Hüsün ve Kubuh Mes’elesi

Hüsün (hasen) “güzel olmak” anlamında masdar ve “güzellik, rağbet edilen ve sevilen şey” anlamında ise isim olarak kullanılır (çoğulu mehâsindir). Karşıtı olan kubuh ise “çirkin olmak” mânasında masdar ve “çirkinlik, nefret edilen şey” anlamında ise isimdir. Risale-i Nur’da da Bediüzzaman Hazretleri hüsün ve kubuh meselesine temas etmiş olup bu girift ve zor iki kavramı izah etmiştir.

Bediüzzaman Sözler’de eşyanın emir ve nehiy ile hüküm aldığını şu ifadelerle izah eder: “Cenâb-ı Hak bir şeye emreder, sonra hasen(güzel) olur. Nehyeder, sonra kabih(çirkin) olur.” Demek emirle güzellik, nehiyle çirkinlik tahakkuk eder.”[1] Bu düşünce aynı zamanda hak mezhep olan Ehl-i Sünnet ve Cemâatin itikadıdır. Olması gereken vasat çizgi de budur. Mûtezile imamları ise mezheb-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat’ten faklı, tam da onların zıddına bir hüküm vererek “Medar-ı teklif olan ef’al ve eşya, kendi zâtında, âhiret itibarıyla ya hüsnü var, sonra o hüsne binaen emredilmiş; veya kubhu var, sonra ona binaen nehyedilmiş. Demek eşyada, âhiret ve hakikat nokta-i nazarında olan hüsün ve kubh zâtîdir; emir ve nehy-i İlâhî ona tâbidir.”[2] derler. Bu çok büyük bir hata ve itikadî bir dalalettir. Daha da önemlisi Mûtezile imamları, eşyanın zati-i surîsine meftun olup aklı hâkim ittihaz ettiklerinden böyle ifrat bir hükme saparlar.

Acaba Mûtezile aklı hâkim yaparak mütehakkimâne kendilerini Hâlık’ın işlerine rakîb ve müfettiş tahayyül edip Hâlık-ı Zülcelâli mes’ul tutmak mı istiyorlar? Sanki eşya zatında güzeldi veya çirkindi de Hâlık-ı Zülcelal eşyaya mahkûm olup onlara “hasen ve kubuh” mu emretti? Haşa ve kella! Burada İblis’in Hz. Âdem(as) yaratıldığında düştüğü varta ve hata akla geliyor. Hz. Âdem(as) yaratıldığında melaike ve İblis’e Âdem’e secde etmeleriyle emredilir. Bu emrin elbette ki çok büyük hikmetleri vardır. Cenab-ı Hak “Âdem’i halk etti, tesviye etti, cesedine nefh-i ruh etti, terbiye etti, sonra esmâyı tâlim etti ve hilâfete namzet kıldı. Sonra, vakta ki Âdem’i melâikeye tercih etmekle rüçhan(üstün olma) meselesinde ve hilâfet istihkakında ilm-i esmâ ile mümtaz(seçkin) kıldı, makamın iktizası üzerine, eşyayı melâikeye arz ve onlardan muarazayı talep etti; sonra melâike, aczlerini hissetmekle, Cenab-ı Hakkın hikmetini ikrar ettiler.”[3] İblisin enaniyet ve kibri ise secde emrine riayet etmedi. Çünkü İblis, zatında bir üstünlük dâvâ ederek ateşten yaratılmayı topraktan yaratılmaya üstün kıldı. Böylece zatında bir rüçhaniyet olduğunu kabul ederek kendi enaniyet ve kibrinden kaynaklanan itirazı ile Allah’ın iradesini kendi zatından tarafa yapılması edepsizliğine girişti. “Bir tercih yapılacaksa ateşten yaratılmış olan benim lehime yapılması gerekirdi, ben ateşten yaratılmakla topraktan yaratılmış olan Âdem’den daha üstünüm.” iddiasında bulunarak hem ırkçılık yaptı, hem de lâyık olmadığı halde kendisine secde yapılması gerektiği dalaletine saptı. Bu öyle bir dalalet idi ki, neticesi lânetlenmiş ve kovulmuş bir hâl kesb etti. Halbuki Allah’ın emri karşısında rüçhaniyet ve üstünlük emirdedir. İblis en büyük kırılmayı ve hatayı Âdem’in zatına secde yapacağını zannederek yaptı. Yapılacak olan secde, Allah’ın emriydi. İşte İblis tam da bu noktada hata yaparak Âdem’in rüçhaniyetinin Allah’ın emrinden kaynaklandığını anlayamadı. Aynen öyle de hüsün ve kubuh meselesinde de Mûtezile imamları bu vartaya düşerek aklı, vahyin ve Allah’ın hikmetinin önüne koyarak hataya düşerek dalalete düştüler.

Mesela halk-ı ef’al(fiillerin yaratılması) meselesinde İtizal(Mûtezile) mezhebi tefrittir ki, tesiri insana verir. Kaderi inkâr ederek tesiri esbaba verip dalalete düşer.  Böylece ifrat derecesinde tahribat yapıyorlar. “Ehl-i Sünnet mezhebi vasattır. Çünkü bu mezhep, beyne-beynedir ki, o fiillerin bidayetini irade-i cüz’iyeye, nihayetini irade-i külliyeye veriyor.”[4]

Fırka-i dallede hangi fırka olursa olsun(Cebriye olsun, Mûtezile olsun) eşyanın ziynet-i surisine aldanarak mesleklerinde sûri bir hakîkat görerek onunla aldanıp, sonra dalâlete saplanırlar. Hatta “Mûtezile imamları, şerrin icadını şer telâkki ettikleri için, küfür ve dalâletin hilkatini Allah’a vermiyorlar. Güya onunla Allah’ı takdis ediyorlar! “Beşer kendi ef’âlinin hâlıkıdır”diyorlar. Halbuki icad, umûm neticelere baktığı için, şer, şer değil, belki hayırdır. İşte Mûtezile bu sırrı anlamadıkları için, “Halk-ı şer, şerdir; ve çirkinin icadı çirkindir” diye, Cenâb-ı Hakkı takdis için, şerrin icadını ona vermemişler, dalâlete düşmüşler.”[5]

Abdülbâkî Çimiç

[email protected]


[1] Sözler, s.437

[2] Sözler, s.437

[3] İşârâtü’l İ’câz, s.424

[4] İşârâtü’l İ’câz, s.46

[5] Lem’alar, s.219

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir