Yaratılış Gàyesi

Kâinatın ve insanın yaratılmasının sırları ve hikmetleri ile ilgili pek çok soru sorulabilir. Bunlar insanlığın en büyük soruları olmalıdır. Bu sorular; ”Kâinat niçin yaratıldı? İnsanın yaratılmasının sırrı ve hikmeti nedir? Ben kimim? Nereden geldim ve nereye gidiyorum? Bu dünyada vazifem nedir?”diye çoğaltılabilir. İnsanın öncelikli vazifelerinden birisi de bu sorularına aklını ve kalbini tatmin ve ikna edecek cevaplar bulmak olmalıdır.
Yaratılışın gayesini icmalen şu iki ayet bildirmektedir. “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat Suresi,56) “O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı.” (Mülk Suresi, 2 )

Öyle ise insan bir yolcudur. “Ve o nefy ve yolculuk ise, âlem-i ervahtan, rahm-ı mâderden, sabâvetten, ihtiyarlıktan, dünyadan, kabirden, berzahtan, haşirden, sırattan geçer bir uzun sefer-i imtihandır.”(Sözler,2005,s:55,Y.A.N.) .Yine Mesnevi-i Nuriye’de “İnsan bir yolcudur. Sabâvetten gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder.” denilmektedir. Yani insan uzun bir seferdedir.


Bizler bu yolculuğun dünya safhasındayız. Bu yolculuk ya sonsuz cennette ya da sonsuz cehennemde son bulacaktır. Elbette ki, cennet ehli Allah(cc)’ın cemalini görmekle mükâfatların en zirvesini yaşayacaktır.

On Birinci Söz bağlamında yaratılış sırları ve gayesini anlamaya çalışırsak;
Bir hadisi kudside,” Ben gizli bir hazine idim. Bilinmek istedim, mahlûkatı yarattım” buyurulur. (Acluni, II, 132)

Çünkü her cemal ve kemal sahibi kendi cemal ve kemalini görmek, göstermek ister. Bu sır gereğince Allah (cc), kendi kemal ve cemalinin tecellilerini görmek ve göstermek istemesi sırrınca bu kâinatı yaratmıştır.

Allah bu kâinatı bir sayar suretinde yaratmış ve bu sarayın bütün ihtiyaçlarını tanzim etmiş ve konaklamak için gelecek olan misafirlerine hazır hale getirmiştir. Bu sarayın bütün sırlarını ve hikmetlerini Ezeli bir hutbe ile kâinatın en şereflisi olan Zata (sav) bildirmiş ve O Zatta (sav) sayara giren ahaliye bu Ezeli hutbeyi okumuş ve umumi daveti yapmıştır.

Bu saraya giren ahali de iki gruba ayrılmıştır. Birisi bu sarayın bir sahibi ve hâkimi olmalıdır diyerek saray sahibinin vazifelendirdiği Zatın (sav) okuduğu hutbeye icebet etmiş, diğer grup ise ne sarayın sahibini ne de okunan hutbeyi dinlemiş, sadece sarayda hazırlanan yiyeceklere hayvancasına dalıp yiyip içmişler ve yasak yiyeceklerden de yiyerek saray sahibinin izni olmayan davranışları yapmışlardır.

Hâlbuki o saray ve saraydaki hazırlanan yiyecekler saray sahibini tanımak ve ona teşekkür etmek için hazırlanmıştır.

Evet âdemoğlu, büyük bir kervan ve azîm bir kafile gibi mazinin derelerinden gelip, vücud ve hayat sahrasında misafir olup, istikbalin yüksek dağlarına ve müzeyyen, süslü bağlarına yönelerek kafile kafile silsile halinde yürümektedir.
“Şu garib ve acib mahlûklar kimlerdir? Nereden geliyorlar? Nereye gidiyorlar?” diye her akıl sahibi hikmet adına sormalıdır.

Hikmet: Nereden geliyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz? Bu dünyada işiniz nedir? Reisiniz kimdir? Gibi sorularla yaratılışın gayesine yönelik sualleri sormaktadır.
Buna cevaben, bu suale, âdemoğlu namına, emsali olan büyük peygamberler gibi, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, insanlığa vekâleten karşısına çıkarak şöyle cevapta bulundu:
Bu gördüğün insanlar, Sultan-ı Ezelî’nin kudretiyle yokluk karanlıklarından ziyadar varlık âlemine çıkarılan mahlûklardır. Sultan-ı Ezelî, bütün mevcudatı içinde biz insanları seçmiş ve emanet-i kübrayı bize vermiştir. Biz haşir yoluyla saadet-i ebediyeye müteveccihen hareket etmekteyiz. Dünyadaki işimiz de, o saadet-i ebediye yollarını temin etmekle, re’s-ül malımız olan istidatlarımızı nemalandırmaktır. Ve şu azîm insan kervanına, bundan sonra Sultan-ı Ezelî’den risalet vazifesiyle gelip riyaset eden benim. İşte o Sultan-ı Ezelî’nin risalet beratı olarak bana verdiği Kur’an-ı Azîmüşşân elimdedir. Şüphen varsa al, oku! (İşaratü’l İ’caz,2006,s:29,Y.A.N.)

Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ın verdiği şu cevablar, Kur’andan alınan ve Kur’an lisanıyla söylenildiğinden; Kur’anın esas maksadının şu dört gayede toplandığı anlaşılıyor.Tevhid, nübüvvet, haşir, adalet ve ubudiyet.İşte bu dört maksat Kur’an’ın takip ettiği hakiki maksatlar olduğu malumdur.
Tevhid; Allah’ı bir kabul etmek demektir. Allah’a iman, Allah’ı bir kabul etmek ile hakiki manasına kavuşur. Yoksa Allah vardır deyip bütün mevcudatı sebeplere ve tabiata havale etmek demek, O Allah’a imandan nasibi olmadığına delildir. Allah bu tür imandan ve Tevhid inancından razı da değildir. Allah’a imanımızın tezahürü şöyle olmalıdır. “Allah birdir. Başka şeylere müracaat edip yorulma, onlara tezellül edip minnet çekme, onlara dalkavukluk edip boyun eğme, onların arkasına düşüp zahmet çekme, onlardan korkup titreme. Çünki Sultan-ı Kâinat birdir, herşey’in anahtarı onun yanında, her şey’in dizgini onun elindedir; herşey onun emriyle halledilir. Onu bulsan, her matlubunu buldun; hadsiz minnetlerden, korkulardan kurtuldun.”(Mektubat-s:224)

Nübüvvet; Peygamberlik, nebi olmak, nebilik. Allah’ın (cc) emriyle vazifeli olarak insanları doğru yola çağırmak.

Haşir; ölümden sonra tekrar diriliş ve ahiret yurdunda bir mahkeme-i kübradan sonra insanların zerre kadar hayır ve günahlarının muhasebelerinin yapılacağı ve hesabının görüleceği o büyük hesap günü.

Adalet; zulüm etmemek. Herkese hakkını vermek ve lâyık olduğu muâmeleyi yapmak. Hak kanunlarına uygunluk. Haksızları terbiye etmek.

Ve ubudiyet; Kul olduğunu bilip Allah’a itaat etmek. Allah’a teslim olup, Kur’an ve Peygamber (sav) vasıtası ile verilen emirleri aynen icra ve tatbike çalışmak.

Bâkî ÇİMİÇ

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir