Bediüzzaman’ın Münâzarât ve Muhâkemât eserleri

Bediüzzaman’ın Münâzarât ve Muhâkemât eserleri

(Şu kitap mütebâyin insanlara, mütenâfi üslûuplarda, mütegâyir hakîkatlara dâir mütehâlif vakitlerde söylendiğinden, ona temaşa eden zat yamalamak için, bir elinde iplik, öbür elinde müsamaha, bir gözüne rıza, öbür gözüne dikkat gözlüğü takarsa alsın ve illa… Bedîüzzamân)

Bediüzzaman’ın Münâzarât’ı

Bediüzzaman’ın “Âşâir-i Ekrâd’ın(Kürd aşiretlerinin) içinde cevelan ile bahardan güze bir rıhlet-i sayfiye(yaz göçü ve yolculuğu)[1]olarak ifade ettiği 1910 yılı bahar ve yaz yolculuğu esnasında telif edilen “Azametli Bahtsız Bir Kıt’anın, Şanlı Tâli’siz Bir Devletin, Değerli Sahipsiz Bir Kavmin Reçetesi veyahut Bediüzzaman’ın Münâzarât’ını” yine Bediüzzaman’ın kendi dilinden incelemek istiyoruz. Bediüzzaman bu eserin girişinde ifade-i meram olarak şu açıklamalara yer veriyor: “Yâ Eyyühe’n-nazır! Hasenatı seyyiatına, savabı hatasına tereccüh edenler, mağfiret ve affa müstahaktırlar. İşte, iki inkılâp(Birincisi Mutlakiyetten meşrutiyete (İkinci Meşrutiyet, 1908) İkincisi Meşrutiyetten tahakküm ve ceberrutiyete geçiş.(31 Mart Vak’ası) Yani birinci inkılap, saltanattan 1908’de Temmuz ayında ilân edilen İkinci Meşrutiyet’e geçiş; diğeri zahiren Meşrutiyet’in devam etmesine rağmen, hakikatte İttihat ve Terakki’nin zorba ve baskıcı yönetimi.)  beni iki telif-i müşevveşe(31 Mart öncesi ve 31 Mart sonrası diye ifade edebileceğimiz bu iki değişim ve yenilik; Bediüzzaman’a iki eser telif ettirmiştir. Bu eserlerden birisi; Meşrûtiyetin ilânıyla birlikte Bediüzzaman’ın Meşrûtiyet anlayışını ve Meşrûtiyetten ne anladığını ortaya koyan ‘Nutuk’ isimli eseridir. Bu eserlerden bir diğeri de 31 Mart olayı sonrası ortaya koyduğu; ‘Divan-ı Harb-i Örfi’ isimli eseridir.) mecbur etti; iki rıhlet dahi(Birinci Rıhlet:II. Meşrutiyet’in ilânından sonra Bediüzzaman hürriyeti ve meşrutiyeti her fırsatta anlatmıştır. İstanbul’da, Selanik’te pek çok nutuklarla, gazete makaleleri ile meşrutiyeti desteklemiştir. Bu amaçla Bediüzzaman Doğu’da aşiretleri ziyaret ederek halka, beylere, ağalara, din adamlarına hürriyeti ve meşrutiyeti anlatmıştır. Bölge halkını meşrutiyete sahip çıkmaya çağırmış, meşrutiyet karşıtı hareketlere karşı uyarmıştır. Bu Şark gezisi birinci rıhlet olabilir. Ki Münazarat adlı eseri netice vermiştir. İkinci Rıhlet:Bu rıhlet Bediüzzaman’ın Şam’a yaptığı gezi olabilir. Ki bu göç de Hutbe-i Şamiye adlı eseri netice vermiştir. Bu dönemde Said Nursî’nin 31 Mart hadisesinden sonra Kocaeli’ne kadar gitmesi, sonra hapishaneye gönderilişi, hadise sırasında yatıştırıcı bir rol oynamasına rağmen, isyancılarla aynı kefeye koyularak yargılanması ve beraattan sonra İstanbul’u terk edip Van’a gitmesi de bir rıhlet olarak zikredilebilir.), iki kitabı ilham ettirdi.(Bu iki rıhlet neticesinde ilham edilen iki eser Münâzarât ve Hutbe-i Şamiyeolabilir.) Şu eserlerden her birisi Kürd olduğu gibi, aynı hâlde Türk, aynı vakitte Arab’dır. Güya her bir eser Arab abasını iktisa ve Türk pantolonu giymiş külâhlı bir Kürd’dür. (Bediüzzaman’da ittihad-ı İslâm’ı kurmak için, bir beton için gerekli olan çakıl, çimento ve su gibi, Türk, Kürt ve Arapları kaynaştırmak için onların sosyal yapılarını onlarla yolculuklar yaparak öğrenmiştir. Kendisi bizzat Kürtlerle birlikte yaşamasına rağmen yine onları yakînen, ilmî olarak tanımak adına aralarında gezerek, ilmen sorular sorarak, sosyal yapılarını incelemiştir. Sonra Araplar arasında seyahat ederek, Şam’a giderek onların sosyal yapılarını incelemiş. Osmanlı döneminde ise ilmî ve idârî makamlarla bizzat bulunduğundan Türklerin de sosyal yapılarını anlamış, İslâm birliğinin temellerini atmıştır. Bediüzzaman’ın bu seyahatleri tesadüfî veya sıradan yolculuklar değildir.[2])Böyle acibü’ş-şekil bir te’lif, te’lif kànununa muhalefetle muaheze olunmamak gerektir.”[3]

Bediüzzaman bu esrinin te’lif cihetini de şöyle ifade eder: “Gayet mütenevvia ve muhtelife tabâyi ve hissiyatı tazammun eden ve şu iki reçeteyi vücuda getiren üssülesas-ı mesleğim elmas misal olan İslâmiyet hissinin sadefi ve Kürdlükle memzuç olan milliyet fikrinin verdiği ders ile şöyle eserleri intaç etti. Demek, her bir eserim birkaç asrın fezlekesi ve Kürd taifelerinin tabiatlarının enmuzeci ve gayet muhtelife etvarımın numunesi olduğundan, hakikî intizamı onda aramak abestir. Evet, edebin değil, belki edebiyatın kànununa karşı âsârımı muhalefete sevk eden yedi esbaptır.

Evvelâ: Sabâvetimden beri kâh kuyu dibinde, kâh minâre başında gibi fehmen istidatlarda bulunuyorum; kâh gâyet dakîk bir hakikat dâvetsiz elime geliyor; kâh gâyet tanışım, dostum olmuş bir hakikat ecnebî olup tanımıyorum. Hatta bir günde kâh gâyet câhil, kâh tecrübeli bir siyasî gibi işe karışmak isterim.

Sâniyen: Meşrutiyetin fecr-i sâdıkına kadar inşâ ve kitâbette tamamen hem ümmî, hem acemi idim. Her ne ki inşâ ettimse, üstâdımız olan meşrutiyetten öğrendim. Cinân-ı cenânda yemişler kemâle ermemiş iken kopardım. Eğer size ekşi gelirse, yüzünüzü ekşitip abûs, kamtarîr olmayınız.

Sâlisen: Müstehak olmadığım teveccüh-ü âmmeden neş’et eden bir şöhret-i kâzibe, bana tahmîl ettiği vazife-i mühimme ile, aczden neş’et eden atlamakla, nümâyişe, sahte ehliyetle ehil olmadığım birşeye girişmeye mecbur oldum.

Râbian: Fıtraten bendeki gurur, milliyeten bendeki fahriye, mesleken bendeki tahdis-i nimet, meşreben bendeki meyl-i tefevvuk, kavmiyeten bendeki meyl-i tecellüd ve meyl-i nümâyiş, şâş adama eserlerimde hakikatten fazla bir enâniyet gösteriyor. Evet, enâniyet var; benim değil, milletimin enâniyetidir. Benlik var; benim değil, sınıfım olan melâik-i medârisin izzetidir.

Hâmisen: Ben, Kürtçe düşünürüm, Türkçe ve Arapça yazıyorum. Matbaa-i hayaldeki mütercim acemi; ya kalbin sözünü iyi anlamıyor veya lisânın diline âşinâ değildir. Hem, Türkçenin sarf nahivini bilmediğimden, mânâya giydirdiğim üslûbun düğmeleri pek karışık oluyor. Hatta “evet, işte, şimdi, hem de, zira, olan, şu, bu” tekrarları, sizin gibi beni de usandırıyor. Başkasının tashihine de katiyen râzı olamıyorum. Zira, külahıma püskül takmak gibi, başkasının sözü sözlerimle hiç münâsebet ve ülfet peydâ etmiyor. Sözlerimden tevahhuş eder.

Sâdisen: Tabiatımdaki ifrat cihetiyle düşündüğümden, mütercim-i hayâlînin tercümesinde, hattatın imlâsında, tâbiin tâbında, mütâliin fehminde bâzan yanlış düşmekle, güzel bir hakikat çirkinleşiyor.

Sâbian: Şu “Saykâl-ı İslâmiyet” ve “Ekrad Reçetesi” olan iki eser, o dehşetli dağ ve dere ve sahrâların kuvve-i münbitesi fevkalâde neşvünemâ vererek, kırk elli gün zarfında hem yeşillendi, hem cesim bir şecere oldu, hem meyve verdi. Evet, öyle bir vakitte vücuda geldi ki, dağlar beni derelerin yed-i haşînine fırlatıyordu. Onlar da, beni sahrâların yüzlerine çarpıyordu. Sonra, hamiyet-i milliye ve hamiyet-i İslâmiye şu iki sınıf meyveleri dağ başından koparıp ve bâzan rüzgâr vurup, derenin dibine düşmüş meyveleri ilâç için toplayıp, medine-i medeniyetin çarşısına getirdiler. Hatta bir kısmı Bâşid Dağının yemişidir, bir tâifesi Ferrâşîn Ovasının meyvesidir, bir miktarı Beytüşşebap Deresinde, kırmızılanmış semeresidir. İşte, şu iki eseri yazdığım vakit, zaman kısa, mekân vahşi, ben seyyah, zihin müşevveş, vücut yarım hasta, yazmak acele olduğundan, elbette müşevveş olur.

Ey ehl-i insaf! Mâzeretim bu. Kabul ederseniz, insafın şe’nidir; etmezseniz, emin olunuz, size minnet etmem, hiç de kabul etmeyiniz. Sizin minnetiniz dağ başında olsun. Size beğendirmek için değil, belki hakka hizmet için yazdım, vesselâm.[4] der ve bu eserinin edebiyat kànunlarıyla muvazene edilmemesini yedi sebeple izah eder. Bediüzzaman’ın Şark’a gitme isteğinin en önemli nedenlerinden birisi Hürriyeti ve Meşrûtiyet’i Şark aşiretlerine ve hemşehrilerine anlatma gayesi ve gayretidir.

Münâzarât’ın mâhiyeti

Bediüzzaman, 1910 yazında bölge aşiretleri arasında dolaşır. Bu seyahatte yaptığı konuşmaları, tartışmaları 1911 yılında bir kitap olarak yayınlanmıştır. Tam adı “Azametli Bahtsız Bir Kı’anın, Şanlı Tali’siz Bir Devletin, Değerli Sahipsiz Bir Kavmin Reçetesi Veyahut Bediüzzaman’ın Münâzarât’ı” olan ve kısaca “Münâzarât” olarak bilinen bu kitap, gerek anlattıkları açısından, gerekse üslûp olarak hem topluma, hem de siyâset tabiblerine reçete hüviyeti taşıyan bir metin niteliğindedir. Üslûbu sosyal ve siyâsî kılan eserin karşılıklı konuşma ve soru-cevap üzerine bina edilmesi bir anlamda meşveret ürünü olmasından kaynaklanmaktadır.

Bediüzzaman, Münâzarât eserinin hemen girişinde, bu eseri niçin yazdığını ve nasıl bir yol takip ettiğini kendisi açıklıyor. Şöyle ki;“Vakta Meşrûtiyetin ikinci yaşında, İstanbul, temsil ettiği asırdan tarihvâri bir nazarla göçüp, Kurun-i Vusta’ya karşı aşağıya inmekle, aşair-i Ekrad’ın içinde cevelân ile bahardan güze bir rıhlet-i sayfiye(yaz göçü), güzden bahara bilâd-ı Arabiye’den bir rıhlet-i şitaiye(kış göçü) ettim. Dağ ve sahrayı bir medrese ederek meşrutiyeti ders verdim. Birden bana göründü ki, meşrûtiyeti gayet garip bir surette telâkki etmişler. Her tarafın şüphe ve sualleri ağlep bir dereden gelmiş gibi gördüm. İşte teşhis-i maraz için miftah-ı kelâmı onlara verdim. Dedim: “Siz sual ediniz, ben de ona göre cevap vereyim.” Onlar istihsan ettiler. Zira Kürdlerin tabiat-ı meşrûtiyetperverânelerine binaen, dersi münâzara ve münâkaşa suretinde okuyorlar. Onun içindir ki, medreseleri küçük bir meclis-i mebusan-ı ilmiyeyi andırıyor. İşte, tamimen lilfâide, suallerini cevaplarımla musafaha ettirerek şu kitabı yazdım; tâ birbirine muavenette bulunsun. Hem de, görmediğim Ekrad ve emsaline, şu kitap, bana bilvekâle onlarla konuşarak cevap versin; hem de, lisânları kalblerine tercümanlık edemeyenlere bedelen sual etsin. Elhâsıl, şu kitap tarafımdan cevap, onların canibinden sual etmek vazifesiyle mükelleftir. Hem de siyaset tabiplerine teşhis-i illete dair hizmetle muvazzaftır. Ey ehl-i hamiyet, anlayınız! Kürd ve emsali, fikren meşrûtiyetperver olmuş ve oluyorlar. Lâkin, bazı memurun fiilen meşrûtiyetperver olması müşküldür. Hâlbuki, akılları gözlerinde olan avama ders veren fiildir. İmdi, suale ve cevaba başlıyorum.[5]

Münâzarât’ta ele alınan meseleler

Karşılıklı soru-cevap şeklinde te’lif edilmiş olan Münâzarât, Meşrûtiyet’in tarifi ile birlikte getirdiği yeniliklere, Müslümanlar ile gayrimüslimler arasındaki ilişkilere, devlet yönetimin yeniden yapılanmasından unsuriyete(menfi milliyete) bağlı gelişmelere kadar toplumun hemen bütün temel konularına temas eden bir mahiyet taşımaktadır. Bediüzzaman’ın o dönemdeki düşünce ve fikir yapısını bütün unsurlarıyla görebileceğimiz bir kaynak niteliğinde olan Münâzarât, aynı zamanda geleneksel mektep-medrese ve tekke anlayışı ve ilişkileriyle de bir hesaplaşma içindedir. Münâzarât’ta ele alınan meseleler hürriyet, meşrûtiyet, ağalık, şeyhlik, azınlıklar ve diğer güncel problemlerdir. Münâzarât, toplam yüz elli beş soruya verilen yüz elli beş cevaptan meydana gelmiş olan politik bir eserdir.[6] Bediüzzaman, gittiği her yerde İslâm ve Kur’ân-ı Kerim hakikatlerini anlatır. Hiçbir ayırım yapmadan, her kesimden insanla görüşür ve sorulan sorulara net olarak cevaplar verir.

Muhâkemât ve Münâzarât eserleri basılıyor

“Münâzarât=Reçetet’ül-Avâm=Reçetet’ül Ekrâd” ve “Muhâkemât=Saykal’ül-İslâm=Reçetet’ül-Ulemâ

Bediüzzaman Van’a geldikten sonra, iki üç ay bir bekleme ve çoktan beri bıraktığı Horhor Medresesi’nin tanzimât işini bitirmesinden sonra, Temmuz ayı sonunda, evvela Van dolayındaki Ertoşi aşiretlerinden başlamak sûretiyle, Hakkâri, Bitlis, Muş, Ağrı, Diyarbekir ve Urfa şehir merkezleriyle etrafındaki bazı köy ve aşiretleri dolaşarak, hürriyet, meşrûtiyet, istibdat vb. hakkında bilgiler verir. Buralarda sorulan yüzlerce sualleri cevaplandırır. Şehir merkezlerinde de toplantılar yapar. Kendi ifadesiyle: “Hürriyet’in üçüncü senesinde aşâirler arasında meşrûtiyet-i meşrû’ayı aşâire tam bildirmek ve kabul ettirmek için Ertuş aşâiri içinde hususan Küdan ve Mamhuran’a verdiği ders ve 1329’da(1911’de) Matbaa-i Ebuzziya’da tab’edilen, kırkbir sene evvel tab’ edilmiş fakat maatteessüf yirmi-otuz seneden beri arıyordum, bulamamıştım. Bu defa birisi bir Nüsha bulup bana göndermiş. Ben de Eski Sa’id kafasını alıp ve Yeni Sa’id’in sünûhatıyla dikkatle mütâlaa ettim. Anladım ki, Eski Said acîb bir hiss-i kabl-el vuku’ ile otuz-kırk sene sonra şimdi vukua gelen vukuat-ı maddîye ve mânevîyeyi hissetmiş. Ve bedevi Ekrâd aşâiri perdesi arkasında, bu zamanın medeni perdesini kendilerine maske yapan ve vatanperverlik perdesi altında dinsiz ve hakiki bedevi ve hakiki mürteci; yani bu milleti, İslâmiyet’ten evvelki âdetlerine sevkeden hainleri görmüş gibi onlarla konuşup başlarına vuruyor.”[7]

Muhâkemât ve Münâzarât

Bediüzzaman’ın Van’dan başlayarak çıktığı bu seyâhatinin programında Hacc’a gitmek işi de vardı. Aynı yılda Nurşinli Meşhûr Şeyh Abdurrahman-ı Taği’nin oğlu, büyük veli ve Hazret lakabıyla ma’ruf Muhammed Ziyâ’üddin de hac hazırlığını yapmaktaydı. Bediüzzaman ile çok sıkı ve karşılıklı muhabbetleri dolayısıyla o sene Hacc’da buluşmak ve beraber hac yapmak üzere muhabereleri olmuştu. Böylece Bediüzzaman’ın gerek başlattığı bu seyâhatleri esnasında kendisine sorulan suallere verilen cevaplardan; gerekse müşahede ettiği umûmî durum veya Şark âlimlerinin İslâm dini hakkındaki telakkilerinden öğrendiği genel ahvâlin hey’eti umûmiyesinden iki tane eser vücuda getirdi. Bunlardan birincisi Reçetet’ül-Avâm veya Reçetet’ül-Ekrâd(Münâzarât). İkincisi Saykâl’ül İslâm veya Reçetet’ül-Havâs(Muhâkemât) eserleridir. Bu iki eseri evvela Arapça, sonra da aynı meal ve ma’nada, fakat daha genişçe Türkçe olarak kaleme almış ve Reçetet’ül-Avâm eserine Münâzarât ismini, Saykal’ül-İslâm veya Reçetet’ül-Ulemâ kitabına da Muhâkemât ismini vermiştir.

Bediüzzaman Münâzarât ile avama, Muhâkemât ile havassa hitap ediyor

Bediüzzaman’a göre İslâm âleminin ve bütün beşeriyetin geri kalmasının temeli şu iki husustur:

Birincisi, İslâm âlemi sağlıklı bir teceddüdü yani aydınlanmayı yaşayamamıştır ve bu sebeple beşeriyetin beşte birini teşkil eden Müslümanlar geri kalmışlar ve hatta çökmüşlerdir.

İkincisi, Hıristiyan dünyası ise materyalizme ve dinsizliğe yenilmiştir. İşte bu iki musibetin bertaraf edilmesi için hem avâm tabakası ve hem de havâs yani âlimler tabakasının uyanması ve hastalıklarını tedavi etmesi gerekmektedir. Bediüzzaman avâmın yaralarını tedâvi etmek üzere Reçetet’ül-Avâm yahut Münâzarât adını verdiği eseri telif eylemiş ve Müslümanların hürriyet ve meşrûtiyet konularındaki tereddütlerini İslâmî açıdan izah eylemiştir. Kur’ân’ı asrın idrakine göre anlayamayan havâss tabakasını ise Reçetet’ül-Havâss yani Muhâkemât adlı eseri ile irşâd eylemeye çalışmıştır.”[8]

“Saykâl-ı İslâmiyet” ve “Ekrad Reçetesi”

“Şu “Saykâl-ı İslâmiyet” ve “Ekrad Reçetesi” olan iki eser, o dehşetli dağ ve dere ve sahrâların kuvve-i münbitesi fevkalâde neşvünemâ vererek, kırk elli gün zarfında hem yeşillendi, hem cesim bir şecere oldu, hem meyve verdi. Evet, öyle bir vakitte vücuda geldi ki, dağlar beni derelerin yed-i haşînine fırlatıyordu. Onlar da, beni sahrâların yüzlerine çarpıyordu. Sonra, hamiyet-i milliye ve hamiyet-i İslâmiye şu iki sınıf meyveleri dağ başından koparıp ve bâzan rüzgâr vurup, derenin dibine düşmüş meyveleri ilâç için toplayıp, medine-i medeniyetin çarşısına getirdiler. Hatta bir kısmı Bâşid Dağı’nın yemişidir, bir tâifesi Ferrâşîn Ovası’nın meyvesidir, bir miktarı Beytüşşebap Deresi’nde, kırmızılanmış semeresidir. İşte, şu iki eseri yazdığım vakit, zaman kısa, mekân vahşi, ben seyyah, zihin müşevveş, vücut yarım hasta, yazmak acele olduğundan, elbette müşevveş olur.”[9]

Bediüzzaman’ın yukarıdaki beyânlarından anlaşılıyor ki, bu cevelan ve seyâhati fazla sürmüş değildir. Çünkü bu iki eserin vücuda gelmesini “Kırk elli gün zarfında hem yeşillendi hem cesim bir şecere oldu, hem meyve verdi” şeklinde açıkça beyân edilmiştir. Ayrıca “Zaman kısa, yazmak acele” gibi ifadelerle de bunu te’yid etmektedir.

Münâzarât ve Muhâkemât’ın muhatapları

Münâzarât, Bediüzzaman’ın devlet ve toplum anlayışının temel metinlerinden olması ve o günkü idarî ve toplumsal problemlere ışık tutması açısından halen önemini koruyan müstesna bir eserdir. Yazılmasından yüz yıl sonra bile ufuk açıcı yönleri bulunan Münâzarât’ın en dikkat çekici yönlerinden birisi de, doğudaki yerleşik ağalık ve şeyhlik kurumlarına ve onların dirençlerine yönelik tutumudur. Meşrûtiyet ilan edildikten sonra Şark vilayetlerinde etkin olan bazı aşiret önderlerinin ve şeyh âilelerinin, durumdan rahatsız oldukları bir hakîkattir. Rahatsızlığın görünen yüzünde Meşrûtiyet’in dine zarar vereceği düşüncesi görülürken, hakiki sebep Meşrûtiyet’in riyâset-i şahsiyeyi kırmasıdır. Meşrûtiyet’in ilânı ile birlikte şark vilayetlerinde Bediüzzaman’a bu minvalde sorular da sorulur: “Şu meşrûtiyet, büyüklerimizi, beylerimizi kırdı; fakat bazıları da müstahak idi. Hem de, maddeten bir şey görmeden yalnız meşrûtiyetin namını işitmekle, kendi kendilerine düştüler. Bunun hikmeti nedir?” Bediüzzaman’ın bu suale verdiği cevap: “Manen her bir zamanın bir hükmü ve hükümranı vardır. Sizin ıstılahınızca, o zamanın makinesini çeviren bir ağa lâzımdır. İşte, zaman-ı istibdadın hâkim-i mânevîsi kuvvet idi; kimin kılıcı keskin, kalbi kasî olsa idi, yükselirdi. Fakat, zaman-ı meşrûtiyetin zembereği, ruhu, kuvveti, hâkimi, ağası hak’tır, akıl’dır, marifet’tir, kanun’dur, efkâr-ı amme’dir; kimin aklı keskin, kalbi parlak olursa, yalnız o yükselecektir. İlim yaşını aldıkça tezayüt, kuvvet ihtiyarlandıkça tenakus ettiklerinden, kuvvete istinat eden Kurun-i Vusta hükûmetleri inkıraza mahkûm olup, asr-ı hazır hükûmetleri ilme istinat ettiklerinden, Hızırvarî bir ömre mazhardırlar. İşte ey Kürdler! Sizin bey ve ağa, hatta şeyhleriniz dahi, eğer kuvvete istinat ile kılıçları keskin ise, bizzarure düşeceklerdir; hem de müstahaktırlar. Eğer akla istinad ile, cebir yerine muhabbeti istimal ve hissiyatı efkâra tâbi ise, o düşmeyecek, belki yükselecektir.”[10] Bediüzzaman, yerleşik monarşik sistemlerin bölgenin yaşam tarzı şekline girmesine temelde İslâmî referanslara istinaden karşı çıkar. İslâm’a uygun, meşveret ve şurâya dayalı meşrûtî bir sistemin bölgede de kabul edilmesi gerektiğine dair nasihatleri bu açıdan çok manidârdır.

Muhâkemât, Ulemâya Müteveccihtir

Bediüzzaman’ın Münâzarât eserinden sonra Muhâkemât eseri, muhatap olarak toplumun faklı bir kesimi olan ulemâya müteveccihtir. Bediüzzaman, Muhâkemât ile, asırlardır süregelen ilim ehline yönelmiş ve onları İslâm’ın kışrından lübbüne intikal etmelerini istemektedir. Sıradan insanlarla konuşmasından doğan ve daha çok güncel içtimâî gelişmelere temas eden Münâzarât’ın aksine, Muhâkemât ulemâ ile yapılan tartışmaları ve yüzleşmeyi barındırır. Aslında bir tartışmadan öte, İslâm’ın anlaşılması ve hurafelerden arındırılması üzerine bir muhasebe, murakabe ve yöntem önerisidir. Kur’ân’ın esas olduğu, ezelî ve ebedi oluşunun asla tartışılamayacağı kesin bir kabul olarak sunulur. Muhâkemât’ın içindeki konu ve arayış bu kesin kabulün üzerine bina edilmiştir. Tefsir metodundan hadislerin kaynak olarak hükmüne, belli bir yorumla şimdiye kadar dinî anlamada hatalı yerleşik kabullerin, bugünkü anlamına kadar yer yer ezber bozan ifadeler barındırır. Hâl böyle olunca da İslâm’ın ruh-u aslisinden uzaklaşmış olan mevcut anlayışlarla çatışma durumu her zaman mevcuttur. Bediüzzaman, Muhâkemât eserinde bilimsel gelişmelerle İslâmiyet arasında bir çatışma olmadığını önemle belirtir. “İslamiyet, fünûnun seyyidi ve mürşidi ve ulûm-u hakîkiyenin reis ve pederidir.[11] tespitini yapar. Oysa aynı çağda yaşanıyor olsa da bazıları halen yüzyıllar öncesinin zihniyetini sürdürmektedir. Bediüzzaman bu noktaya da şöyle işaret etmektedir. “Maateessüf benim ile şu zamanın kıt’asında iştirak eden cümlesi; eğer çendan, sureten on üçüncü asrın evlâdıdırlar, fakat fikir ve terakki cihetiyle kurûn-u vustânın yadigârıdırlar. Güya muasırlarımız, üçüncü asrın nihayetinden on üçüncü asra kadar geçmiş olan asırların fihristesi veyahut enmuzeci veyahut melez bir kavimdirler. Hattâ bu zamanın birçok bedihiyatı, onlarca mevhumat sayılır.”[12]

Muhâkemât, Bir Anlamda İçeriden Bir Din Muhâsebesidir

Bediüzaman’ın Kur’ânî bakış ve görüşüne göre bu asrın bütün hastalıklarından kurtulmak için İslâm’ın ipine sımsıkı sarılmak, Kur’ân ve sünneti esas alan bir arınma yaşamak zorunludur. Münâzarât ve Muhâkemât, özellikle Eski Said döneminde yazılan eserlerin izlediği yol ve yöntemler bunu göstermektedir. Muhâkemât, bir anlamda içeriden bir din muhasebesi ve tartışması olarak görülür. İkinci Meşrûtiyet’in ilanıyla birlikte “istibdadın oluşturduğu seddin” yıkılmaya başlamasıyla, meşrûtiyet ve hürriyet fikri tüm İslâm dünyasında duyulur ve bir intibaha sebep olabilecek istidattadır. Ayrıca, bu gelişmeler terakkî fikrini geliştirip büyük değişimleri netice verme potansiyeline sahiptir. Çünkü bu vaziyet “milliyeti gösterdi” ve neticede, “Milliyet sadefinde olan İslâmiyetin cevher-i nurânisi tecelliye başlar.”[13] Bundan sonra İslâm âlemi meşveret ve hürriyet ile “perdeyi attı; milliyet göründü, harekete geldi. Milliyet içinde, İslâmiyet ışıklandı, ihtizaza geldi.”[14] Bu hâl, tüm Müslümanların, birbirlerine rabıta-i imâniye ile bağlandığını, bilakis müşterek menfaatler ve tesanüd duygusu sayesinde, aralarında mânevî bağlar ve irtibat noktaları bulunduğunu gösteriyor. Bu yolla tüm İslâm âlemi, bir tek aşiret olarak yekvücut hâle gelme vaziyetini gösterebilir. Bu ihtizaz ve hareketlenme, ayrıca, Müslümanların büyük bir kuvvet ve destek kaynağının kendilerinin emrinde olduğunu da göstermesi açısından önemlidir. Bu ise, insanların daha önce ümitsizlikle dağılmış olan morallerini en yüksek noktalara ulaştıracak seviyede güçlü bir ümidin doğmasına vesile olacaktır. Böylece kuvvede olan imkânlar fiiliyata çıkarak maddî-mânevî fereç ve fütuhatı netice verecektir inşâallah.

Meşrûtiyet, dini muhafazada daha tesirlidir

Burada aktarılan hususlardan hareketle, Bediüzzaman’ın niçin yeni rejimde (meşrûtî sistemde) ısrarcı olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Diğer yandan, aşiret üyelerinin sözünü ettikleri belirsizliklere ve itirazlara karşı, meşrûtiyeti; “Eğer, meşveret şeriattan bir parmak müfarakat ederse, eski hâl yüz arşın ayrılmıştır.”[15]diyerek bu sistemin, şeriattan bir parmak ayrıldığı düşünülürse, eski hâl olan istibdadın yüz arşın ayrıldığını vurgulayarak cevap vermesi enteresandır. Ayrıca, meşrûtiyeti onlara iyice anlatmak ve açıklamak suretiyle inkılabın hemen ardından, dinin tehlike altında olduğuna dair dini hassasiyetten kaynaklanan bazı endişelerini de izale etti. Hâlbuki Bediüzzaman’a göre meşrûtî sistem onların zannettiklerinin tam aksine İslâm’ı korumak için önemli bir vasıtaydı. Zira dini korumak işini “mağlup biçare bir reise, yahut müdahin memurlara, veyahut mantıksız bir kısım zabitlere”[16] bırakmaktansa, “İslâm inancı” ve “dini hassasiyetler” gibi milletin ortak değerlerini birleştirici unsur olarak kullanmak, daha güvenilir, daha etkili ve daha iyi bir yoldu. Bunu da şöyle ifade ediyordu: “Yoksa efkâr-ı amme-i milletin arkasındaki hissiyat-ı İslâmiye’nin madeni olan –herkesin kalbindeki şefkat-i imaniye olan– envar-ı İlâhînin lemaatının içtimalarından ve hamiyet-i İslâmiye’nin şerarat-ı neyyirânesinin imtizacından hâsıl olan amud-i nuranînin ve o seyf-i elmasın hamiyetine bırakılırsa mı daha iyidir? Siz muhakeme ediniz.”[17]

Abdülbâkî Çimiç

[email protected]


[1]Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat), 2013, s.206

[2] https://www.sorularlasaidnursi.com/bediuzzamanin-munazarat-eserinden-ifade-i-meram-uzerine-bir-tahlil/

[3] Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat), 2013, s.201

[4] Age, s.202

[5] Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat), 2013, s.206,7

[6] Münâzarat, Yeni Asya Neşriyat, İst. 1996. 8, 19-20

[7] Emirdağ Lâhikası-II, 2013, s.667

[8] Bahaeddin Sağlam, Kürdlerin Reçetesi Münâzarât, İstanbul, KUMN, 2013, sh. 6 vd.

[9] Eski Said Dönemi Eserleri(Münâzarât), 2013, s.205)

[10] Eski Said Dönemi Eserleri(Münâzarât), 2013, s.217

[11] Muhakemat, 2013, s.25

[12] Muhakemat, 2013, s.26

[13] Eski Said Dönemi Eserleri(Münâzarât), 2013, s.242

[14] Eski Said Dönemi Eserleri(Münâzarât), 2013, s.210

[15] Eski Said Dönemi Eserleri(Münâzarât), 2013, s.222

[16] Eski Said Dönemi Eserleri(Münâzarât), 2013, s.226

[17] Age, s.223

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir