İktirân: Birbirine yakın ve beraber olma, iki şeyin bir arada bulunmasıdır. Bir nimetin berâber gelmesidir.
Mukârenet: Bitişme, bitişiklik, yaklaşma, kavuşma, birleşme ve birlikte olmaktır.
İlliyet, sebeb ile alâkalı; nedeni neticeye bağlayan bağdır.
Gaflet, Allah’tan uzaklaşıp nefsin arzularına dalmaktır. Dalâlet; gafletten doğan, acip ve garip bir hastalıktır.
Demek ki gafletten neşed eden dalâlet mukâreneti, illiyete dönüştürür ve öyle gösterir. Hâlbuki iki nimet arasında bir yakınlık ve bitişiklik olursa, yani devamlı berâber vücuda gelirlerse, birisini ötekisine hakiki sebeb gösterilmesini gafletten neşet eden dalâletin göstermesi şe’nindendir.
Hâlbuki devamlı mukârenet, birlikte ve berâber ve bitişik olmak nedeni, neticeye bağlamaya delil olamaz.
Meselâ ufuk çizgisine baktığımızda gökyüzü ile dağların bitişik olarak birbirine mukârenet ettiğini görürüz. Çocuk yaşlardayken sanki bulutlar ile dağların ve gökyüzünün birbirine değdiğini zannederdik. Çünkü öyle görüyor ve algılıyorduk. Büyüdükçe anladık ki esâsında o görmek ve algılamak bir yanılgıdan ibâretmiş. Halbuki dağlar ile gökyüzü arasındaki mesâfe yine çok uzakmış. Hatta dağlara çıksak elimizle gökyüzüne değebiliriz diye de düşünürdük. Şimdiki çocuklar da aynı şeyi mi düşünüyorlar acaba? Belki de okula gelene kadar böyle düşünüyor olmalılar.
İşte Cenâb-ı Allah’ta yarattığı minetler ve mahlûkat ile sebepleri böyle mukârenet ettiriyor ve sebepleri izzet ve azâmetine bir perde ve vesîle yapıyor. Hakîkatte sebeplerin mahlûkata mukârenet oluşu illiyete tesir etmiyor, ancak aynen ufuk çizgisi gibi çok yakın gözüküyor ve insan sanki nimetlerin ve mevcûdatın yaratılmasında mukârin olan sebepleri hakîkî illet bilebiliyor ve aldanıyor. Çünkü insan nefsin de desiseleri ile gafletle dalâlete sapabiliyor ve böylece illeti sebeplerle iltibâs ediyor. Gaflet hakîkate kalın bir perde olabiliyor. Gafleti parçalayan ise îmân ve tefekkürî tevhidî bakış oluyor. Çünkü tefekkür gafleti izâle ediyor eşyadaki mukâreneti illiyetle iltibâs ettirmiyor.
İnsan şu dağdağa-i dünyanın zahiren karmakarışık görünen hadiselerinden ve kesret âleminden sıyrılmak için tevhidî bakışa şiddetle muhtaçtır. Hikmet dünyası olan şu imtihan dünyasında insan hayır ve şerri, çirkin ve güzeli ve hakezâ birlikte iç içe müşâhede ediyor. Meyveye ağacı, yumurtaya tavuğu ve nimetlere yüzlerce sebepleri mukârin görüyor. Bu sebepler her dâim berâber o nimetlerle bitişik ve birlikte görünüyor. İnsan Allah’tan gaflet ederse ve ünsiyet ve ülfet de yardım ederse bu mukârin olan sebepleri hakîkî illet ve sebep olarak telakki etmeye başlar ve böylece mukâreneti illiyetle iltibas eder. “Halbuki, devamlı mukârenet, illiyete delil olamaz.” bir hakîkattir.
İktirân, İllet ve Mukârenet konusu ile alâkalı tefekkürlerimize biraz dahâ ayrıntı ile devam edelim inşâallah.
İktirân, illet ve mukârenet meselesi tevhidî bakış açısından değerlendirildiğinde çok mühim bir mânâ-i hafrî bakıştır. Risâle-i Nûrlar bu meseleyi tam halletmiştir. Eğer bu mevzû’yu hakîkî ma’nâda idrâk eder ve anlarsak birçok meseleye dahâ tahkîkî noktalardan yaklaşabiliriz. İktirân, illet ve mukârenet meselelerinde gafletin çok kalın tabakaları bulunmaktadır. Bu mevzu’lara yoğunlaşıldığında ise o gaflet perdesi yırtılıyor ve ünsiyet ettiğimiz sosyal hayattaki sıradanlık tevhidî bakış açısına ulaşıyor inancındayız.
İktirân, illet ve mukârenet meselelerine önce Risâle-i Nûrlardan ilgili yerleri kısa açıklamalarla inceleyelim, dahâ sonra ise bizim hayatımıza bakan cihetlerine yoğunlaşırız inşâallah. Rabbim istifâde ve istifâza etmeyi nasip etsin.
* “Esbab-ı zâhiriyeyi perestiş edenleri aldatan, iki şeyin beraber gelmesi veya bulunmasıdır ki, iktirân tabir edilir. (On Yedinci Lem’a )”
**Zahiri sebeplere bakan ve düşkün olan insanları aldatan, iki şeyin veya nimetin berâber gelmesi veya bulunmasıdır ki, buna iktirân tabir edilir. Böylece iktirânın da izâhı iki şeyin beraber gelmesi veya bulunmasıdır şeklindedir.
* “İki şeyin beraber gelmesi veya bulunmasıdır ki, iktirân tabir edilir, birbirine illet zannetmeleridir. (On Yedinci Lem’a )”
**İki şeyin beraber gelmesi olan iktirân illet olan hakîkî sebep ile karıştırılmaktadır. Hâlbuki iktirân da iki şey birlikte gönderilir. Biri diğerinin hakîkî sebebi değildir.
* “Hem birşeyin ademi, bir nimetin mâdum olmasına illet olduğundan, tevehhüm eder ki, o şeyin vücudu dahi o nimetin vücuduna illettir. (On Yedinci Lem’a )”
*Hem bir şeyin yokluğu, bir nimetin mâdum yani ölü ve ya yok olmasına illet-hakîkî sebep olduğundan vehmedilir ki,o şeyin vücut bulması dahi o nimetin vücuduna hakîkî illet yani sebeptir. Vücut için illet-i taamme ve illet-i hakîkî gerekir. İllet-i hakîkî ise irâde ve kudret-i rabbâniyedir. Bu kısım işlenecektir.
* “Şükrünü, minnettarlığını o şeye verir, hataya düşer. (On Yedinci Lem’a )”
**Bu nedenle şükrünü ve minnettarlığını o şeye verir ve hataya düşer. Demek ki bir şeyin vücûda gelmesi için bütün şartlar hazır olması gerekir. Ancak bu şeyin yokluğu için bir şartın eksik olması o şeyin vücûduna hakîkî illet yani sebep olur. Bu nedenle yokluk olan vücûdun yaratılmamasına hakîkî sebeb şer olduğu için o insana aittir. İnsan bu cihetten mes’uldür ve yokluğa sebep olduğu için hakîkî illet olmuştur. Çünkü o şeyin vücûdu için tüm şartların içtimâ etmesinden sonra hikmet-i ilâhî, irâde ve kudret-i rabbâni tecelli edecektir. İnşan ise bu şartlardan bir tanesini dahi eksik bırakırsa irâde ve kudret-i rabbâni tecelli etmez ve insan bu ademî neticenin hakîkî illeti ve sebebi olmuş olur.
* “Çünkü bir nimetin vücûdu, o nimetin umum mukaddemâtına ve şerâitine terettüp eder. (On Yedinci Lem’a )”
* “Halbuki o nimetin ademi, birtek şartın ademiyle oluyor. (On Yedinci Lem’a )”
* “Meselâ, bir bahçeyi sulayan cetvelin deliğini açmayan adam, o bahçenin kurumasına ve o nimetlerin ademine sebep ve illet oluyor. (On Yedinci Lem’a )”
* “Fakat o bahçenin nimetlerinin vücudu, o adamın hizmetinden başka, yüzer şerâitin vücuduna tevakkufla beraber, illet-i hakikî olan kudret ve irade-i Rabbâniye ile vücuda gelir. (On Yedinci Lem’a ) “
* “Evet, iktirân ayrıdır, illet ayrıdır. (On Yedinci Lem’a )”
**İktirân iki şeyin ve nimetin birlikte gelmesidir. Diyelim ki ben Risâle-i Nûrları tanırken bana gelen nimet ile bana vesîle olan kişiye gelen tanıtma ve ifâde nimeti birlikte tayin edilmiş ve iktirân olmuş. Allah tarafından bana tanıma nimeti diğer kişiye ise tanıtma ve ifâde nimeti birlikte verilmiş. İşte burada bu iki nimeti de gönderen Yüce Allah olduğu için birbirimize minnet yerine bizlere birlikte yapılan ihsâna şükretmek ve birbirimizi bu nimetlere mazhar olduğumuz için tebrîk etmek gerekir. Minnettarlık olmaması gerekir, ancak birbirimize duâya vesîle olabilir. İllet ise hakîkî sebeptir. Hayırlarda hakîkî illet yani sebep müessir-i hakîkî olan Allahtır. Şerlerde ise hakîkî illet tahrip ve ademe sebep olup hayrı önlediği için bizim nefsimizdir. Çünkü hayrın terki şerdir ve vücût için gerekli olan şartları terk ettiğinden hayır için gerekli olan şartlar eksik kalır. İrâde ve kudret-i rabbâniye o şeyin vücûdunu hikmeti gereğince yaratmaz. Böylece şeytanın da telkiniyle hayrı terk ettiren nefsimiz şerlerde hakîkî illet sahibi olur ve mes’ul olur.
* “İşte bu mağlâtanın ne kadar hatası zâhir olduğunu anla ve esbabperestlerin de ne kadar hata ettiklerini bil. (On Yedinci Lem’a ) “
* “Bir nimet sana geliyor. Fakat bir insanın sana karşı ihsân niyeti o nimete mukârin olmuş. Fakat illet olmamış. (On Yedinci Lem’a )”
**Bir nimet bize gelirken bir insanın bize karşı ihsân etme ve iyilik niyeti o nimete mukârin yani yakın olur. Fakat illet olmuyor. Çünkü o kişinin ihsâ etme ve iyilik yapma niyeti o ihsânın vücûdu için sadece bir şattır. Vücûdun ortaya çıkacağı hakîkî sebep olan illet değildir.
* “Evet, o adam ihsân etmeyi niyet etmeseydi o nimet sana gelmezdi, nimetin ademine illet olurdu. (On Yedinci Lem’a )”
**Evet o adan bu ihsân etmeyi ve iyilik niyetini yapmasaydı o nimet bizlere gelmezdi, çünkü o nimet için gerekli şartlar esik kalırdı ve o nimetin ademine yani yokluğuna hakîkî sebep olurdu.
* “Fakat, mezkûr kâideye binâen, o meyl-i ihsân, o nimete illet olamaz. Ancak yüzer şerâitin bir şartı olabilir. (On Yedinci Lem’a )”
**Demek ki o ihsân meyli, o nimetin yüzer şartından sadece birisidir. Yoksa o nimete o ihsân niyeti hakîkî sebep değildir.
* “Meselâ, Risâle-i Nûr’un şakirtleri içinde Cenâb-ı Hakkın nimetlerine mazhâr bazı zatlar (Hüsrev, Refet gibi), iktirânı illetle iltibas etmişler, Üstadına fazla minnettarlık gösteriyorlardı. Halbuki, Cenâb-ı Hak onlara ders-i Kur’ânîde verdiği nimet-i istifâde ile, Üstadlarına ihsân ettiği nimet-i ifâdeyi berâber kılmış, mukârenet vermiş. (On Yedinci Lem’a )”
**Burada ise Üstad’a Allah tarafından ifâde nimeti ile ağabeylere istifâde nimeti berâber verilmiş ve bu nimetler yani ifâde ve istifâde nimeti birbirine yakın kılınmış ve iktirân edilmiş. Yani bu iki nimetin yüzer şartları tamam olmuş ve Allah bu ifâde nimeti ile istifâde nimetini berâber yakın kılmış ve bundan sonra ise irâde ve kudret-i rabbâni tecelli ederek bu nimetler yaratılmıştır.
* “Onlar derler ki: “Eğer Üstadımız buraya gelmeseydi biz bu dersi alamazdık. Öyleyse onun ifâdesi, istifâdemize illettir. (On Yedinci Lem’a )”
**Buradan da anlaşılıyor ki ifâde ve istifâde nimetleri birbirine illet değildir. Cenâb-ı Hak şartlar tahakkûk ettikten ve hikmeti de gerekli gördükten sonra bu nimetleri yaratabilir. Bunun için sebepler tesir edici değildir. Önemli olan nimetlerin yüzer şartlarının tahakkuk etmesi ve ondan sonra irâde ve kudret-i Rabbâniyenin hikmetini beklemektir ki zaten ekseriyetle yüzer şartların içtimâsından sonra yapılan bu fiilî ve kavlî duâlar o nimetlerin Allah’ın kudreti ile yaratılmasını netice veriyor.
* “ Ben de derim: Ey kardeşlerim! Cenâb-ı Hakkın bana da, sizlere de ettiği nimet beraber gelmiş. İki nimetin illeti de rahmet-i İlâhiyedir. Ben de sizin gibi, iktirânı illetle iltibas ederek, bir vakit Risâle-i Nûr’un sizler gibi elmas kalemli yüzer şakirtlerine çok minnettarlık hissediyordum. Ve diyordum ki: “Bunlar olmasaydı, benim gibi yarım ümmî bir biçare nasıl hizmet edecekti?” Sonra anladım ki, sizlere kalem vasıtasıyla olan kudsî nimetten sonra, bana da bu hizmete muvaffakiyet ihsan etmiş. Birbirine iktirân etmiş; birbirinin illeti olamaz. Ben size teşekkür değil, belki sizi tebrik ediyorum. Siz de bana minnettarlığa bedel, duâ ve tebrîk ediniz. (On Yedinci Lem’a ) “
* “Bu Dördüncü Meselede gafletin ne kadar dereceleri bulunduğu anlaşılır.(On Yedinci Lem’a ) “
Esbab-ı zâhiriye eliyle gelen nimetleri o esbab hesabına almamak gerektir. Eğer o sebep ihtiyâr sahibi değilse (meselâ hayvan ve ağaç gibi), doğrudan doğruya o nimeti Cenâb-ı Hak hesabına verir. Madem o lisan-ı hal ile Bismillâh der, sana verir. Sen de Allah hesâbına olarak Bismillâh de, al.
Eğer o sebep ihtiyar sahibi ise, o Bismillâh demeli, sonra ondan al. Yoksa alma. Çünkü”Üzerine Allah’ın adı zikredilmeyen şeylerden yemeyin.” En’âm Sûresi, 6:121.)âyetinin mânâ-yı sarihinden başka bir mânâ-yı işarîsi şudur ki: “Mün’im-i Hakikîyi hatıra getirmeyen ve Onun namıyla verilmeyen nimeti yemeyiniz” demektir.O halde, hem veren Bismillâh demeli, hem alan Bismillâh demeli. Eğer o Bismillâh demiyor, fakat sen de almaya muhtaçsan, sen Bismillâh de, onun başı üstünde rahmet-i İlâhiyenin elini gör, şükürle öp, ondan al. Yani, nimetten in’âma bak, in’amdan Mün’im-i Hakikîyi düşün. Bu düşünmek bir şükürdür. Sonra o zâhirî vasıtaya istersen dua et; çünkü o nimet onun eliyle size gönderildi.(On Yedinci Lem’a )
**Yukarıdaki bölümde On Yedinci Lem’a’da mevzûmuz ile ilgili yerin hemen üstündeki kısımdır. Bu bölümden de mukârenet ve iktirân meselesine bakalım inşâallah.
Yukarıya göre bize gönderilen nimetlerde zâhiri sebeplere prestiş edilmemesi gerekiyor. Çünkü ihtiyâr sahibi olmayan vasıtalarla gelen nimetleri-inek, tavuk, ağaç, bitki gibi- o vasıtalar direk Allah nâmına verdikleri için mânen bismillâh diyorlar. Eğer bize gelen nimetler ihtiyâr sahibi bir insanın eliyle geliyorsa o ihtiyâr sahibi nimeti bize verirken bismillâh demeli, bizde alırken bismillâh demeliyiz. Bismillâh demiyorsa almamalıyız. Ancak almaya muhtaç isek -ki bunun değerlendirmesini her nefis kendisi yapmalıdır- o kişi bismillâh demese de bizler onun başının üzerindeki merhamet- ilâhînin elini görüp almalıyız, o eli öpmek gerekir ve bu öpmek mânevî bir şükür olur. Bundan sonra ise istersen o vasıtaya duâ edebiliriz. “Çünkü o nimet onun eliyle size gönderildi. “
Demek ki bizlere gelen nimetlerde çok ince sırlar tezâhür ediyor ve bizler bunların sıradan yaşandığını zannediyoruz.
Sanırım bu ince sır şöyle oluyor. Diyelim ki ben bir yerden alışveriş yapacağım ve bu alışverişi yapmak mecburiyetindeyim. Benim ihtiyaç mecburiyetim ve meylim ile satıcının malını insanlara satmaya ve ulaştırmaya vesilelik meyli bu nimete mukârenet ediyor. Yani iki niyet bu nimetin gelmesine yakın oluyor. Hakikî illet olmuyor. Yüce Allah bu iki niyetin bu nimetlere mukârenetini kabul ediyor ve iktirân dediğimiz iki nimet birden Allah tarafından gönderiliyor.
İşte burada bu nimetleri gönderen ve bu fiilleri yaratan ise irâde ve kudret-i Rabbâniye oluyor. Demek ki bizim çok basit gördüğümüz hadiselerde bile bu kadar ince sırlar tahakkuk ediyorsa ki öyle, dünyada yaşanan bütün hadisât-ı âlem perdeleri arkasında da ince ince sırların yaşanması ne büyük bir Kudret-i Rabbaniye ile karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Bu tevhidî bakışla gaflet perdeleri parçalanıyor inşâallah.
Eğer bizler ihtiyacımız olan ve mecbur olduğumuz nimetler için meyil ve niyet yapmaz isek o nimetin gelmemesine veya gönderilmemesine hakîkî illet yani sebep oluyor ve yüzer şarttan bir şart eksik kalıyor. Yüce Rabbimizin de irâde ve kudret-i Rabbaniyesi tecelli etmiyor.
Bu nedenle zahiri sebeplere takılmamak gerekir, o sebeplerin yüzer şarttan sadece birisi olduğuna dikkat etmek gerekir ki esbabperestlerin vartalarına düşmeyelim. Zahiri sebeplerin arkasında işleyen irâde ve Kudret-i Rabbaniyeyi ve hakîkî nimet sahibini görelim. Bizler ise duâlarımızla, niyetlerimizle ve niyet-i ihsânlarımızla bu nimetlere mukârenet edelim. Rabbimiz de bu niyetlerimizi kabul edip bu nimetleri iktirân ederek bizlere göndersin. Ba’zen mecbur olduğumuzda yukarıdaki ifâdeye göre bismillâh demeyen birinin eliyle dahi Rabbimiz bizlere o nimetleri iktirân ediyor olduğunu bilelim.
Yağmur ve İktiran
Mukârenet ile iktirân meselelerine üst kısımlarda bir takım açılımlar yapmaya gayret ettik. Burada ise Yağmur ve iktirân meselesine bakmaya çalışalım.
Kâinatta en mühim hakîkat ve en kıymettar mâhiyet vücut, hayat, nur, rahmettir ki, bu dört şey perdesiz, vasıtasız, doğrudan doğruya kudret-i İlâhiye ve meşiet-i hassa-i İlâhiyeye bakar. Sair masnuatta zâhirî esbab kudretin tasarrufâtına perde oluyorlar. Ve muttarid kanunlar ve kaideler, bir derece irade ve meşiete hicap oluyor. Fakat vücut, hayat, nur ve rahmette o perdeler konulmamış. Çünkü perdelerin sırr-ı hikmeti o işte cereyan etmiyor.(On Altıncı Lem’a )
Şimdi bu açıklamalara göre yağmur ve iktirân meselesine nasıl bakmamız gerekir? Yağmur doğrudan doğruya perdesiz ve vasıtasız kudret-i ilâhîye ve meşiet-i hassâ-i ilâhîyeye bakıyor. Yağmur genel mânâ ile rahmettir ve büyük bir nimettir. Bu nimete mukârin olan ve iktirân eden ne olabilir? Çünkü yağmur bütün mahlûkata birlikte gönderilen çok büyük bir nimet-i ilâhîdir. Mâdem yağmurda Yüce Rabbimiz vasıtaları ve sebepleri perde yapmıyor. O zaman bu yağmur nimetine mukârenet eden rahmete muztâr olan mahlûkatın ızdırâr dili ile yaptıkları duâlar olması muhtemeldir diye düşünüyorum. Bitkilerin ve hayvanların ızdırâr dili ile yaptıkları duâlar ile bizlerin hem ızdırâr hem de kavlî olarak yaptığımız duâlar yağmurun gelmesine mukârenet ederek iktirân oluyor ve Yüce Rabbimiz de perdesiz ve vasıtasız yağmuru iktirân ederek bütün mahlûkata birlikte gönderiyor diye tefekkür etmeye çalışıyorum. İnşallâah isâbet ediyorumdur. Bu tefekkürüme şu kısım da kuvvet veriyor diye düşündüm.
“Madem vücutta en mühim hakâkat rahmet ve hayattır. Yağmur, hayata menşe ve medâr-ı rahmet, belki ayn-ı rahmettir. Elbette vesâit perde olmayacak, kâîde ve yeknesâklık dahi meşiet-i hassâ-i İlâhîyeyi setretmeyecek. Tâ ki, her vakit, herkes, herşeyde şükür ve ubûdiyete ve sual ve duâya mecbur olsun. Eğer bir kâîde dâhilinde olsaydı, o kâîdeye güvenip, şükür ve ricâ kapısı kapanırdı. (On Altıncı Lema)
Bu kısımda mânidârdır. Duâların vaad-i ilâhîye iktirân olması ile ilgili bu bölümde bana çok mânidâr geldi:“Halbuki bir duâ bir defa kabule mazhar olsa yeter. Milyonlarca duâları makbûl olan zatlar musırrâne duâ etmesi ve bilhassa o şey vaad-i İlâhîye iktirân etmiş ise…( Altıncı Şua) Burada da duâların vaad-i ilâhîye iktirân etmesi ilginç. Demek ki bizim duâlarımız nimetlere -Risâle-i Nûrda büyük bir nimettir- vaad-i ilâhî cihetinde iktirân ediyor ve Allah bu nimetleri kudreti ve irâdesi ile yaratıyor.
Risâle-i Nûr ve iktirân meselesi
Şimdide Risâle-i Nûr, mukârenet ve iktirân meselesini anlamaya çalışalım inşâallah. Gayret bizlerden muvaffakiyet ise Yüce Allah’tandır.
Biliyoruz ki Risâle-i Nurlar Kur’ân’ın ve sünnet-i peygamberînin(asm) bu asra bakan mânevî bir tefsiri ve mucîzesidir. Aynı zamanda Risâle-i Nûrlar beşeriyetin ebedî hayatının kurtulmasında en tesirli bir vesîledir. Kim elini ona atsa kurtulur. O zaman Risâle-i Nûrlara da büyük bir nimet ve rahmet olarak bakabiliriz. Hakâkatte de öyledir.
Şimdi şöyle sorabiliriz. Risâle-i Nûrlara mukârenet eden ve bu nimetin bizlere gönderilmesine iktirân olan nedir?
Yukarılardaki îzâh ve Risâle-i Nûrlardan ilgili yerlerden anladığımıza göre Risâle-i Nûrların zuhûrundaki mukârenet eden sır insanlığın ortak vicdanı olsa gerek. Çünkü “Dimağ tadil-i eşgal etsede vicdan etmez. Vicdan nezzardır, kalp penceresidir.”der Üstad Bedîüzzamân Hazretleri. Yine bir yerde ise “Herkes uyanık vicdanını dinlese vicdan saniini arar ve bulur.” der. Çünkü vicdan denilen fıtrat-ı zişuur Allah’ı bize ta’rif eden dördüncü bir delildir. O zaman bu îzâhlardan sonra beşeriyetin ortak ızdırârî vicdanı Risâle-i Nûr gibi bir nimetin iktirân olarak gönderilmesinin mukârenetine sebep olmalıdır. Burası meselenin bir ayağıdır. Diğer ayağı ise Hz.Üstad Bedîüzzamân Saîd Nursî’nin Risâle-i Nûrlara mazhâriyeti ve duâsıdır. İşte beşeriyetin fıtrî zîşuuru olan vicdani ızdırâr hali ile ve kavlî duâları ile Üstad Bedîüzzamân Hazretlerinin bu hakîkatlere mazhâriyeti ve duâsı Risâle-i Nûr hakîkatlerinin ilhâmat, ihtârat, sünûhât ve feyz-i Kur’ân ile zuhûruna mukârenet etmiş ki, Risâle-i Nûr gibi bir nimet insanlığın gündemine ve hayatına iktirân edilmiştir diyebiliriz.
Bizlere istifâde ve istifâza nimeti ve ciheti ile Üstad Bedîüzzamân Hazretlerine ifâde etme nimeti ve ciheti birlikte iktirân edilmiştir diye düşünebiliriz. Bizler ise bu hakîkatlere uzak durmayarak ve meylederek irâde-i cüz’iyemizle mukârenet ederken, birileri de bu hakîkatleri bizlere ulaştırmak için niyet-i ihsân ediyor ve bizlere bu nimet böylece iktirân ediliyor ve nasib oluyor.
Ya Risâle-i Nûr nimetine uzak duranlar ve irâde-i cüz’iyesi ile meyletmeyenler ve mukârenet etmeyenler (yakın durmayanlar ma’nâsında) ise yüzer şarttan bir şartı yerine getirmedikleri için o nimete mazhâr olamıyorlar diyebiliriz. Bizler ne kadar arzu etsek de muhataplarımız istemezse bu nimetin ademine kendileri hakîkî sebep oluyor olmalılar. Sanırım bazı insanların Risâle-i Nûr gibi Kur’ân hakîkatlarından feyizlenememelerine en büyük sebep burası olmalıdır. Onun Üstad Bedîüzzamân Hazretleri;”Risale-i Nurlar herkese nasip olmaz.”der. “Risâle-i Nûrlar müşteri aramaz, müşterinin aklı varsa o arasın.” der. Risâle-i Nûr yalvarmaz, aklı varsa müşteriler yalvarsın” yani istesin ve meyletsin.
Ben bu dersin tefekkürî açılımlarından şu ince dersleri de çıkardığımı beyân etmek isterim. Meselâ Risâle-i Nûr dairesinde bulunan kardeşlerin dahi Risâle-i Nûrlara muhatabiyetlerinde ve hakîkatlerin onlara açılmasında dahi bu sırrı düşünüyorum. Yani kim ki Risâle-i Nûrlara çok yoğunlaşıyor ve mukârenet ediyorsa (yakın oluyor ve yaklaşıyorsa) o kişilere bu hakîkatler ve nimetler Rabbimiz tarafından dahâ fazla iktirân edilerek sırlar çözülüyor. Ben son olarak şöyle düşünüyorum. Kim ki kalbini ve niyetini Risâle-i Nûrlara açıyorsa çok dahâ fazla mukârenet ediyor (yakın oluyor) ve Risâle-i Nûrların da kendisine dahâ fazla açılmasına ve iktirâna vesîle oluyor.
Çünkü bir nimetin vücudu, o nimetin umum mukaddemâtına ve şerâitine terettüp eder.
Halbuki o nimetin ademi, birtek şartın ademiyle oluyor. Meselâ, bir bahçeyi sulayan cetvelin deliğini açmayan adam, o bahçenin kurumasına ve o nimetlerin ademine sebep ve illet oluyor. Fakat o bahçenin nimetlerinin vücudu, o adamın hizmetinden başka, yüzer şerâitin vücuduna tevakkufla beraber, illet-i hakikî olan kudret ve irade-i Rabbâniye ile vücuda gelir.Evet, iktirân ayrıdır, illet ayrıdır. Meselâ, Risâle-i Nûr’un şakirtleri içinde Cenâb-ı Hakkın nimetlerine mazhar bazı zatlar (Hüsrev, Refet gibi), iktirânı illetle iltibas etmişler, Üstadına fazla minnettarlık gösteriyorlardı. Halbuki, Cenâb-ı Hak onlara ders-i Kur’ânîde verdiği nimet-i istifade ile, Üstadlarına ihsan ettiği nimet-i ifadeyi beraber kılmış, mukarenet vermiş.
Mukarenet; yaklaşma, kavuşma manasında düşünülmasi gerekir. O zaman şu kısmda daha iyi anlaşılabilir.”Halbuki bir dua bir defa kabule mazhar olsa yeter. Milyonlarca duaları makbul olan zatlar musırrâne dua etmesi ve bilhassa o şey vaad-i İlâhîye iktirân etmiş ise…( Altıncı Şua) “
Şu kısımlardan da iktirâna bakabiliriz.
İ‘lem ey zikreden ve namaz kılan kardeş! Eşhedü en lâ ilâhe illâllah ve Muhammedün resulullah ve Elhamdü lillâh gibi mübarek kelimelerle ilân ettiğin ve hüküm ve iddia ettiğin bir dâvâ ve işhad ettiğin bir itikad, lisanından çıkar çıkmaz, milyonlarca mü’minlerin tasdik ve şehadetlerine iktirân eder.( Mesnevî-i Nuriye)
İ’lem eyyühe’l-aziz! “Bazı duâlar icabete iktirân etmez” diye iddiada bulunma. Çünkü dua bir ibadettir…
…Ve keza, zâlimlerin tasallutu ve belâların nüzulü, bazı hususî dualara vakittir. Bu vakitler bâki kaldıkça, o namazlar, o dualar yapılır. Eğer bu vakitlerde dünyevî maksatlar hasıl olursa, zaten nurun alâ nur. Ve illâ, “İcabet duaya iktirân etmedi” diyemezsin. Ancak, “Henüz vakit inkıza etmemiş, duaya devam lâzımdır” diyebilirsin. Çünkü o maksatlar duaların mukaddemesidir, neticesi değillerdir. Cenab-ı Hakkın duaların icabetine vaad etmesi ise, icabet ayn-ı kabul değildir. Yani, icabet kabulü istilzam etmez. Duaya herhalde cevap verilir. Cevapsız bırakılmaz. (Mesnevî-i Nuriye)
Şimdide Risâle-i Nûrlardan “mukârenet” ile ilgili yerleri alalım.
Ey esbabperest ve tabiata tapan biçare adam! Madem herşeyin tabiatı, herşey gibi mahlûktur; çünkü san’atlıdır ve yeni oluyor. Hem her müsebbep gibi, zâhirî sebebi dahi masnudur. Ve madem herşeyin vücudu pek çok cihazat ve âletlere muhtaçtır. O halde, o tabiatı icad eden ve o sebebi halk eden bir Kadîr-i Mutlak var. Ve o Kadîr-i Mutlakın ne ihtiyacı var ki, âciz vesâiti rububiyetine ve icadına teşrik etsin? Hâşâ! Belki doğrudan doğruya, müsebbebi sebep ile beraber halk ederek, cilve-i esmâsını ve hikmetini göstermek için, bir tertip ve tanzim ile zâhirî bir sebebiyet, bir mukarenet vermekle, eşyadaki zâhirî kusurlara, merhametsizliklere ve noksaniyetlere merci olmak için, esbab ve tabiatı dest-i kudretine perde etmiş, izzetini o suretle muhafaza etmiş.( Yirmi Üçüncü Lem’a )
Hem de istifsar et ki: “Şartın târif-i şer’îsi olan, sair erkâna mukarin olan şeydir. Nasıl namazda şart olan istikbal-i kıbleye intibak eder? Hâlbuki yalnız kıyam ve yarı kuudda mukarenet vardır.”( Muhâkemat)
Abdülbâkî Çimiç