı Hakka verilecek olan cüz-i ihtiyârî ve en nihayette medar-ı nazar olacak olan kader bahsi manasızdır. Yalnız, bütün bütün onların hikmetine zıt ve mes’uliyetten kurtulmak için bir desise-i nefsiyedir.[21]

Ey insan! Senin elinde gayet zayıf, fakat seyyiatta ve tahribatta eli gayet uzun ve hasenatta eli gayet kısa cüz-i ihtiyârî namında bir iraden var. O iradenin bir eline duâyı ver ki, silsile-i hasenatın bir meyvesi olan Cennete eli yetişsin ve bir çiçeği olan saâdet-i ebediyeye eli uzansın. Diğer eline istiğfarı ver ki, onun eli seyyiattan kısalsın ve o şecere-i mel’unenin bir meyvesi olan zakkum-u Cehenneme yetişmesin. Demek, duâ ve tevekkül meyelân-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi, istiğfar ve tevbe dahi meyelân-ı şerri keser, tecavüzâtını kırar.[22]

Evet, insanın elindeki cüz-i ihtiyârî ile işledikleri ef’allerinde Cenab-ı Hakka ait netâici düşünmemek gerektir.[23] Vazifesini yapıp vazife-i İlâhiyeye karışmamak lâzımdır.

Abdülbâkî ÇİMİÇ

[email protected]

https://www.feyzinur.com

[1] Lem’alar,2013,s.514

[2] İşârâtü’l-İ’câz,2013,s.122

[3] İşârâtü’l-İ’câz,2013,s.123

[4] İşârâtü’l-İ’câz,2013,s.351

[5] İşârâtü’l-İ’câz,2013,s.355

[6] İşârâtü’l-İ’câz,2013,s.370

[7] İşârâtü’l-İ’câz,2013,s.123

[8] İşârâtü’l-İ’câz,2013,s.123

[9] İşârâtü’l-İ’câz,2013,s.123

[10] İşârâtü’l-İ’câz,2013,s.121

[11] İşârâtü’l-İ’câz,2013,s.46

[12] İşârâtü’l-İ’câz,2013,s.122

[13] Sözler,2013,s.761

[14] Sözler,2013,s.341

[15] Sözler,2013,s.341

[16] Gerçekte olmadığı hâlde var olduğu kabul edilen iş

[17] Mesnevi-i Nuriye,2013,s.221

[18] Lem’alar,2013,s.233,234

[19] Sözler,2013,s.512

[20] Lem’alar,2013,s.515

[21] Sözler,2013,s.755-56

[22] Sözler,2013,s.761

[23] Mesnevi-i Nuriye,2013,s.271

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir