DİMAĞ VE MERTEBELERİ

Dimağda Merâtib-i İlim Muhtelifedir

Bediüzzaman Hazretleri “muhabbet kalbde ve akıl dimağdadır; elde ve ayakta aramak abestir.”[1] der. Hem de “kulağın dimağa karabeti ve akıl ile sıla-i rahmi vardır.”[2] tespitini de aktarır. “İnsan yalnız cesetten ibaret değil; cesedi beslemek için kalb, dil, akıl, dimağ”[3] gibi hasseler ve duygular ile donatılmıştır. Dimağ, akıl ve şuur aleti olarak tarif edilir. Ayrıca düşünme mekanizması konumundadır. Dimağ, bir lâtife-i Rabbaniye olan kalbdeki mânâların ma’kes-i efkâr olarak fikirlerin aksettiği, düşüncenin yansıdığı yerdir. Tahayyül, tasavvur, taakkul, tasdik, iz’an, iltizam ve itikad dimağın mertebeleridir.  Aynı zamanda ‘insanın bin cihazatına takılan hikmetlerinden yalnız bir küçük çekirdek kadar kuvve-i hafızası, ezelî hikmet tarafından dimağının cebine koyulmuştur.’[4] İnsanın “yalnız dimağına yüzer hikmetler ve faydalar takılmıştır.”[5] İnsanın dimağındaki pek büyük ve pek küçük kütüphanesi olan kuvve-i hafızası, Levh-i Mahfuz’un numunecikleri hükmündedir.[6]

Risâle-i Nur’da kalb ve dimağ ile ilgili şu izahatlar da yapılmıştır.“Şu kâinatta insan bir fihriste-i câmia olduğundan, insanın kalbi binler âlemin harita-i mâneviyesi hükmündedir. Evet, insanın kafasındaki dimağı, hadsiz telsiz telgraf ve telefonların santral denilen merkezi misillü, kâinatın bir nevi merkez-i mânevîsi olduğunu gösteren hadsiz fünun ve ulûm-u beşeriye olduğu gibi, insanın mahiyetindeki kalbi dahi, hadsiz hakaik-i kâinatın mazharı, medarı, çekirdeği”[7]hükmündedir. “Madem kalb ve dimağ-ı insânî bu merkezdedir; çekirdek haletinde bir şecere-i azîmenin cihazatını tazammun eder ve ebedî, uhrevî, haşmetli bir makinenin âletleri ve çarkları içinde derc edilmiştir.”[8]

Bediüzzaman Hazretleri Allah “kafama öyle bir dimağ, sineme öyle bir kalb, ağzıma öyle bir dil koymuş ki, o dimağ ve kalb ve dilde rahmetin umum hazinelerinde iddihar edilen bütün Rahmânî hediyeleri, atiyeleri tartacak, bilecek yüzer mizancıkları, ölçücükleri ve Esmâ-i Hüsnânın nihayetsiz cilvelerinin definelerini açacak, anlayacak binler âletleri yaratmış, yapmış, yazmış; kokuların, tatların, renklerin adedince târifeleri o âletlere yardımcı vermiş.”[9]  Diyerek fıtratımıza derc edilen mânevî cihazatların hakiki vazifelerini izah etmiştir.

Ayrıca “Hüda semadan indi, deha zeminden çıktı. Hüda kalbde işliyor, dimağı da işletir. Deha dimağda işler, kalbi de karıştırır. Hüda ruhu eder tenvir, daneleri sümbüllettirir. Karanlıklı tabiat, onunla ışıklanır.”[10] Tespitleri ile dimağın mahiyetine ışık tutabilecek noktaları izah etmiştir. “İmanın yeri kalbdir; dimağ ise oluyor ma’kes-i nur-i iman. Dimağda vesveseler, hem pek çok ihtimaller kalb içine girmese, sarsılmaz iman, vicdan. Fikir ile dimağ, bekçi-yi iman.”[11] Noktalarına da temas edilmiştir. Bu sırdan dolayıdır ki “Ziya-i kalbsiz olmaz nur-i fikir münevver.”[12]

Lemaat’te “Dimağda merâtib-i ilim muhtelifedir, mültebise. Dimağda merâtip var, birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif. Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir. Sonra gelir taakkul, sonra tasdik ediyor, sonra iz’an oluyor, sonra gelir iltizam, sonra itikad gelir. İtikadın başkadır, iltizamın başkadır. Herbirinden çıkar bir hâlet. Salâbet itikaddan, taassup iltizamdan, imtisal iz’andan, tasdikten iltizam, taakkulde bîtaraf(tarafsız), bîbehre(nasipsiz) tasavvurda, tahayyülde(hayelde) safsata hâsıl olur, mezcine eğer olmaz muktedir. Bâtıl şeyleri güzel tasvir etmek, her demde, sâfi olan zihinleri cerhtir, hem idlâli.”[13] Tespitleri dimağın mahiyetine ışık tutabilecek önemli izahlardır.

Bir fiil kalbin ve de hissin temâyülatından ortaya çıkar. Çünkü kalb bu fiillere fıtraten meyyaldir. İmân kalbte ve kafada, yani dimağda daimi mânevî bir yasakçıdır. Fenâ meyelânlar ise his ve nefisten çıkar. Bu meyelânları îmân bekçisi olan fikir ile dimağ yasaktır der, tard eder ve kaçırır. İnsanın güzel fiilleri ise kalbin temâyülatından çıkar. Vesveseleri ve fena meyilleri îmân tard eder. Güzel meyillerden sonra fillerin ilk hareketi duygulara ait ise vicdanda ma’kes bulur ve vicdana yansır. Eğer bu filler fikirlere ait ise dimağa yansır. Bediüzzaman Hazretleri kalb ve vicdan ile ilgili şu açıklamayı yapar: ”Kalbden maksat, sanevberî (çam kozalağı) gibi bir et parçası değildir. Ancak, bir lâtife-i Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı vicdan, mâkes-i efkârı dimağdır.”[14]

Dimağda tahayyül mertebesi…

“Ziya-i kalbsiz olmaz nur-i fikir münevver.”[15] Bu sırdan dolayıdır ki dimağ kalbe bağlı çalışır. Çünkü “kalp, bir kumandan gibi, letâif askerleriyle kahramanâne maksada ”[16] yürür. Bir lâtife-i rabbaniye olan kalbin makes-i efkârı dimağdır. İnsanın hislerinin mazharı vicdan, fikirlerinin ma’kesi ise dimağdır. Her ikisi de lâtife-i Rabbaniye olan kalbin birer şubesi konumundadır. Kalbten dimağa ma’kes bulan efkâr dimağda mertebelerden geçer. Dimağdaki mertebeler ise şöyledir: Tahayyül, tasavvur, taakkul, tasdik, iz’an, iltizam, itikad. Bu mertebelerin her birisinde farklı bir hâlet oluşur ki, bunun en zirvesi ve makbûlü itikad dediğimiz son mertebedir. İşte buna ehl-i imân için salâbet-i îmâniye diyoruz.

Dimağda önce tahayyül vukû’ bulur. Safsata (Hezeyan, uydurma,  boş, temelsiz söz) burada başlar ve doğar. Bediüzzaman Hazretleri’nin “Dinsiz felsefe hakîkatsiz bir safsatadır.”[17] dediği nokta tam da burası olmalıdır. Hayâl etmek, bir şeyi önce hazîne-i hayâlde canlandırmaktır. İnsan önce hayâl ederek düşünmeye başlar. Tahayyül, düşüncenin ilk aşaması ve mukaddimesidir. Zihin aşamasındaki birinci aşama, tahayyüldür.  Zihin arzularını gerçekleştirmek için önce hayâl eder. Eğer hayâl hakîkate mavafık olmazsa bu hâletten “safsata”hâsıl olur. “Hayâl etmek bir hüküm değildir. Bu nedenle hayâlimizdekilerden me’sul değiliz.

İnsan öncelikli olarak hayâl eder. Sonra bu hayâllere suret vermeye başlar, yani tasavvur mertebesine geçer. Hayâlde efkârın hakîkati görülmez. Zihinden hayâller, perdeli ve suretler şeklinde gelir geçer. Bu hayâl ve düşünceler çeşitli suretleri giyer ve dokur. Bir fikir dimağa yansıdığında akıl onu hemen kabul etmez. Önce hayâlin elinde tutar. Bediüzzaman Hazretleri’nin “Size söylediğim sözler hayâlin elinde kalsın; mihenge vurunuz.”[18] Dediği nokta tam da bu noktadır. İşte bu hayâl mertebesinde safsata hâsıl olur. Çünkü “mantıkça, tahayyül hüküm değildir.”[19] Ancak insan bu mertebede aldanabilir. Şeytanın önce kalbe attığı çirkin sözlerini kalbin reddetmesiyle birlikte hayâle yansıttığından hükümsüz bir tahayyülü hakîkat tevehhüm eder.[20]

Tahayyül mertebesinde şöyle bir hâl daha vukû’ bulur.”Mânâlar kalpten çıktıkları vakit, suretlerden çıplak olarak hayâle girerler; oradan suretleri giyerler. Hayâl ise, her vakit bir sebep tahtında, bir nevi suretleri nesç eder. Ehemmiyet verdiği şeyin suretlerini yol üstünde bırakır; hangi mânâ geçse, ya ona giydirir, ya takar, ya bulaştırır, ya perde eder. Eğer mânâlar, münezzeh ve temiz iseler, suretler mülevves ve rezil ise, giymek yoktur; fakat, temas var. Vesveseli adam teması, telebbüsle iltibas eder. “Eyvah,” der. “Kalbim ne kadar bozulmuş.”[21] Diyerek evhama kapılır. “Bîçare vesveseli adam, bazen tahayyülü, taakkul ile iltibas eder. Yani, hayâle gelen bir şüpheyi, akla girmiş bir şüphe tevehhüm edip, itikadına halel gelmiş zanneder.”[22] Halbuki, hem tahayyül, hem tevehhüm, hem tasavvur, hem tefekkür, tasdik-i aklîden ve iz’an-ı kalbîden ayrıdırlar, başkadırlar. Onlar bir derece serbesttirler, cüz-i ihtiyârîyeyi pek dinlemiyorlar, teklif-i dinî altına çok giremiyorlar.[23] Hem, tahayyül, tevehhüm, tasavvur, tefekkür, nasıl ki tasdik ve iz’an değiller; öyle de, şüphe ve tereddüt sayılmazlar.[24]

Özellikle vesveseli adam “Bazı tahayyülî halâtı, taakkulî hâlât ile iltibas eder. Hayâle gelen şüpheyi, akla gelen bir şüphe tevehhüm edip, itikadına halel gelmiş zanneder. Bazan, tevehhüm ettiği şüpheyi, şek zanneder. Bazan, tasavvur ettiği şüpheyi, bir tasdik-i aklî zanneder. Bazan, bir emr-i küfrîde, tefekkürü, hilâf-ı imân zanneder. Halbuki; tahayyül, tevehhüm, tasavvur, tefekkür; tasdik-i aklîden, iz’an-ı kalbîden ayrıdırlar, başkadırlar. Tahayyül, tevehhüm, tasavvur, tefekkür, şüphe ve tereddüt değildirler. Lâkin tekerrür edip istikrar peyda etseler, bazan bir nevi şüphe-i hakîkî onlarda tevellüd eder.”[25]

“Küfrü hayâl etmek küfür olmadığı gibi, dalaleti tasavvur etmek de dalâlet değildir. Zira tahayyül ve tasavvur, aklen tasdik, kalben iz’an etmekten farklıdırlar. Bu yüzden şüphe ve tereddüte düşmeye gerek yoktur. Kalbe uğrayıp geçen vesveselere aldırış edilmemelidir. Ayrıca bir delilden kaynaklanmayan ihtimaller de safsatanın ötesine geçemez. Bu bakımdan, araştırma safhasında, objektiflik adına yanlışlara düşmemek, yanlıştan hareketle yanlış muhakemede bulunmamak kaydıyla, bazı tahayyül ve tasavvurlar itikada zarar vermez. Ancak lüzumsuz yere yapılan tekrarlar, o tahayyülü müstakar hâle getirebilir, bu da bazı şüphelerin doğmasına sebep olabilir. Zira aklı tasdik eden kalbtir. Kalbte zayıflık olursa, safsatalar bile tasdik edilebilir.”[26]

Dimağda tasavvur mertebesi…

Dimağın ikinci mertebesi tasavvurdur. Tasavvur; bir şeyi zihinde şekillendirme, tasarlama ve suretler biçmedir. İnsan dimağda önce hayal ettiği şeylere suretler biçmeye başlar. Mânâlar kalbden hayale ma’kes bulunca hayalde suretler giyerler. Bu hayal ve düşünceler suretleri giyerek birer resim gibi şekillenmeye başlar. Bu resmedilen suretlere tasavvur diyebiliriz. Bu suretler bizim ilgi alanımıza ve gördüğümüz şeylere göre değişir ve şekil alabilir. Ancak bu hâl de mantıkça bir hükmü ifade etmez. İnsan bu hâlden istifade de edemez. Bu mertebede dimağda bîbehre (nasipsiz, mahrum) olma hâli vuku bulur. Bediüzzaman Hazretleri’nin “Mânâlar kalpten çıktıkları vakit, suretlerden çıplak olarak hayale girerler; oradan suretleri giyerler. Hayal ise, her vakit bir sebep tahtında, bir nevi suretleri nesç eder. Ehemmiyet verdiği şeyin suretlerini yol üstünde bırakır; hangi mana geçse, ya ona giydirir, ya takar, ya bulaştırır, ya perde eder.”[27]  Dediği nokta tam da bu tasavvur mertebesi olmalıdır.

Tasavvur bir şeyi zihinde şekillendirmek, tasarlamak ve tersim etmektir. Yani hayal edilen tabloların biraz daha müşahhas olarak işlenmiş ve şekillenmiş aşamasıdır. Kalbten gelen soyut mânâlar, hayal ve tasavvur aşamasında resmedilip şekillenir. Böylece ilk şeklî tasavvurât merhalesi başlamış oluyor. Çünkü insanda “gayr-ı mazbut(kayıt altına alınamaz) olan tasavvurât ve efkâr”[28] vardır.

Dimağın tasavvur mertebesine geçen fikir bu mertebede bir takım kesme, biçme ve giydirmelere maruz kalır. Bu mertebenin neticesinde ise insan nasipsizdir. Daha doğrusu bu tasavvur aşamasında netlik yoktur. Bu nedenle dimağ bu aşamada bu hâlden nasiplenemez. Bu sırdan dolayıdır ki beşerin nihayeti olmayan ve kâinatı ihâta eden tasavvurâtı vardır. Onun için tasavvurât kayıt altına alınamaz bir konumdadır. Böylece tasavvurât-ı insaniye gayr-ı mütenâhi bir hâlde insanın dimağında vuku bulur.  Ayrıca “Çok defa lisân, insanın tasavvurâtından incelerini tabirden âciz olduğu gibi, kalbindeki ve vicdanındaki inceler de akla görünmez.”[29] Bazen de insan hilâf-ı hakîkat tasavvurât-ı bâtılaya giriftar olur. Bu hâl insan için hatarlı bir yol ve durumdur.

Bediüzzaman Hazretleri Muhakemât eserinde tasavvurdaki şekillenmeleri şöyle ifade eder: “Tesirat-ı hariciyeden kalbin bir kısım ihtisasatı ihtizaza gelmekle müyulât(meyiller) tevellüt eder. Ondan hevaî(başıboş) mânâlar, bir derece aklın nazarına ilişmekle, aklı kendine müteveccih eder. Sonra o buhar hâlindeki mânâ, bir kısmı tekâsüf etmekle(yoğunlaşmakla), temayülât ve tasavvurâtın bir kısmı muallâk kalıp, bir kısım dahi takattur(damla damla) ettiğinden, akıl ona rağbet gösterir. Sonra, mayi(sıvı) hâlindeki kısımdan bir kısım tasallüp(katılaşma) ve tahassul(hasıl olma) ettiğinden, akıl onu kelâm içine alıyor. Sonra, o mütesallibden(katılaşmış, sertleşmişten) bir resm-i mahsus ile temessül ve tecelli ettiğinden, akıl, onun kametine göre bir kelâm-ı mahsus ile onu gösterir.”[30] Böylece insanda “hissiyat iltihaba başlamakla, amal(emeller) ve müyulât dahi heyecana gelip, birden o amaller üst kattaki hayalin tabanını deler. İmdat istediklerinden, o hazinetü’l-hayalde safbeste-i hareket ve mahbubun mehasinini ellerinde tutmuş veyahut onun mehasinini hatıra getirmekle tasvir eden, başkasının mehasini ile işba olunmuş olan hayalât ise o amalin imdadına koşarlar. Beraber hücum edip, hayalden lisana kadar inme”[31]ye başlarlar. Böylece hayalden tasavvura mânâların intikal aşamalarını Bediüzzaman Hazretleri veciz bir şekilde izah etmiş olur.

Hem “Bazı maâni-i muallâka[32] vardır ki, bir şekl-i muayyenesi[33] ve bir vatan-ı husûsiyesi yoktur. Müfettiş gibi her bir daireye girer. Bazı kendine husûsî bir lâfız takıyor. Bu muallâkatın bir kısmı ise, harfîye ve hevâîye gibidir. Başka kelime onu derununa çeker.”[34]

Dimağda taakkul mertebesi

Dimağın üçüncü mertebesi taakkuldür. Bîtaraf(tarafsız) olma taakkul mertebesinde doğar. Düşüncelerin hayal ve tasvir aşamasından çıkıp akledilerek değerlendirildiği aşamadır. Bu mertebede akıl taakkulden önceki hayal ve tasvirleri eline alıp inceleyerek, tedkik ve tahkik etmeye başlar. Daha da somut bir veri haline dönüştürür. Taakkul, tasavvurda oluşan verileri süzerek ve eleyerek bir karara varır. Bu mertebe tarafsız olarak devam eden bir aşamadır. Taakkul mertebesinde akıl buraya gelen malumatları tartmaya ve de akletmeye başlar. Bu fikrin olur, ya da olmazlarının makuliyetini arar. Taakkul, fikrî bir seyerân ve aklî bir cevelandır. Ayrıca insan bazan tahayyülü taakkul ile iltibas eder. Çünkü taakkul bir hüküm değil, dimağın bir mertebesidir ve taakkulde insan bîtaraftır. Bediüzzaman Hazretleri de “Bu cüz’î aklınızla hüsn-ü küllîyi ihata edemezsiniz.”[35] der.

Taakkul, akıl terazisi ile tartmak, ölçmek, biçmek ve bir şeyin mahiyetini anlamaya çalışmaktır. Ölçmek, muhakeme etmek, değerlendirme yapmak bu mertebenin vazifesidir. Akıl, taakkul mertebesinde bir denetleyici gibi meseleyi net bir biçimde ortaya koymaya çalışır. İnsan taakkul mertebesinde düşündüğü ve aklettiği şeylerde “bitaraf” olması gerekir, ta ki taraftarlıkla hakîkati taharriden uzaklaşmasın. Tarafsızlık ancak taakkul mertebesinde gözükür. Bir meseleyi aklen idrak etmiş olmak, hemen tasdik, iz an ve itikadı gerektirmez. Çünkü taakkul, tahayyül ve tasavvurdaki birikimleri süzmeye, tartmaya ve elemeye çalışır.  Dimağ bu mertebede bir terazi gibi tarafsız olarak kendisine gelen malumatları tartmaya çalışır. Bir sonra tasdik edilecek olan fikirlerin şekillenmesine çalışılır. Safsata ve bîbehre hallerden tecerrüt edilerek bitaraf konumuna geçen dimağ ne kadar makul malumat varsa toplamaya ve toparlamaya çalışır.

Risâle-i Nur’da Hutbe-i Şamiye eserinde akıl ile ilgili mühim noktalara temas edilmiştir. Şöyle ki: “Hem âyat-ı Kur’âniye başlarında ve âhirlerinde beşeri aklına havale eder, “Aklına bak” der. “Fikrine, kalbine müracaat et, meşveret et, onunla görüş ki bu hakîkati bilesin” diyor. Meselâ, bakınız, o âyetlerin başında ve âhirlerinde diyor ki: “Neden bakmıyorsunuz? İbret almıyorsunuz? Bakınız ki, hakîkati bilesiniz.” “Biliniz” ve “Bil” hakîkatine dikkat et. “Acaba neden beşer bilemiyorlar, cehl-i mürekkebe düşüyorlar? Neden taakkul etmiyorlar, divaneliğe düşerler? Neden bakmıyorlar, hakkı görmeye kör olmuşlar? Neden insan sergüzeşt-i hayatında, hâdisat-ı âlemden tahattur ve tefekkür etmiyor ki, istikamet yolunu bulsun? Neden tefekkür ve tedebbür ve aklen muhakeme etmiyorlar, dalâlete düşüyorlar? Ey insanlar, ibret alınız! Geçmiş kurunlardan ibret alıp gelecek mânevî belâlardan kurtulmaya çalışınız” mânâsında gelen âyetlerin bu cümlelerine kıyasen, çok âyetlerde, beşeri, aklına, fikriyle meşverete havale ediyor.”[36]

Demek ki taakkul etmek Rabbimizin ayetlerle bizlere gösterdiği bir hakîkattir. Çünkü insan hedef ve maksadına taakkul ile ulaşır. Bediüzzaman Hazretleri  “hayâlinizle tefekkür, gözünüzle taakkul ettiğinizden”[37] diyerek avamda taakkulün mahiyetine işaret etmiştir. Ayrıca “fikren taakkul edebiliriz”[38] diyerek de taakkulün fikirle yapıldığını ifade etmiş olur. Ancak “Biçare vesveseli adam, bazan tahayyülü taakkul ile iltibas eder.”[39] Dimağ “taakkulde bîtaraf”[40]tır. Yani hakîkate ulaşmak için dimağ bu mertebede tarafsız konumundadır.

Dimağda tasdik mertebesi

Dimağın dördüncü mertebesi tasdiktir. İltizam burada doğar. Bir fikrin ya da düşüncenin hayal, tasvir ve akletme aşamasından geçip onaylandığı ve doğru telakki edildiği aşamadır. Bu aşamada akıldan ziyade kalp hükmeder. Çünkü kalb tasdik makamıdır. Onaylamak veya onaylamamak işlemi kalbin bir hassasıdır. Tasdik hükümdür ve kişi bundan mes’uldür. Diğer hayal, tasvir ve taakkul aşamaları hüküm olmadığı için kişi me’sul olmuyor. Bediüzzaman Hazretleri “Tahayyül, tevehhüm, tasavvur, tefekkür; tasdik-i aklîden, iz’an-ı kalbîden ayrıdırlar, başkadırlar.”[41] Der. Fakat dimağın tasdik makamı bunlardan farklı bir makamdır ve mes’uliyeti gerektiren bir kabul makamıdır. Tasdik makamı yakînen şahid olunan ve iz’an-ı kalbî ile tasdiklenen bir makamdır. Tasdik-i aklî, tasavvurî bir şüphe değil, tasdikî bir bilgidir. Çünkü taakkulden sonra akıl bu bilgiye ve fikre taraftar olur. Kararı verir ve tasdik eder. Tasdik, hakkında hükme varılması mümkün olan bir fikrin kabulüdür. “Çünkü meçhul-u mutlak bir şey hakkında hükme varmak mümkün değildir.”[42] Onun için tasdik, yakîni bir kabulden ileri gelir. Bu sırdan dolayıdır ki “İman ise, hakkı kabul ve tasdiktir.”[43] Tasdik; bir bilginin doğru olduğuna kanâat etmektir. Dimağ bu mertebede hakîkati bulunca onu tasdik eder. Tasdik de “iltizamı” gerekli kılar. Tahayyül mertebesinden itikad mertebesine yapılan fikrî ve kalbî seyahatte irade-i cüziye ve niyet büyük bir rol oynar. Çükü “Niyet bir ruhtur. O ruhun ruhu da ihlâstır.”[44] İhlâslı bir insan, bu mertebeleri aşacak şekilde irade-i cüziyesini kullanır.

Tasdik aynı zamanda “‘taakkul’ aşamasından süzülmüş ve özet haline gelmiş bilginin dimağda doğrulanma işidir. Dimağın, karar verme işlevini yerine getirmesidir. İnsanın sağlam bir duruş ve itikad elde etmesi için, düşüncenin sadece akla tasdik ettirilmesi yeterli değildir. Nitekim hak ve hakikati tasdik edip, taraftar olmuş, fakat dinlerini, yaşantılarını, hayat görüşlerini değiştirmemiş insanların varlığı bir gerçektir.”[45]

Tasdik makamını Bediüzzaman Hazretleri Dokuzuncu Mektup’ta şöyle ifade etmiştir: “Felillâhil- hamdü velminnetü, Kur’ân’ın i’caz-ı mânevîsinin feyziyle, Risale-i Nur mizanları, din-i İslâm’ın ve hakaik-ı Kur’âniyenin meyvelerini ve neticelerini öyle bir tarzda göstermişlerdir ki, dinsiz dahi onları anlasa, taraftar olmamak kabil değil. Hem, iman ve İslâm’ın delil ve bürhanlarını o derece kuvvetli göstermişlerdir ki, gayrimüslim dahi anlasa, herhâlde tasdik edecektir; gayrimüslim kaldığı hâlde iman eder.”[46] Tasdik makamı bir kabul makamı olduğu halde yeterli değildir. Risale-i Nur mizanlarını dinsiz dahi olsa kabul edip tasdik ettiği halde, gayrimüslim olarak kaldığı bir hakikattir. İşârâtü’l-İ’câz’da adları geçen Prens Bismark, Mr. Carlyle, Prof. Edward Monte gibi şahsiyetler hak din olan İslâmiyeti ve Resul-ü Ekrem (asm)’in hakkaniyetini kabul edip tasdik ettikleri halde dimağın tasdik aşamasında kalıp, itikad aşamasına geçememişlerdir.

Dimağın tasdik mertebesinde iltizam hâleti vuku bulur. İltizam; kendisi için gerekli görme, taraftar olma; taraftarlık göstermedir. Bediüzaman Hazretleri bu noktada şu izahatı yapar: “Eskide bazı dinsizleri gördüm ki, ahkâm-ı Kur’âniyeye şiddetli tarafgirlik gösteriyorlardı. Demek, o dinsiz, bir cihette hakkın iltizamıyla İslâmiyet’e mazhardı; dinsiz bir Müslüman denilirdi. Sonra bazı mü’minleri gördüm ki, ahkâm-ı kur’âniyeye tarafgirlik göstermiyorlar, iltizam etmiyorlar; gayrimüslim bir mü’min tabirine mazhar oluyorlar.”[47] Görüldüğü üzere dimağın tasdik mertebesi bir kabul ve iltizam halini yaşadığı halde şiddetli tarafgirliği gösteriyor, ancak bir imtisal, itikad ve salâbet değildir.

Dimağın iz’an mertebesi…

Dimağın beşinci mertebesi iz’andır. İz’an; akıl ve kalbin bir şeyin doğruluğu hakkında mutabık olmasıdır. O mutabakatı akıl kabul eder, kalb de o kabulü tasdik eder. Bu mertebede kişi yanlıştan kaçmaya ve doğru olanı yapmaya çalışır. Bu hâl “Akıl fakültesinde değil, kalb ve gönül dünyasında gerçekleşir ve “iz’an” kelimesiyle ifade edilir. Kalben gönülden benimseme, iman etme, kabul anlamına gelen iz’an mücerret bilgiden ziyade hissî algılamayla veya duygularla işlenmiş bilgiyle ortaya çıkar. İz’anın oluşmasında bilgiden ziyade duygular ve sezgiler ön plândadır. Gönülden his ağırlıklı bir kabul ve benimseme olan imanın yeri, bu yüzden akıl değil, kalbdir.”[48]

Dimağın iz’an mertebesinde imtisal (emre uyma, itâat etme) hâleti vuku bulur. İz’an; basîret, anlayış ve teslim olup itâat etmek mânâlarına geliyor. Bir şeyin hakikatine, hakkaniyetine ve doğruluğuna kalp ve akıl ile beraber karar vermek bu makamda meydana gelir. Bazen kalb bilir akıl bilemez, bazen de akıl bilir kalp karar veremez. İz’an da ise hem akıl, hem de kalb şuur ve idrak içensindedir. İz’an akla kalbden aktarılan efkâra kalbten destek alınmasıdır,  böylece iz’an süratli bir intikal hâlidir. Kalb bütünlüğünün ve kalbin destek verdiği sürecin başıdır. Tasdikde niyet, iz’anda ise bu niyete meyletmek vardır. İz’an meyil şeklinde kendini gösterir. Dimağdaki fikir bu mertebede artık o kişi için bir anlayıştır. Bu fikre o kişi artık sahip çıkar, benimser ve de tasdik eder. Zihin ile hariç arasında bir nev’i muamele olan iz’an ise, iki taraf ortasında bir münasebet-i tamme gibidir ki, nefsin inkıyadını lüzumlu kılar. Bu noktadan dolayı denilebilir ki; “İman, mantıkî tasdikten terekküb eder. ”Hem iz’anın mahkûm-u aleyhi yani (hakkında hükme varılan bir şeyi) tasavvur etmesi lüzumlu bir iştir.”[49] Böylece iz’an vicdânî bir yakînidir. Öyleyse “İlimde iz’an-ı kalb olmazsa cehildir.”[50] Tasdik ve iz’an bir mizana tâbidirler. Bundan dolayıdır ki tahayyül, tevehhüm, tasavvur, tefekkür tasdik ve iz’an değiller. Bu hakikate binâen “iman hem tasdik, hem iz’an, hem iltizam, hem teslim, hem mânevî imtisaldir.”[51] Neticede hakka iz’an ve hakikati tasdikte ittifak esastır. Teshir-i akıl ve iz’an biaynilyakîn bir hükümdür. “Ve o insanın vazife-i fıtratı ve fariza-i zimmeti, mârifetullah ve iman-ı billâhtır ve iz’an ve yakîn ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir.”[52] “Ve tevhid-i hakiki öyle bir hüküm ve tasdik ve iz’an ve kabuldür ki, Herbir şeyle Rabbini bulabilir.”[53]

Hads-i kalbînin ve iz’ân-ı aklînin pek çok menbaları vardır. İz’an-ı yakînî bürhan-ı kat’înin talebine muhtaçtır. Çünkü ”tahayyül, tevehhüm, tasavvur, tefekkür; tasdik-i aklîden, iz’an-ı kalbîden ayrıdırlar, başkadırlar.”[54] “Zira îmân, tasdîkle beraber hem iz’ândır, iz’ân ile beraber teslîm ve iltizâmdır.”[55] “Bil ey kardeş! Sen her şeyi Cenab-ı Hak’tan bildiğin ve ona göre iz’an ve yakîn getirdiğin zaman, elbette lâzım gelir ki; onun verdiği sürurlu olsun, zararlı olsun bütün hallere razı olasın.”[56] Amma mü’mine-i arife olan nefis ise, herşeyi iman ve iz’an ile isbatlı olarak Allah’a verir.[57] “Kâinatın gidişatında teemmül eden bir kimse, hadsî bir iz’an ile; fâiliyet ve te’sir, latif ve nuranîlerin ve maddeden mücerredlerin şe’ni olduğunu bilecek.. Fakat infial, kabiliyet ve teessür ise, maddî ve kesif ve cismanî şeylerin işi olduğuna yakîn hasıl edecektir.”[58]

Dimağın iltizam mertebesi

Dimağın altıncı mertebesi “iltizam” kelimesiyle ifade edilegelen tarafgirlik, savunma, müdafâa etme ve îmân edip değer verdiği hususların taraftarı olma hâletidir. Gönül dünyasında taraftar olunan hususların, zihnen savunulmasına, söz ile ifâde edilmesine ve bu uğurda mücadeleye “iltizam” denir.[59] Taassub[60] dimağın iltizam mertebesinde doğar. İltizam, bir şeyi kendine lâzım kılma, icrasına cehdettiği şeyi kendi üzerine vâcib ve zorunlu kılma hâline denir. Aynı zamanda  bir şeyi gerekli bulma, tarafgirlik etme, birinin tarafını tutmak mânâsına da gelir. İnsan akıl ve kalp olarak gerekli ve doğru bulduğu bir şeyi artık kendi için icra edilmesi, gerekli bir vazife olarak görür ve ona bütün gayreti ile taraftarlık gösterir.

Dimağın iltizam mertebenin neticesi taassuptur. Taassuba menfî ve müsbet olarak iki cihetle bakabiliriz. Taassub menfî cihetten bir nev’i cehl-i mürekkebin menşeîdir. Cemiyette “seviye-i irfan bir olmadığından, fırkalarda husumet, taassup ve taraftarlık intaç eder.”[61] Çünkü “Vahşet ve cehaletten de husumet ve taassup çıkıyor.”[62] “Hem de keşf-i hakîkate mani olan iltizam ve taassup ve taraftarlığın müdahaleleri”[63] dir. İşte birçok insanın benim fikrim dediği enenin eşgal-i habisesinin menşeî olan ‘fikr-i infirâdî’ denilen ‘tahtiecilik’ bu mertebenin neticesi olmalıdır. Ancak şu nokta da unutulmamalıdır. “Zaman-ı medeniyette, ecnebiler, medenî ve kuvvetli olduklarından, zararlı olan husumet ve taassup zail olmuştur.”[64] “Hem de, ecnebiler medeniyetleriyle beraber kuvvetli olduklarından, taassup ve husumete mahal kalmamış.”[65] Evet “İnat bazen müfrit fırka mutaassıplarına, dalâl ve batılı iltizam ettirir.”[66]

Bediüzzaman Hazretleri “Vicdanın ziyası, ulûm-i diniyedir. Aklın nuru, fünun-i medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüt eder.”[67]der. “Evet, dine imale etmek ve iltizama teşvik etmek ve vazife-i diniyelerini ihtar etmekle dine hizmet olur. Yoksa, ‘dinsizsiniz’ dese, onları tecavüze sevk etmektir. Din dâhilde menfi tarzda istimal edilmez.”[68]

İltizama hak ve hakikat nokta-i nazarından bakılacak olursa “İslâmiyet, hakka tarafgirlik ve iltizamdır.”[69] “Evet, İslâmiyet’in şe’ni, metanet, sebat, iltizam-ı hak olan salâbet-i diniyedir. Yoksa cehilden, adem-i muhakemeden neş’et eden taassup değildir. Bence taassubun en dehşetlisi, bazı Avrupa mukallitlerinde ve dinsizlerinde bulunur ki, sathî şüphelerinde muannidâne ısrar gösteriyorlar; bürhan ile temessük eden ulemanın şe’ni değildir.”[70] “Zira, îmân tasdikle beraber hem iz’andır; iz’an ile beraber teslim ve iltizamdır. Eğer zaafı olmazsa, iltizamla beraber mânevî imtisaldir.”[71]   Ey insan “İslâmiyet iltizamdır.”[72] ve “İltizam başka, itikad başkadır.”[73] Öyleyse “İltizam îmânın lâzımı.”[74]dır. Demek ki “iltizam-u itikat, her dem mesele-i îmânın şe’nidir.

Şu nokta da nazar-ı dikkatten kaçırılmaması gerekir. Bazan da “müslim-i gayr-ı mü’min” sıfatına layık olanlar iltizam-ı hak ve hak taraftarı olabiliyorlar. Bediüzzaman Hazretleri bu noktaya şöyle işaret ediyor: “Eskide bazı dinsizleri gördüm ki, ahkâm-ı Kur’âniyeye şiddetli tarafgirlik gösteriyorlardı. Demek, o dinsiz, bir cihette hakkın iltizamıyla İslâmiyet’e mazhardı; dinsiz bir Müslüman denilirdi. Sonra bazı mü’minleri gördüm ki, ahkâm-ı Kur’âniyeye tarafgirlik göstermiyorlar, iltizam etmiyorlar; gayrimüslim bir mü’min tabirine mazhar oluyorlar.”[75]

Dimağın itikad mertebesi…

Dimağın son mertebesi  “itikad” olarak bilinir. İtikat mertebesinde insan bildiği bir şeyi yapmaya inanır. Kendisini ona adar ve onun için mücadele etmeye başlar. Hatta bu konuda hayatını feda etmek derecesine gelir. “Öldürseniz bundan vazgeçmem ve geçemem!” der. İşte bu itikad mertebesidir. Bu mertebede iman kemale ermiş ve kişi “İman-ı Kamil!”makamına çıkmış olur. İtikad mertebesinde insan “hukuk-i diniye ve dünyeviyesi için canını feda eder; meşru olmayan şeylere karışmaz.”[76] Ayrıca “hakkı hak bilir, imtisal eder; batılı batıl bilir, içtinab eder.”[77] Böylece “Herhâlde, beşerin bu umumî itikadı, mebadi-i zaruriyeden neş’et eden ve müşahedat-ı vakıadan hâsıl olan ve muhtelif emarelerden tevellüt eden hadsî bir hükmün neticesidir.”[78]

İtikad mertebesinden salâbet[79] doğar.  İtikad, bir şeyi kalp ile tasdik, dil ile ikrar etmek demektir. Artık bu aşamada fikirler ve düşünceler düşünce ve fikir değil, inanç meselesi haline gelmiştir. Bu inancın da çok mertebe ve makamları vardır. Düşünce fabrikasının mahsul ve ürün verme merhalesi denilebilir. Salâbet-i diniye ve imaniye hiçbir zaman enaniyet ve benlik olamaz.  Çünkü “Enâniyeti terk etmeyen, salâbet-i diniyeyi ve kısmen de dinini terk eder.”[80] Salâbet-i diniye ve imaniye, bütün Müslümanlar için şâyân-ı misal olan yüksek bir seciyedir.  Bundan dolayıdır ki Müslümanlar salâbet-i imaniyelerinin ve ihlâslarının aynadarlığını bizzat îfa ederler. Müslümanların meddî ve mânevî terakkileri  “dinin evâmir-i kudsiyesiyle ve takvâ ve salâbet-i diniye ile olur.”[81]  “Evet, İslâmiyetin şe’ni metanet, sebat, iltizam-ı hak olan salâbet-i diniyedir. Yoksa cehilden, adem-i muhakemeden neş’et eden taassup değildir.”[82] “Dindeki salâbet ise; takva, hakta sebat etme ve ahlakta metanet göstermektir.”[83] Çünkü, her şeyden evvel Müslümandırlar, hem de salabet-i diniyeyi taassub derecesine îsal eden hakiki Müslümanlar”[84]dır.  “İman, mantıkî tasdikten terekküb eder.”[85]

Eğer denilse: İman kendi lâzımı ile birlikte mantıkî tasdikten ibaret olduğu halde, yine de onunla mükellef kılınmış. Halbuki mükellef olan şey ise, ihtiyarî bir fiildir. Bununla beraber imandaki lüzum, zaruri; onu tasdik etmek ise infiâlîdir. Yani fiile geçme durumudur?

Cevap: Teklif ise, mukaddematın tertibiyledir. (Yani mesela evvelen iman, sonra tevhid, sonra teslim vesaire gibi…)[86] Bunu teyiden “Demek, iman tevhidi, tevhit teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktiza eder.”[87]

Bediüzzaman Hazretleri küfrün mahiyetinde bulunan ilim, yakîn, itikad, tasdik ve iz’an hallerini şöyle izah etmiştir.” Küfür, iki kısımdır. Bir kısmı, bilmediği için inkâr eder.  İkincisi, bildiği hâlde inkâr eder. Bu da birkaç şubedir: Birincisi, bilir, lâkin kabul etmez. İkincisi, yakîni var, lâkin itikadı yoktur. Üçüncüsü, tasdiki var, lâkin vicdânî iz’anı yoktur.”[88] Ayrıca itikad-ı küfriye, iki kısımdır: Birisi: Hakaik-i İslâmiyeye bakmıyor. Kendine mahsus yanlış bir tasdik ve bâtıl bir itikad ve hatâ bir kabuldür ve zâlim bir hükümdür. Bu kısım bahsimizden hariçtir. O bize karışmaz, biz de ona karışmayız. İkincisi: Hakaik-i imaniyeye karşı çıkar, muaraza eder. Bu dahi iki kısımdır: Birisi: Adem-i kabuldür. Yalnız, ispatı tasdik etmemektir. Bu ise bir cehildir; bir hükümsüzlüktür ve kolaydır. Bu da bahsimizden hariçtir. İkincisi: Kabul-ü ademdir. Kalben, ademini tasdik etmektir. Bu kısım ise bir hükümdür, bir itikaddır, bir iltizamdır. Hem iltizamı için nefyini ispat etmeğe mecburdur.[89]

Fikir itikad mertebesine ulaşırsa kemalâta ermiş olur ve salâbete kavuşmuştur. Hem de iman hem tasdik, hem iz’an, hem iltizam, hem teslim, hem mânevî imtisaldir. Mü’mine-i arife olan nefis ise, herşeyi iman ve iz’an ile isbatlı olarak Allah’a verir. Risale-i Nur hakikatleri bu salâbet-i îmâniye mertebesini taşır. Onun için hakikat mesleğine layıktır. Risale-i Nur mesleği hakikat mesleği, talebeleri de salâbet-i îmâniyeye kavuşmuş olur. Bu nedenledir ki en tesirli, hatasız, selametli yol da bu zamanda Risale-i Nur yoludur.

Abdülbâkî ÇİMİÇ

[email protected]

https://www.feyzinur.com

[1] Muhakemat,2013,s.109

[2] Muhakemat,2013,s.156

[3] Lem’alar,2013,s.414

[4] Şualar,2013,s.341

[5] Şualar,2013,s.347

[6] Şualar,2013,s.348

[7] Mektubat,2013,s.751

[8]Mektubat,2013,s.751

[9] Şualar,2013,s.115

[10] Eski Said Dönemi Eserleri(Lemaat),2013,s.677

[11] Eski Said Dönemi Eserleri(Lemaat),2013,s.719

[12] Sözler(Lemaat),2013,s.1148

[13] Sözler(Lemaat),2013,s.1148

[14] İşârâtü’l-İ’câz,2013,s.130

[15] Sözler,2013,s.1148

[16] Sözler,2013,s.804

[17] Sözler,2013,s.217

[18] Eski Said Dönemi Eserleri,2013,s.230

[19] Sözler,2013,s.434

[20] Sözler,2013,s.434

[21] Sözler,2013,s.434

[22] Sözler,2013,s.439

[23] Sözler,2013,s.439

[24] Sözler,2013,s.439

[25] Nurun İlk Kapısı,2000,s.129

[26] Y. Alan- Dimağdaki İlim Mertebeleri

[27] Sözler,2013,s.434

[28] Muhakemât,2013,s.186

[29] İşârâtü’l-İ’câz,2013,s.73

[30] Muhakemât,2013,s.135

[31] Muhakemât,2013,s.136

[32] Tam olarak anlaşılmamış, yerine oturmamış manalar.

[33] Kesin olarak belirli olan şekil.

[34] Muhakemât,2013,s.140-41

[35] Muhakemat,2013,s.107

[36] Eski Said Dönemi Eserleri(Hutbe-i Şamiye),2013,s.329,330

[37] Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat),2013,s.210

[38] Eski Said Dönemi Eserleri(Nutuk),2013,s.184

[39] Sözler,2013,s.439

[40] Sözler,2013,s.1148

[41] Nurun İlk Kapısı,2000,s.129

[42] Talikat’tan bazı parçalar

[43] Mektubat,2013,s.58

[44] Mesnevi-i Nuriye,2013,s.113

[45] Yasemin Yaşar, Yeni Asya

[46] Mektubat,2013,s.58

[47] Mektubat,2013,s.58

[48] http://hikmet.net/tag/taakkul/

[49] Talikat’tan bazı parçalar

[50] Mektubat( Hakikat Çekirdekleri),2013,s.798

[51] Eski Said Dönemi Eserleri,2013,s.631

[52] Şualar,2013,s.172

[53] Şualar,2013,s.255

[54] Nurun İlk Kapısı,2000,s.129

[55] Eski Said Dönemi Eserleri,2013,s.769

[56] Mesnevi-i Nuriye (Trc: Abdülkadir), Şule

[57] Mesnevi-i Nuriye (Trc: Abdülkadir), Şemme

[58] Mesnevi-i Nuriye (Trc: Abdülkadir),Habbenin Zeylinin Zeyli

[59] http://hikmet.net/tag/taakkul/

[60] Bir şeye veya bir kimseye taraflı olma, tutucu davranma, aşırı bağlanma.

[61] Eski Said Dönemi Eserleri(Makalat),2013,s.104

[62] Eski Said Dönemi Eserleri(Makalat),2013,s.86

[63] Muhakemat,2013,s.73

[64] Eski Said Dönemi Eserleri(Makalat),2013,s.73

[65] Eski Said Dönemi Eserleri(Makalat),2013,s.92

[66] Eski Said Dönemi Eserleri(Sünuhat),2013,s.499

[67] Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat),2013,s.291

[68] Eski Said Dönemi Eserleri(Sünuhat),2013,s.498

[69] Mektubat,2013,s.58

[70] Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat),2013,s.294

[71] Eski Said Dönemi Eserleri(Lemaat),2013,s.769

[72] Mektubat,2013,s.58

[73] Mektubat,2013,s.798

[74] Eski Said Dönemi Eserleri(Hakikat Çekirdekleri),2013,s.750

[75] Mektubat,2013,s.58

[76] İşârâtü’l-İ’câz,2013,s.46

[77] İşârâtü’l-İ’câz,2013,s.46

[78] İşârâtü’l-İ’câz,2013,s.407

[79] Metanet, dayanma, sağlamlık. Mukaddesatı korumak hususunda cesaret, metanet ve sebat gibi sıfatlarla muttasıf olmak.

[80] Mektubat,2013,s.739

[81] Lem’alar,2013,s.305

[82] Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat),2013,s.294

[83] Eski Said Dönemi Eserleri(Hutbe-i Şamiye)

[84] Eski Said Dönemi Eserleri(Makalat),2013,s.109

[85] Talikat’tan

[86] Talikat’tan

[87] Sözler,2013,s.501

[88] İşârâtü’l-İ’câz,2013,s.112

[89] Şualar,2013,s.175-176

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir