Mevlâna Hâlid-i Bağdâdî ve Bedîüzzamân

Mevlâna Hâlid-i Bağdâdî ve Bedîüzzamân

“Ey maddî ve mânevî yaralı olan genç kardeşlerim! Ve ey mürşid-i ekmele muhtaç olan ehl-i tarikat (ve hakîkat)kardeşlerim! Şeyh Abdülkadir-i Geylânî ve Şah-ı Nakşibend, İmâm-ı Rabbânî, İmâm-ı Gazâlî, Muhyiddin-i Arâbî, Mevlâna Hâlid (radıyallahü anhüm, kaddesallahü esrarehüm) Hazretleri’nin derece-i imân ve kemalâtları, risâlelerde ve mektubatta vardır.”[1] Bizler de Risâle-i Nur’dan Mevlâna Hâlid ve Bedîüzzamân Hazretleri’nin şahsiyet-i mânevîyelerini ve müceddid-i din oluşlarını nazar-ı dikkatlere göstermeye çalışacağız inşâallah. Öncelikle Mevlâna Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri’nin tarihçe-i hayatına kısaca temas edelim.

Büyük İslâm âlimi ve yaşadığı asrın müceddidi olan Mevlâna Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri Tarihçe-i Hayatı’ndan da bilindiği gibi tevellüdü 1193 tarihindedir. Yani miladi 1778’de Bağdat’ın kuzeyinde bulunan Zur şehrinde dünyaya gelmiştir. Babası Ahmet bin Hüseyin’dir. Küçük yaşta aklî ve naklî ilimlerden tefsîr, hadîs, fıkıh, tasavvuf, akâid öğrenmiş, hatta Firuzabadi’nin Kamus’unu ezberlemiştir. Asrındaki bütün âlimlerden daha üstün bir ilme sahip ve Kur’ân-ı Kerim’in esrarına vakıftı. 1805’te Hacca gitti, Şam’a dönüşünden sonra oraya gelen Abdullah Devlevi[2]’nin bir talebesiyle Hindistan’a gitmeye karar verdi. 1224(M.1807) tarihinde Saltanat-ı Hind’in payitahtı olan Cihanâbâd’a dâhil olmuştur. Abdullah Dehlevî Hazretlerinden aldıkları füyuzât-ı mânevîye ile tarik-ı Nakşî silsilesine girip müceddidliğe başlamıştır. Çeşitli şehirlere uğraya uğraya bir sene süren yolculuk sonunda Irak’ın Süleymaniye şehrine geldi. Ve oradan Bağdat’a giderek ders vermeye başladı. Burada yetiştirdiği dört bin talebesine ilimde ve tasavvufta icazet verdi. Sonra 1238’de(M.1822), ehl-i siyasetin nazar-ı dikkatini celp ettiğinden, vatanını terk ederek diyar-ı Şam’a hicretle gitmiştir. 1826’da Şam’da vebadan vefat etti.

Hazret-i Mevlâna Hâlid, neslen Osmânî olduğu ve Sünnet-i Seniyeye bütün kuvvetiyle çalıştığı bilinen bir hakikattir. Nesli, Hazret-i Osman bin Affan’a (radıyallahü anh) mensuptur. Hazret-i Mevlâna Hâlid, yaşı yirmiye baliğ olmadan evvel allâme-i zaman hükmünde, fuhul-i ulemanın üstünde görünmüş, ders okutmuştur. Tercüme-i hâlinde istidâd-ı fıtrî ve kabiliyet-i harika ile, sinni yirmiye baliğ olmadan evvel a’lem-i ulema-i asır ve allâme-i vakit olmuştur. Süleymaniye kasabasında tedris-i ulûm ile iştigal eylemiştir. Hazret-i Mevlâna Hâlid, zülcenaheyndir. Yani, hem Kadirî, hem Nakşî tarikat sahibi iken, Nakşîlik tarikati onda daha galiptir. Fakat, zamanın muktezasıyla ilm-i tarikati ve sünnet-i seniyeyi esas tutmak cihetiyle tarikati daha ziyade tutmuşlar. O noktada sarf-ı himmet etmiş. Yani Tarik-ı Nakşiye vasıtasıyla hizmet etmiştir. Hazret-i Mevlâna tarik-ı Nakşîyi Hindistan’dan Bağdat’a getirmiştir. Bu nakil esnasında Şeyh-i Geylânî ile yaşanan mânevî tasarruf ve izin hadisesi meşhurdur. İmam-ı Rabbânî’den sonra, tarik-ı Nakşî’nin en mühim kahramanıdır. Hem tarik-ı Hâlidiye-i Nakşiyenin piridir. Ayrıca Hazret-i Mevlâna Hâlid’in şahsiyeti, kutbü’l-irşad, mercii’l-has ve’l-âmm olmuştur.

Mevlâna Hâlid-i Bağdadî ile Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri’nin Tarihçe-i Hayatları karşılaştırıldığında önemli tevafuklar görülür. Çünkü bu iki Zat arasında hem yaşanan hadiseler ve hem de hayat devrelerinde dikkate değer benzerlikler vardır. Her iki Zat da hayatlarını sünnet-i seniyyenin ihyasına, İslâm’a ve Kur’ân’a hizmete vakfetmişlerdir. Dine vaki olan hücumları bertaraf edip, bid’aları ref etmişlerdir. Dinin asliyetini muhafaza ederek ihya-i din etmişlerdir. Kur’ân’ı yaşamış oldukları asrın idrakine sunmaya çalışmışlardır. En büyük gayretleri doğrudan doğruya sünnet-i seniyeyi ihya ve hakaik-ı Kur’âniyeyi izhar etmek olmuştur. Ancak aralarında mühim farklar da vardır. Bu vazifeler sıradan bir vazife olmayıp müceddidlik vazifesi ila alâkâlıdır. Bir sonraki yazımızda inşâallah bu iki kahraman-i İslâm olan iki müceddidinin, müceddidlikleri ve hususi özellikleri ile ilgili noktaları paylaşalım inşâallah.

Mevlâna Hâlid ve Bedîüzzamân’ın müceddidlikleri

Tecdit, yenileme, ıslahât anlamına gelir. Tecdid, İslâm’ı, cahiliyenin tüm unsurlarından temizleyerek katıksız ve saf bir şekilde ruh-u aslisine irca etmektir. Müceddid ise, verâset-i nübüvvet sırrını taşıyan din âlimidir. Peygamberler vahye mazhardırlar. Müceddidler ise, vahyi anlayıp anlatmada ilhâma mazhar olan kimselerdir. Müceddidler “Peygamber varisi” olan âlimlerdir. Peygamber Efendimiz(asm) “Ümmetimin âlimleri, İsrailoğullarının peygamberleri gibidir.”[3],”Ümmetimin içinde muhaddesûn vardır.”[4] Yani “Kendilerine ilhâm olunan kimseler.” vardır sırrınca, bazı ehl-i keşif ve ehl-i velâyet olan muhaddisîn-i muhaddesînin ilhâma mazhar olduklarını beyan eder. Böylece peygamber varisi olan âlimlere de işaret edilmiştir. Peygamber varisi olmak demek, peygamber gibi vahye mazhar olmak demek değildir. Bir nevi vahyin gölgesi olan ilhâma mazhar olan, ilmi ile âmil, kalbi ile ilhâm-ı ilâhiye mazhar olabilecek safiyete malik olmaktır.

Müceddidler dini tecdîd ederler. Ancak yeni hüküm getirmezler ve dinin rûh-u aslîsine zarar vermeden vazîfelerini ifa ederler. Sadece asırlarına uygun yeni îzâh tarzları ile dinin hakîkatlerini izhâr ederler. Dine karıştırılmak istenilen ebatılı ref’ ve iptal ve dine vaki tecavüzleri red ve imha ve evamir-i rabbaniyeyi ikame ve ahkâm-ı İlâhiyenin şerafet ve ulviyetini izhâr ve ilân ederler.[5]

Bedîüzzamân Hazretleri herbir fesâd-ı ümmet zamanında gönderilen vazîfeli şahıslar için şu mühim açıklamayı yapar: “Cenâb-ı Hak, kemâl-i rahmetinden, şerîat-ı İslâmiyenin ebediyetine bir eser-i himâyet olarak, herbir fesâd-ı ümmet zamanında bir muslîh veya bir müceddid veya bir halîfe-i zîşan veya bir kutb-u âzam veya bir mürşid-i ekmel veyahut bir nev’î mehdî hükmünde mübârek zatları göndermiş, fesâdı izâle edip milleti ıslâh etmiş, din-i Ahmedîyi (asm) muhâfaza etmiş. Mâdem âdeti öyle cereyan ediyor. Âhirzamânın en büyük fesâdı zamanında, elbette en büyük bir müçtehid, hem en büyük bir müceddid, hem hâkim, hem mehdî, hem mürşid, hem kutb-u âzam olarak bir zât-ı nûrânîyi gönderecek ve o zât da ehl-i beyt-i Nebevîden olacaktır.”[6] Mevlâna Hâlid ve Bedîüzzamân Hazretleri de çok delillerle yaşadıkları asırlarının müceddidleridir.

Bedîüzzamân ve Mevlâna Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri’nin Tarihçe-i Hayat’ları incelendiğinde, karşımıza dikkat çekici benzerlikler ve tevafuklar çıkar. Hazret-i Mevlâna 1193’te dünyaya gelmiş; Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri ise, 1293’te dünyaya gelmiştir. Tam Mevlâna Hâlid’in yüz senesi hitam bulduktan sonra dünyaya gelmiş. Bu tevafuk Bedîüzzamân ve Mevlâna Hâlid-i Bağdâdî’nin “Her yüz senede Cenab-ı Hak bir müceddid-i din gönderiyor.”[7] hadîs-i şeriflerine mazhar ve mâsadak olduklarını gösteriyor. Hem bu hadîs-i şerife mazhar ve mâsadak ve müzhir-i tâm[8] olan Mevlânâ eş-şehîr, kutbü’l-ârifîn, gavsü’l-vâsılîn, vâris-i Muhammedî, kâmilü’t-tarikati’l-âliyye ve’l-müceddidiyye Hâlid-i Zülcenâheyn Kuddise sirruhudur. Madem Mevlâna Hâlid’den tam yüz sene sonra Bedîüzzamân Hazretleri dünyaya gelmiş ise, O da son ahirzaman asrının müceddididir. “Madem Hazret-i Mevlâna Hâlid, milyonlar etbalarının ittifaklarıyla müceddidtir ve baştaki hadîs-i şerifin bir mâsadakıdır. Ve madem tam yüz sene sonra, dört mühim cihet-i tevafukla beraber Risâle-i Nur aynı vazîfeyi görüyor. Demek nass-ı hadîs ile, Risâle-i Nur eczaları tecdid ve takviye-i din vazîfesini görüyorlar.”[9]

Tarihçe-i Hayat’taki şu gelen ifadeler de Bedîüzzamân’ın müceddidliğini ifade ediyor: “Bedîüzzamân Saîd Nursî, on dördüncü[10] asr-ı Muhammedînin ve yirminci asr-ı Milâdînin minâresinin tepesinde durup, muasırları olan ehl-i İslâm ve insaniyete bağırıyor ve bu asrın arkasında dizilmiş ve müstakbel sıralarında saf tutmuş olan nesl-i âtî ile bir mürşid-i âzam, bir müceddid-i ekber olarak konuşuyor.”[11]

Ancak Bedîüzzamân Hazretleri’nin asrının farklı özellikleri vardır. Bu noktaya Bedîüzzamân Hazretleri kendi ifadeleri ile şöyle temas eder: “Ve her asırda dine ve îmâna tam hizmet eden müceddidler geldikleri gibi, bu acib ve komitecilik ve şahs-ı mânevî-i dalâletin tecâvüzü zamanında bir şahs-ı mânevî müceddid olmak lâzım gelir. Eski zamana benzemez. Şahıs ne kadar da harîka olsa, şahs-ı mânevîye karşı mağlûp olmak kabîldir. Risâle-i Nur’un o cihette bir nev’î müceddid olması kaviyyen muhtemel olduğundan, o sıfatlar—hâşâ—benim haddim değil; belki mükerrer yazdığım gibi, benim hayatım Risâle-i Nur’a bir nev’î çekirdek olabilir. Kur’ân’ın feyziyle, Cenâb-ı Hakkın ihsânıyla o çekirdekten Risâle-i Nur’un meyvedâr, kıymettâr bir ağaç hükmüne icâd-ı İlâhî ile geçmesidir. Ben bir çekirdektim, çürüdüm, gittim. Bütün kıymet Kur’ân-ı Hakîmin mânâsı ve hakîkatli tefsîri olan Risâle-i Nur’a aittir.”[12]

Bedîüzzamân Hazretleri sırr-ı ihlâs hakikati cihetiyle maddî ve mânevî makamları asla kabul etmemiş ve müceddidlik makamını ve vazîfesini de Risâle-i Nur’a vermiştir. Buna şöyle işaret eder: “Belki, Risâle-i Nur’da ispat edilmiş ki: Bu zaman cemâat zamanıdır. Şahs-ı mânevî hükmeder. Eski zamanda dalâlet bir şahıstan geldiği cihetle, karşısına bir dâhi-i hidâyet çıkardı. Şimdi ise cemâat şeklinde bir şahs-ı mânevî olmasından, onun karşısında ancak bir şahs-ı mânevî mukabele edebilir. Yalnız eskiden beri ehl-i hakîkat mabeyninde câri ve üstâdına karşı fart-ı muhabbetten gelen fevka’lhadd hüsn-ü zanları ta’dîl etmek ve nimet-i İlâhiyeye karşı küfrân ve inkâr etmemek niyetiyle, ‘müceddidlik’ vazîfesi olabilir. Fakat benim değil, Risâle-i Nûr’undur. Belki, bu zamana bakan Kur’ân’ın bir cilve-i hakîkatıdır. Risâle-i Nur onu temsîl eder. Ben neci oluyorum ki, kendime dâvâ edeyim.”[13]

Mevlâna Hâlid’den bir asır sonra gelecek Zat

Bedîüzzamân Saîd Nursî ve Mevlâna Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri’nin Tarihçe-i Hayat’ları incelendiğinde, karşımıza çok önemli benzerlikler ve tevafuklar çıkar. Hazret-i Mevlâna Hâlid 1193’te dünyaya gelmiş; Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri ise, 1293’te. Tam Mevlâna Hâlid’in yüz senesi hitam bulduktan sonra dünyaya gelmiş. Bundan başka birkaç noktadan da “bir asır sonra” iki şahsiyetin hayat devrelerinde yine önemli tevafuklar vardır. Mesela: Mevlâna Hâlid Hazretleri idarecilerin tahkikatı üzerine 1238’de (1823) Bağdat’tan ayrılıp Şam’a yerleşmiş; Bedîüzzamân Hazretleri ise yine yüzyıl(bir asır) sonra 1338’de (1923) Ankara’dan ayrılıp Van’da inzivaya çekilmiştir. Ayrıca Mevlâna Hâlid’in 1224’te (1807) Hindistan’a gidişi ile Bedîüzzamân Hazretleri’nin 1324’te (1907) İstanbul’a gidişindeki tarihi tevafuk da manidârdır. Diğer yandan Mevlâna Hâlid Hazretleri’ne Bağdat Valisi İbrahim Paşa tarafından müderrislik, Bediüzzaman’a da Ankara’ya davet edilerek milletvekilliği, Şark Umûmî Vaizliği teklif edilmiş, ancak her ikisi de bu resmi görev tekliflerini kabul etmemişlerdir.

Bu tevafuklar da gösteriyor ki Mevlâna Hâlid’den tam “bir asır sonra” Bedîüzzamân Hazretleri dünyaya gelmiş olup “bir asır sonra gelen ve asırlardır muntazır kalınan zat” unvanına sahip olmuştur. Ayrıca Mevlana Hâlid’in bir talebesi olan İsmet Efendi’nin Risale-i Kudsiyye adlı esrinin 331.beytinde şu mühim ifadeler vardır. “Bu zât(Mevlâna Hâlid) bin ikiyüz yılda müceddid/Olub kıldı tarîkleri bu tecdîd[14]. Ki hattâ ba’zı zât keşf etdi Hâlid/Müceddid gayri yok, Mehdî müceddid[15]. Bu Mehdî’ye uyub Hakk’a gidelim/Cemâl-i bâ-kemâl’e seyr edelim.”[16] Biz de bu beyit üzerine daha ne diyelim?!

 Bizler de “Bir asır sonra gelecek o zat” ifadesinin izini Risâle-i Nur’dan biraz daha sürmek istiyoruz. Sır-ı imtihan ve hikmet-i ibham perdesinin Risâle-i Nur satırları ile şeffaflaşmasını murad ediyoruz.

“Farazâ hakîkî beklenilen ve bir asır sonra gelecek O Zât…”[17] diyen Bedîüzzamân Hazretleri bir asır sonra gelecek O Zât için Birinci Şuâ Yirmi Sekizinci Âyet’te gelen izahları yapıyor: “Sûre-i Tevbe’de “Allah’ın nûrunu üflemekle söndürmek isterler. Allah nurunu tamâmlamaktan başka birşeye râzı olmaz—kâfirler istemese de..”[18] âyetindeki “Allah’ın nurunu üflemekle söndürmek isterler. Allah ise nurunu tamâmlamaktan başka birşeye râzı olmaz…”[19] cümlesinin tefsîrini yaparak son paragrafta şöyle bir açıklama yapıyor: “Eğer şeddeli “mim” dahi şeddeli lâm’lar gibi bir sayılsa, o vakit bin iki yüz seksen dört (1284) eder. O tarîhte Avrupa kâfirleri devlet-i İslâmiyenin nûrunu söndürmeye niyet ederek on sene sonra Rusları tahrîk edip Rus’un “doksan üç (93)” muhârebe-i meş’umesiyle âlem-i İslâmın parlak nûruna muvakkat bir bulut perde ettiler. Fakat bunda Resâili’n-Nur şakirtleri yerinde Mevlânâ Hâlid’in (ks) şakirtleri o bulut zulümâtını dağıttıklarından, bu âyet bu cihette onların başlarına remzen parmak basıyor. Şimdi hatıra geldi ki, eğer şeddeli lâm’lar ve “mim” ikişer sayılsa, bundan “bir asır sonra” zulümatı dağıtacak zâtlar ise, Hazret-i Mehdînin şakirtleri olabilir.”[20] Demek ki bir asır önce Resâili’n-Nur şakirtleri yerinde Mevlânâ Hâlid’in (ks) şakirtleri o bulut zulümâtını dağıtmışlar.[21] Öyleyse bundan bir asır sonra zulümatı dağıtacak zâtlar ise, Hazret-i Mehdînin şakirtleri olmuştur.[22] Elbette ki Hazret-i Mehdî daha önce gelmiş olmalı ki şakirtleri ondan sonra teşekkül etsin ve “bir asır sonraki” o bulut zulümâtını dağıtsın. Çünkü Hz. Mehdî gelmeden “Mehdî-i Âl-i Resulün temsil ettiği kudsî cemâatinin şahs-ı mânevîsi” teşekkül etmez.

Bu izahlardan da anlaşılldığı üzere Hazret-i Mevlâna Hâlid-i Bağdâdî’den sonraki müceddidin, müceddid-i ahirzaman olarak beklenen ve asırlardır muntazır kalınan zat olan Büyük Mehdi olduğu anlaşılıyor. Yani Bedîüzzamân Hazretleri ve onun nurâni cemâati Hazreti Mevlâna Hâlid’den bir asır sonraki dönemin hâkimi ve müceddididir.

Mevlâna Hâlid’den Bedîüzzamân’a intikal eden cübbe

Müceddidlik silsilesi hadis-i şerifle sabittir. Peygamber Efendimiz(asm) “Her yüz senede Cenab-ı Hak bir müceddid-i din gönderiyor.”[23] buyurmuştur. Bu mânevî silsile mânen ve maddeten birbirleriyle mürtebittir. Bir önceki müceddid kendisinden sonra gelecek olan müceddidi hem müjdeler, hem de O’na nişan olacak bir emânet intikal ettirir. Mevlâna Hâlid-i Bağdâdî de kendisinden sonra gelecek olan Mehdi-i Müceddid’e hem işaret etmiş[24], hem de cübbesini intikal ettirmiştir. Bedîüzzamân Hazretleri eserlerinde Mevlâna Hâlid-i Bagdâdî’den emânet gelen cübbe ile ilgili şu açıklamaları yapar: Eski zamanda, on dört yaşında iken icâzet almanın alâmeti olan üstâd tarafından bir cübbe bana giydirmek vaziyetine mâniler bulundu. Yaşımın küçüklüğüyle, memleketimizde büyük hocalara mahsus kisve  giymek yakışmadığı… O zamanda büyük âlimler, bana karşı üstâdlık vaziyeti değil, ya rakip veyahut teslimiyet derecesine girdikleri için bana cübbe giydirecek ve üstâdlık vaziyetini alacak kendilerine güvenenler bulunmadı. Ve evliya-yı azimeden dört-beş zâtın da vefat etmeleri cihetiyle, elli altı senedir icazetin zahir alâmeti olan cübbeyi giymek ve bir üstâdın elini öpmek, üstâdlığını kabul etmek hakkımı bugünlerde, yüz senelik bir mesafede Hazret-i Mevlânâ Zülcenâheyn Hâlid Ziyâeddin kendi cübbesini, pek garip bir tarzda bana giydirmek için gönderdiğini bazı emarelerle bana kanâat geldi. Ben de o mübârek ve yüz yaşında (Haşiye)[25] cübbeyi giyiyorum. Cenâb-ı Hakka şükrediyorum.”[26] Görüldüğü üzere bu paragrafta iki yerde “yüz senelik bir mesafede Hazret-i Mevlânâ Zülcenâheyn Hâlid Ziyâeddin kendi cübbesini” ve “Ben de o mübârek ve yüz yaşında cübbeyi giyiyorum.” ifadeleri Peygamber Efendimiz(asm)’in “Her yüz senede Cenab-ı Hak bir müceddid-i din gönderiyor.”[27] hadisinin bir teyidi ve Hazret-i Mevlânâ Zülcenâheyn Hâlid Ziyâeddin’den yüz sene sonra gelen müceddidin Bedîüzzamân Hazretleri olduğu açık olarak anlaşılıyor.

Bedîüzzamân Hazretleri ise müceddidlik meselesine şöyle bir izah getiriyor: “Hem bir kardeşimiz, bir hadisin hükmüyle ve Mevlâna Halid’in (k. s.) hayatının dört cihetle bu biçare Saîd’in hayatıyla tevafuk etmesiyle “Risâle-i Nur dahi Mevlâna Hâlid(k. s.) gibi bir müceddidtir” diye beyanı, benim benliğime ve şahsıma ve şahsiyetime verilmiş. Halbuki ben, bütün arkadaşlarımı işhad ediyorum ki; ben, benlik peşinde koşmuyorum ve reddediyorum. Ve bana, şahsıma karşı ziyade hüsn-ü zan edenleri men’edip hatırlarını çok defa kırıyorum.”[28] Öyleyse bütün maharet ve meziyet Risâle-i Nur’un ve O’nun şahs-ı mânevîsinindir. Bu sırdan dolayıdır ki O gelecek zatı içinde gösteren ve müjdeleyen Risâle-i Nur için “Belki “Müceddiddir, onun pişdarıdır” denilebilir.”[29] Her hal ve hareketiyle dikkatleri Risâle-i Nur ve şahs-ı mânevîye çeviren Bedîüzzamân, cübbeyi, sadece kendisi giymeyip, bazı has talebelerine de teberrüken giydirmiştir. Mevlana Halid’den sonraki ve son müceddid olan Bedîüzzamân, bu hareketiyle bir kez daha şahs-ı mânevîyi ön plana çıkarmıştır.

Mevlâna Hâlid’den Bedîüzzamân’a cübbenin intikali

Bedîüzzamân Hazretleri Hazret-i Mevlânâ Zülcenâheyn Hâlid Ziyâeddin’in cübbesinin kendisine nasıl intikal ettiğini şu ifadelerle anlatır: “Risâle-i Nur şakirtlerinden ve âhiret hemşiremizden Âsiye namında bir hanımın eliyle o mübârek emâneti aldım.”[30]

Hâdisenin tahakkuku ise şöyle vuku bulur:

Âsiye Hanım’ın eşi Tahir Bey hapishane müdürüdür. “Tahir Bey Kastamonu’ya hapishane müdürü olarak atanır ve Kastamonu’ya yerleştikten bir süre sonra Tahir Bey gibi eşi Âsiye Hanım da bu şehre alışır ve şehri sevmeye başlar. Yabancısı oldukları bu şehre sürgün gelen Bedîüzzamân ve Risâle-i Nurlar, halk arasında konuşulmaktadır. Âsiye Hanım kısa sürede komşu hanımlarla samimiyet kurar ve bir ev ziyareti sonrası Ulviye Hanım vasıtasıyla Risâle-i Nur ile tanışır. Risâle-i Nur’u okudukça okuma açlığı daha da artar ve ruhunun derinliklerinde meydana gelen sarsıntılar hayatını alt üst eder. Her gün okuduğu farklı bir Risâleyle huzur okyanusunda yol alır. Risâleler yüreğindeki yaraları tedavi ettiği gibi ona yeni bir dünyanın kapısını da açar. Yıldızlarda gezinir gibi ruhu ve aklı huzur dolar. Kitapların satırları arasında gezinirken ruhunun mânevî merdivenlerden yükseldiğini hisseder. Kitaplardaki muhteşem anlatım ve ikna edici konular ise onu ondan alıp başka diyarlara götürür. Sanki zihnine takılan soruların cevaplarını sipariş etmiş gibi Risâlelerden cevaplarını alır.  Âsiye Hanım, düşüncelerindeki değişikliği eşine ve misafiri olan babasına açar. Risâlelerdeki sorulara verilen cevapların sıradan cevaplar olmadığını, bu cevapların her cümlesinin aklında ve kalbinde şimşekler çakmasına sebep olduğunu söyler. Bu kitapları yazan zatı ziyaret etmek istediğini ve yıllardır sakladığı cübbenin sahibinin bu zattan başkası olmadığına inandığını söyler. Babasına: “Cübbeyi sahibine teslim edelim!” der. Babası ve eşi onu hayretler içinde dinler. Âsiye Hanım heyecanla bir bohça içine sarılı olan cübbeyi sandıktan çıkarır. Mutluluk dolu bir gülümsemeyle cübbeye: “Senin sahibini buldum!” deyip itinayla cübbeyi tekrar bohçaya yerleştirir. Âsiye Hanım ve babası Mehmet Bahattin Efendi, kendilerine dedesi Küçük Âşık’tan intikal eden cübbeyi Bedîüzzamân Hazretleri’ne vermek üzere yola çıkarlar.  Âsiye Hanım, Bedîüzzamân’ın hediye kabul etmediğini bildiğinden cübbeyi ona teslim ederken: “Dedem Küçük Âşık’tan kalan bu cübbe sizde emânet olarak kalsın.” der. Bedîüzzamân cübbeyi kabul eder. Mehmet Feyzi cübbeyi yıkar suyunu mezarlığa döker. Sonra şeref duyarak cübbeyi Üstâda giydirir.”[31]

Cübbenin Bedîüzzamân’a intikalinin Tarihçe-i Hayat’ta geçen bir mektuptaki serencamı ise şöyledir: “Yine birgün, Mevlânâ Hâlid (k.s.) Hazretleri’nin Küçük Âşık namında bir talebesinin neslinden mübârek bir hanım, (Haşiye)[32] yanında çok senelerden beri muhafaza ettiği Mevlânâ Hazretleri’nin cübbesini, Ramazan-ı Şerifte teberrüken Üstâdımızın yanında kalsın diye Feyzi ile gönderir. Üstâdımız hemen Emin kardeşimize yıkamak[33] için emrederek Cenâb-ı Hakka şükretmeye başlar. Feyzi’nin hatırına: “Bu hanım, benim ile yirmi gün için gönderdi, Üstâdım neden sahip çıkıyor?” diye hayretler içinde kalır. Sonra o hanımı görür, o hanım Feyzi’ye der ki: “Üstâd hediyeleri kabul etmediğinden, bu suretle belki kabul eder diye öyle söylemiştim. Fakat emânet onundur, canımız dahi feda olsun” der, o kardeşimizi hayretten kurtarır. Evet, mübârek Üstâdımızın o cübbeyi kabulü, Mevlânâ Halid’den sonra vazife-i teceddüd-ü dinin kendilerine intikaline bir alâmet telâkki etmesindendir, derler. Hem de öyle olmak lâzım. Çünkü Hadis-i sahihte: “Her yüz senede Cenab-ı Hak bir müceddid-i din gönderiyor.”[34] buyurulmuş. Mevlânâ Hazretleri’nin velâdeti 1193, Üstâdımız Hazretleri’nin ise 1293’tür. Bu hadisin tam izahı Risâle-i Gavsiye’de vardır.”[35]

Bedîüzzamân Müceddidlik cübbesini Talebelerine Giydiriyor

Bedîüzzamân Hazretleri Mevlânâ Hâlid’in yüz yaşındaki cübbesinin kendisine intikal ettikten sonra sadece kendisi giymemiş, talebelerine de teberrüken giydirmiştir. Bunu Şualar eserinde şu cümlelerle ifade ediyor: “Yüz yirmi yaşında bulunan Mevlânâ Hâlid’in (k.s.) cübbesini size bir gün göndereceğim. O zât onu bana giydirdiği gibi, ben de onun nâmına sizin herbirinize teberrüken giydirmek için hangi vakit isterseniz göndereceğim.”[36]

Buradan şunu anlayabiliriz. Bu cübbe sıradan bir cübbe olmayıp, bir müceddidlik nişânesi olarak müceddid-i ahirzaman olan Bedîüzzamân Hazretleri’ne lâtif bir tevafukla intikal etmiştir. Bedîüzamân Hazretleri’nin zamanı ve asrı şahıs asrı olmayıp, şahs-ı mânevîlerin hükmettiği bir asır olduğundan, intikal eden müceddidlik cübbesi de Risâle-i Nur’un has şakirtlerin şahs-ı mânevîsini temsilen Bedîüzzamân Hazretleri tarafından talebelerine de giydirilmiş olmalıdır. Demek müceddid-i ahirzaman vasfı şahs-ı mânevî ile devam ediyor denilebilir.  Bu noktaya Bedîüzzamân Hazretleri şöyle işaret eder: “Evet biliniz, Denizli hapsinde Mevlâna Hâlid’in (ks) cübbesini giyen zâtlar, sadakat ve sebat etmek şartıyla, derecelerine göre kendi yerimde kabul edip vazifemi de onlara havale ediyorum, izin veriyorum.”[37]  Burası çok mühim ve bir o kadar da çokça tartışılan Bedîüzzamân’dan sonra tekrar bir müceddid gelecek veya gelmelidir beklentilerine güzel bir cevap olmalıdır. Ayrıca “O zat(Bedîüzzamân), hizmet-i îmâniye noktasında risaletin bir mir’at-ı mücellâsı ve şecere-i risaletin bir son meyve-i münevveri ve lisan-ı risaletin irsiyet noktasında en son dehan-ı hakîkati ve şem-i İlâhînin hizmet-i îmâniye cihetinde bir son hamil-i zîsaadeti olduğuna şüphe yoktur.”[38] Bu ifadeler karşısında Bedîüzzamân Hazretleri ise “O methi Risâle-i Nur Şakirtlerinin şahs-ı mânevîsi namına kabul ettim.”[39] demiştir.

Son Şahitlerin Mevlânâ Hâlid’den Bedîüzzamân’a intikal eden cübbe ile ilgili hatıraları

Mehmet Feyzi Pamukçu Anlatıyor: “Asiye Hanım (Mülazımoğlu), dedesi Küçük Âşık’ın Mevlânâ Hâlid Hazretleri’nden aldığı cübbeyi getirmişti. Cübbeyi yıkadım, suyunu kabristana döktüm. Hayatta iftihar ettiğim bir husus da budur.”[40]

Hafız Namık Şenel Anlatıyor: “Bir gün Üstâd Hazretleri Emirdağ Camiine ikindi namazına gelirken bazı ihtiyarlar, Arap Ahmetlerin Koca, Kırlıoğlu Arif Ağa ve o emsal kişiler camiin şadırvanının başında, ‘Acaba Bedîüzzamân’ın sırtındaki cübbe kaç senelik?’ diye kendi aralarında konuşuyorlarmış. Üstâd Hazretleri de geriden durup bunları yanına çağırmış. Ve o ihtiyarlara cübbesinin yüz senelik olduğunu söylemiş. Cübbeyi Mevlâna Hâlid-i Bağdâdî’nin emanet bıraktığını, onun torunlarının da kendisine hediye ettiklerini söylemiş.”[41]

M. Tâhirî Mutlu Anlatıyor: “Kastamonu’da Üstâd’ın ziyaretine gitmiştim. Bastırdığım eserleri, İstanbul’da Sahaflar çarşısında bulduğum Lemeat’ı götürmüştüm. Çok sevindi, Lemeat’ı Sözler’in arkasına yazdırdı. Dersler yaptı. O günkü sevinç içinde, bana, Mevlâna Hâlid Hazretleri’nin cübbesini giydirmişti.”[42]

Dadaylı Halit Bey(Halit Akmansü) Atâ Kulaksızoğlu’nun anlattıklarından naklediyor:“Üstâd babama çok alâka ve iltifat ediyor: ‘Altı aydır bir hoca gelip beni ziyaret etmedi. Seni kardeş kabul ettim’ diyor. “Bir Kadir Gecesi, teberrüken Mevlâna Hâlid Hazretleri’nin cübbesini giydiriyor.”[43]

İsmail Fakazlı Anlatıyor: “Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri bizlere Mevlâna Hâlid-i Bağdadî’nin cübbesini giydirmek istiyordu. Cübbeyi tutan Nurlu Üstâd, Sadık Beye giymesini söylemişti. Ama Sadık Bey, Üstâd Hazretlerine karşı sonsuz hürmet duyguları içindeydi. Cübbeyi Üstâd’ın tutmasını istemiyordu. Üstâd, ‘Kardaşım Sadık Bey giy!’ diyordu. Ama Sadık Bey Üstâda olan hürmet duygularının ateşi içinde âdeta yanıyordu. Sonra Zübeyir Gündüzalp Ağabey, ‘Cübbeyi ben tutayım’ diyerek Nurlu Üstâd’ın elinden alıp cübbeyi kendileri tuttular. Cübbeyi önce Sadık Bey, sonra da ben giydim. “Üstâd bize tatlı ikram etti. Orada bulunan Zübeyir ile Ceylan abileri kastederek, ‘Ben bu tatlıları, bu oburlara versem, hemen bitiriyorlar’ diye latife yaptı. Oradaki hizmetkârlarına latifeler yaparak takıldı. ‘Bu oburlar hepsini bitiriyorlar’ dedi.”[44]

Vahdettin Gayberi Anlatıyor: 1950 yılında Üstâdı ziyaret ettiğini söyleyen Vahdettin Gayberi Üstâd’ın huzuruna vardığında Üstâd’ın Urfa ile ilgili ifadelerini şöyle anlatıyor: “Urfa’yı, arkadaşları, Ceylan’ı ve dersleri sordular. Urfa’yı çok sevdiğini, arzuladığını, son ömrünü orada geçirmek istediğini ve Urfa’nın evliyalar şehri mübarek bir belde olduğunu, havasının da mübarek beldelere benzer bir iklime sahip olduğunu havi bir konuşma irad ederek ders mahiyetinde veciz ve çok edebi kelimelerle güzel bir konuşma yaptı.  Üstâd’ın Kendisine “Müceddidlik cübbesini emanet ettiğini” ise şöyle beyan ediyor: “Eşyamı Urfa’ya götürür müsün?’ diye sordular. “Memnuniyetle, başımın üstünde taşıyarak’ dedim. “Memnun oldular.”[45] Vahdettin Gayberi bu ziyaretinden sonra Urfa’ya döndüğünü ise şöyle anlatıyor: “Emirdağ’dan arkadaşlar, beni yolcu ederken bir küçük balya ile bir de sepet verdiler, Urfa’ya getirdim. Ceylan çok sevindi, onu dikkatle koruduk, iyi muhafaza etmek için içine baktık. Bir yorgan, ince bir şilte ve bir cübbe; sepette ise semaver, demlik, birkaç bardak vardı. Üstâd Hazretleri’nin tıraşta kesilen saçları küçük çıkınlar içinde sarılıydı. Gerek eşyalar ve gerekse sepettekiler misk gibi kokuyorlardı. (Sonradan İstanbul’daki esansçılardan araştırdım, kokunun ismi Tefarik imiş. O gün, bugün dükkânımızda o kokuyu bulundururuz.) Yatağın içindeki ise meşhur Mevlâna Hâlid-i Bağdadî’nin cübbesi idi. Teberrüken sakladık. Sonra Abdullah Yeğin, sonra Hüsnü ve daha sonra Zübeyir Ağabey geldi. Seneler geçmişti, gelen emir üzerine eşyaları onlara teslim ettik.“[46]

Abdülbâkî Çimiç

[email protected]


[1] Barla Lahikası,2013,s.238

[2] Abdullah Devlevi: Hindistan’da doğup büyümüş ve burada imânî hizmetlerde bulunmuş büyük İslâm âlimlerindendir. Hayatı boyunca Peygamber Efendimizin (asm) sünnetini esas maksat telâkki edip, bu şekilde yaşamaya çalışmıştır. Aralarında, asrının müceddidi olarak kabul edilen Mevlâna Halid-i Bağdâdî gibi büyük şahsiyetlerin bulunduğu çok sayıdaki mümtaz şahsiyete ders vermiş ve yetişmelerine vesile olmuştur. Nakşibendi tarikatına mensup olup, hocasının vefatı üzerine yerine geçmiş ve çok sayıda talebe yetiştirmiştir. Risâle-i Nur’da, Mevlâna Halidi Bağdadî’nin Delhi’ye giderek kendisinden mânevî feyiz aldığı ve Nakşibendi tarikatına intisap ettiği belirtilmektedir. (Barla Lâhikası, s. 117.) Künyesi Abdullah bin Abdullatif Dehlevî şeklindedir.

[3] el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ: 2:64; Tecrid-i Sarih Tercümesi: 1:107.

[4] Buhari, Fadâilü’s-Sahâbe: 6, Enbiyâ: 54; Müslim, Fadâilü’s-Sahâbe: 23; Tirmizi, Menâkıb: 17; Müsned, 6:55.

[5] Şualar,2013,s.1043

[6] Mektubat,2013,s.745

[7] el-Hakim, el-Müstedrek, 4:522; el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 2:281, hadis no: 1845

[8] Tam açıklayan, gösteren izah eden.

[9] Barla Lahikası,2013,s.270

[10] Bu on dördüncü asırda Kur’ân’ın i’caz-ı mânevîsinden neş’et eden bir urvetü’l vüska ve zulümattan nura çıkaracak bir vesile-i nuraniye Risalei’n-Nur olduğunu remzen bildirir.(Şualar,2013,s.1086) Ayrıca “Rablerinin izniyle, insanları iman nuruna çıkaran” (İbrahim Suresi: 1.) cümlesi ifade eder ki: “Kitab-ı Mübin vasıtasıyla, on dördüncü asırdaki zulümattan, insanlar biiznillâh Kur’ân’dan gelen bir nura çıkarlar.” Bu meal ve hususan nur lâfzı, Resaili’n-Nur’a mutabık olduğu gibi…”( Şualar,2013,s.1114)

[11] Tarihçe-i Hayat,2013,s.251

[12] Emirdağ Lâhikası-II,2013,s.730

[13] Sirâcü’n-Nûr-s. 2302

[14] Bu zat (Hicri) bin ikiyüz yılında müceddid olmuş ve yolları yenilemiştir.

[15] Hatta bazı zat keşfetti ki, Halid(Kuddise Sırruhu) Hazretleri’nden başka müceddid olmayacak. Ancak Mehdi(Aleyhisselam) Hazretleri müstesna. Mehdi Hazretleri de müceddid olarak gelecektir.

[16] Risale-i Kudsiyye’de 331.beyit

[17] Kastamonu Lâhikası, 2006, s: 114

[18] Tevbe Sûresi, 9:32

[19] Tevbe Sûresi, 9:32

[20] Şuâlar, 2005, s: 1103

[21] Mevlâna Hâlid-i Bağdâdî’nin talabeleri, özellikle Hâlidî tarikatinin mürşid ve müderrislerinden biri olan Ahmed Ziyâüddin Gümüşhânevî Hazretleri talebeleri teşkilatlandırarak var güçleriyle son Osmanlı-Rus savaşı olan Doksan Üç harbinde Ruslar’a karşı cihada girişti. Ayrıca Mevlâna Hâlid-i Bağdâdî’nin İstanbul’la irtibatlı diğer halifesi Abdülfettah el-Ukarî ve Trablus-Şam Müftüsü diye bilinen Ahmed bin Süleyman el-Ervâdî’nin talebeleri de devreye girmiş ve Rusların korkulu rüyası olmuşlardı. Böylece Hâlidiye mensubu gönüllü cihad erlerinin cansiperâne müdafaaları karşısında Mevlânâ Halid’in (ks) şakirtleri o bulut zulümâtını dağıtmışlardır.

[22] Mevlânâ Halid’in (ks) şakirtlerinden bir asır sonra zulümatı dağıtacak zâtlar ise, Hazret-i Mehdî’nin şakirtleri olmuştur. Bu hadise 1877’de vuku bulan Osmanlı-Rus savaşı olan “Doksan Üç Harbi’nden” tam bir asır sonra meydana gelen1977 seçimlerine tevafuk eder. O vakit “bu asil Türk milleti ihtiyarıyla o partiyi kat’iyen iktidara getirmeyecek. Çünkü Halk Partisi iktidara gelecek olursa, komünist kuvveti aynı partinin altında bu vatana hâkim olacaktır.”(Emirdağ Lahikası,2013,s.812) Bediüzzaman’ın bu ikazını dikkate alan talebeleri azim bir gayret ve himmetle demokratlar lehine çalışarak “Türk milleti ihtiyarıyla o partiyi kat’iyen iktidara getirmeyecek” hakikatinin tahakkukuna hizmet etmişlerdir. Böylece “bir asır sonra zulümatı dağıtacak zâtlar ise, Hazret-i Mehdî’nin şakirtleri olabilir.” mânâsı da tahakkuk etmiştir.

[23] el-Hakim, el-Müstedrek, 4:522; el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 2:281, hadis no: 1845

[24] Ki hattâ ba’zı zât keşf etdi Hâlid/Müceddid gayri yok, Mehdî müceddid.( Risale-i Kudsiyye adlı esrinin 331.beyt)

[25] Haşiye: Risâle-i Nur şakirtlerinden ve âhiret hemşiremizden Âsiye namında bir hanımın eliyle o mübârek emaneti aldım.

[26] Kastamonu Lahikası,2013,s.124

[27] el-Hakim, el-Müstedrek, 4:522; el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 2:281, hadis no: 1845

[28] Müdafaalar > Isparta ve Denizli Mahkemesi [1944] > Sirâcü’n-Nûr, s.2301(Müdafaalar, Isparta ve Denizli Mahkemesi [1944])

[29] Sikke-i Tasdik-i Gaybi,2013,s.20

[30] Kastamonu Lahikası,2013,s.124

[31] http://www.yeniasya.com.tr/misbah-eratilla/bediuzzaman-ve-mevlana-halid-in-cubbesi_422351

[32] O hanım Asiye’dir.

[33] Mehmet Feyzi Pamukçu: “Âsiye Hanım (Mülazımoğlu), dedesi Küçük Âşık’ın Mevlânâ Hâlid Hazretleri’nden aldığı cübbeyi getirmişti. Cübbeyi yıkadım, suyunu kabristana döktüm.(Gayr-ı Münteşir Emirdağ Lahika Mektupları’ndan)

[34] el-Hakim, el-Müstedrek, 4:522; el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 2:281, hadis no: 1845

[35] Tarihçe-i Hayat,2013,s.507,508

[36] Şualar > 13.Şua: Denizli Hapsi Mektupları >Şualar,2013,s.494

[37] Gayr-i Münteşir, Muhtelif Lahikalar, Emirdağ Lahikası-1 Mektupları [Üstad] GAYR-i MÜNTEŞİR > Muhtelif Lahikalar > Emirdağ-1 Mektupları [Üstad] >GAYR-i MÜNTEŞİR > Muhtelif Lahikalar > Emirdağ-1 Mektupları [Üstad] >

[38] Şualar,2013,s.1046

[39] Şualar,2013,s.1046

[40] Son Şahitler,1993 Baskı, 2.Cild, s.129

[41] Son Şahitler,1993 Baskı, 4.Cild, s.106

[42] Son Şahitler,1993 Baskı, 1.Cild, s.428

[43] Son Şahitler, 1993 Baskı, 2.Cild, s.144

[44] Son Şahitler,1993 Baskı, 3.Cild, s. 390-91

[45] Son Şahitler,1993 Baskı, 3.Cild, s. 210

[46] Son Şahitler,1993 Baskı, 3.Cild, s.211

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir