İttihâd-i İslâm ve İsevîlik Şahs-ı Mânevîsi

İttihâd-i İslâm için İsevîlik şahs-ı mânevîsinin yardımına ihtiyaç vardır. Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri bu noktaya işâreten şu îzâhatı yapmıştır:” Hattâ, hadîs-i sahihle, âhirzamânda İsevîlerin hakîkî dindarları ehl-i Kur’ân ile ittifâk edip, müşterek düşmanları olan zındıkaya karşı dayanacakları gibi; şu zamanda dahi ehl-i diyanet ve ehl-i hakîkat, değil yalnız dindaşı, meslektaşı, kardeşi olanlarla samimî ittifâk etmek, belki Hıristiyanların hakîkî dindar rûhanîleriyle dahi, medâr-ı ihtilâf noktaları muvakkaten medar-ı münâkaşa ve nizâ etmeyerek, müşterek düşmanları olan mütecaviz dinsizlere karşı ittifâka muhtaçtırlar.[1]”

Hem On Beşinci Mektup’taki bir bahiste de çok mühim açıklamalar vardır. Şöyle ki; “Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlûp olan İsevîlik ve İslâmiyet, ittihâd neticesinde dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak istidâdında iken, âlem-i semâvatta cism-i beşerîsiyle bulunan şahs-ı İsâ Aleyhisselâm, o din-i hak cereyanının başına geçeceğini, bir Muhbir-i Sadık, bir Kadîr-i Külli Şeyin vaadine istinad ederek haber vermiştir. Madem haber vermiş, haktır. Madem Kadîr-i Külli Şey vaad etmiş, elbette yapacaktır.[2]”Risâle-i Nûrlarda konumuza ışık tutacak diğer noktalar ve mes’eleler ise şunlardır:

“O zatın üçüncü vazîfesi, hilâfet-i İslâmiyeyi ittihad-ı İslâma bina ederek, İsevî rûhanîleriyle ittifak edip din-i İslâma hizmet etmektir.[3]” İşte burası da ittihâd-i İslâm için İsevîlik şahs-ı mânevîsinin yardımına ihtiyaç vardır dediğimiz noktadır.

Bundan başka Bedîüzzamân Hazretleri şu noktalara da temas etmektedir. “Şahs-ı İsa Aleyhisselâmın kılınciyle maktul olan şahs-ı Deccalın, teşkil ettiği dehşetli maddiyyunluk ve dinsizliğin azametli heykeli ve şahs-ı mânevîsini öldürecek ve inkâr-ı ulûhiyet olan fikr-i küfrîsini mahvedecek ancak İsevî rûhânileridir ki, o rûhâniler din-i İsevînin hakîkatini hakîkat-i İslâmiye ile mezc ederek o kuvvetle onu dağıtacak, mânen öldürecek.[4]”

“Din-i İsevînin hakikîsini esas tutan İsevî rûhanîlerin cemaati ve onlara karşı dinsizliği tervice başlayan cemaat tecessüm etseler, bir minare yüksekliğinde bir insanın yanında, bir çocuk kadar da olamaz.[5]” izâhı da İsevî rûhanîler cemaatinin dinsizliğe karşı azda görünseler mânevî kuvvet ve kıymet ile o dinsizliği mağlup edeceği bildirilmektedir.

Bedîüzzamân Hazretleri’nin bir diğer uyarısı da şöyledir. “Misyonerler ve Hıristiyan rûhanîleri, hem Nurcular, çok dikkat etmeleri elzemdir. Çünkü, herhalde şimal cereyanı, İslâm ve İsevî dininin hücûmuna karşı kendini müdafaa etmek fikriyle, İslâm ve misyonerlerin ittifaklarını bozmaya çalışacak.[6]” Öyleyse şimal cereyanı olan dinsizlik kuvvetine karşı özellikle İsevî rûhâniler ve Nurcular çok dikkat etmelidirler ki ittihad-ı İslâma için İsevî rûhanîleriyle ittifak edip din-i İslâma hizmet etme noktasında yanlış yapılmasın ve basılmasın.

Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri yine önemli açıklamalar yaparak şu noktaları da açıkşığa kavuşturmaktadır: “Hem âlem-i insaniyette inkâr-ı ulûhiyet niyetiyle medeniyet ve mukaddesât-ı beşeriyeyi zîrüzeber eden Deccal komitesini, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın din-i hakîkîsini İslâmiyetin hakikatiyle birleştirmeye çalışan hamiyetkâr ve fedakâr bir İsevî cemaati namı altında ve “Müslüman İsevîleri” ünvanına lâyık bir cemiyet, o Deccal komitesini, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın riyaseti altında öldürecek ve dağıtacak, beşeri inkâr-ı ulûhiyetten kurtaracak.[7]”

Bu alıntılardan sonra şu açıklamaları yapabiliriz. İttihad-i İslâm’ın müsbet Avrupa ile ittifâktan geçeceğini söyleyebiliriz. Bu İsevîlik şahs-ı mânevîsi ile hürriyet-i şer’iyenin te’sisi ve istibdâd-ı mutlakın kırılması ile olacaktır. Yani önce Anadolu tasaffî edecek ve Âlem-i İslâm’a numûne-i imtisâl olacaktır. Çünkü Bedîüzzamân Hazretleri “İttihâd cehil ile olmaz.” der. Şu gelen yerde de bunun işaretler vardır. “Husûsan oradaki eski tahrîbâtı ta’mirâta başlayan hakîkî vatanperverler olan Demokrat namında hamiyetli Ahrarlar, yani hürriyetperverler, Nur ve Nurcuları takdîr etmelerine çok minnettarım. Onların muvaffakiyetine çok duâ ediyorum. İnşâallah, o Ahrarlar istibdâd-ı mutlakı kaldırıp tam bir hürriyet-i şer’iyeye vesîle olacaklar.[8]”dır.

Elbette ki Risâle-i Nur’da bu bahsimize bakan başka noktalar da vardır. Özellikle müsbet Avrupa’ya bakan cihetler önem arz etmektedir. Sırayla konumuza mihenk olabilecek yerleri alacak olursak;”Hakîkat tahavvül etmez, hakîkat haktır.[9]” önemli bir düstûrumuzdur. “Maatteessüf, güzel şeylerimiz gayr-ı müslimler eline geçtiği gibi, güzel olan ahlâklarımızı da yine gayr-ı müslimler çalmışlar. Güya bir kısım içtimâî ahlâk-ı âliyemiz yanımızda revaç bulmadığından, bize darılıp onlara gitmiş. Ve onların bir kısım rezâili, kendileri içinde çok revaç bulmadığından cehaletimizin pazarına getirilmiş.[10]” sırrınca o güzel şeylerimize tâlibiz. Çünkü o güzellikleri küstürmüşüz ve kaçırmışız. Cehalet pazarımızda o güzelliklere rağbet olmamış ve onlarda bizlere küsüp ecnebilere gitmiş.

”Her şeyin en güzelini al.” kâidesiyle sana hoş gelen şeyleri al, sana hoş gelmeyenleri bana bırak,[11]” sırrınca da ecnebilerdeki her şeyi değil, her şeyin en güzeline tâlibiz ve en güzelini almalıyız. Ecnebilerden alacağımız bilgi, sanat ve terakki için söylenen şu cümle çok müşkülümüzü hallediyor. “Ecnebilerden alınan maddî bilgiler, san’at ve terakkiye ait ise lâzımdır, sefâhata dair ise muzırdır.[12]” Buraya göre neye tâlib olduğumuz ve neyin muzır olduğu çok açık olarak ortaya konulmuş oluyor.

“Bunu da inkâr etmem, medeniyette vardır mehâsin-i kesire. Lâkin, onlar değildir ne Nasrâniyet malı, ne Avrupa icâdı, Ne şu asrın san’atı. Belki umûm malıdır. Telâhuk-u efkârdan, semâvî şerâyiden(semâvî şerîatlardan), hem hâcât-ı fıtrîden(fıtrî ihtiyaçlardan), husûsî şer-i Ahmedî, İslâmî inkılâptan neş’et eden bir maldır. Kimse temellük etmez(mülk edinemez).[13]“ Öyleyse “Ecnebilerden alınan maddî bilgiler, sanat ve terakkiye ait ise lâzımdır, sefâhata dair ise muzırdır.[14]”

”Biliniz ki: Bizim muradımız, medeniyetin mehâsini ve beşere menfâati bulunan iyilikleridir. Yoksa medeniyetin günâhları, seyyiâtları değil ki; ahmaklar o seyyiâtları, o sefahetleri mehâsin zannedip; taklid edip, malımızı harap ettiler. Ve dini rüşvet verip, dünyayı da kazanamadılar. Medeniyetin günâhları, iyiliklerine galebe edip, seyyiâtı hasenatına râcih gelmekle, beşer iki harb-i umûmî ile iki dehşetli tokat yiyip, o günahkâr medeniyeti zir ü zeber edip öyle bir kusdu ki, yeryüzünü kanla bulaştırdı.[15]

“Şerîat-ı Ahmediyenin (asm) tazammum ettiği ve emrettiği medeniyet ise ki; medeniyet-i hâzıranın inkışâ’ından (yarılmasından) inkişaf edecektir. Onun menfî esâsları yerine, müspet esâslar vaz’eder.[16]” ”Avrupa ve Amerika’dan getirilen hakîkatler yine İslâm’ın malı olan fen ve sanatı tevhid nuru ile yoğurarak hayata geçirmeliyiz.[17]”

“Maatteessüf, güzel şeylerimiz gayr-ı müslimler eline geçtiği gibi, güzel olan ahlâklarımızı da yine gayr-ı müslimler çalmışlar. Güya bir kısım içtimaî ahlâk-ı âliyemiz yanımızda revaç bulmadığından, bize darılıp onlara gitmiş. Ve onların bir kısım rezâili, kendileri içinde çok revaç bulmadığından cehaletimizin pazarına getirilmiş.[18]” “Yanlış anlaşılmasın, Avrupa ikidir. Birisi, İsevîlik din-i hakikîsinden aldığı feyizle hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nâfi san’atları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip eden bu birinci Avrupa’ya hitap etmiyorum.[19]”

“Risâle-i Nûr’un şiddetle tokat vurduğu ve hücum ettiği felsefe ise, mutlak değildir; belki muzır kısmınadır. Çünki, felsefenin hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye ve ahlâk ve kemâlat-ı insaniyeye ve san’atın terakkiyatına hizmet eden felsefe ve hikmet kısmı ise, Kur’an ile barışıktır. Belki Ku’an’ın hikmetine hâdimdir, muaraza edemez. Bu kısma Risâle-i Nûr ilişmiyor.[20]”

Konumuza bakan Münâzarât’tan da önemli bir yeri ekleyelim. Özellikle istibdadı tedâvî edecek olan tiryak-ı meşrûtiyetin mânâsını da anlayalım.

Suâl: “İstibdat bu derece bir semm-i katil olduğunu bilmezdik. Lehü’l-hamd, parçalandı. Onu esâsiyle tedâvi edecek olan tiryâk-ı meşrûtiyeti bize târif et.”

Cevap: Bâzı memurların ef’ali, adem-i ülfetten dolayı size yanlış ders gösterdiği ve şiddetten neş’et eden müşevveşiyetle hâl-i hazırdan fehmettiğiniz meşrûtiyeti tefsir etmeyeceğim. Belki hükümetin hedef-i maksadı olan meşrûtiyet-i meşrûâyı beyân edeceğim.

İşte, meşrûtiyet وَاَمْرُهُمْ شُورٰى بَيْنَهُمْ “Onların işleri, kendi aralarında şura iledir.[21]” وَشَاوِرْهُمْ فىِ اْْلاَمْرِ ”İşlerinde onlarla istişare et.[22]” âyet-i kerîmelerinin tecellîsidir ve meşveret-i şer’iyedir. O vücud-u nûrânînin kuvvete bedel, hayatı haktır, kalbi mârifettir, lisânı muhabbettir, aklı kânundur, şahıs değildir.

Evet, meşrûtiyet hâkimiyet-i millettir; siz dahi hâkim oldunuz. Umûm akvâmın sebeb-i saadetidir; siz de saadete gideceksiniz. Bütün eşvâk ve hissiyât-ı âliyeyi uyandırır; uyku bes, siz de uyanınız. İnsanı hayvanlıktan kurtarır; siz de tam insan olunuz. İslâmiyetin bahtını, Asya’nın tâliini açacaktır.

Size müjde. Bizim devleti ömr-ü ebedîye mazhar eder. Milletin bekâsıyla ibkâ edecek; siz daha me’yus olmayınız. Bir ince tel gibi her tarafa hevâ ve hevesin tehyîci ile çevrilmeye müstâid olan rey-i vâhid-i istibdâdı lâyetezelzel bir demir direk gibi, lâyetefellel bir elmas kılınç gibi olan efkâr-ı âmmeye tebdil eder; siz de, sefine-i Nuh gibi emniyet ediniz. Herkesi bir padişah hükmüne getiriyor; siz de hürriyetperverlikle padişah olmaya gayret ediniz.

Esâs-ı insâniyet olan cüz’-ü ihtiyârı te’min eder, âzâd eder; siz de câmid olmaya râzı olmayınız. Üç yüz milyondan ziyâde ehl-i İslâmı bir aşîret gibi birbirıne rapteder; siz de o râbıtayı muhâfaza ediniz. Zîrâ meşveret perdeyi attı; milliyet göründü, harekete geldi. Milliyet içinde İslâmiyet ışıklandı, ihtizâza geldi. Zîrâ, milliyetimizin rûhu İslâmiyettir; hakîkî ve nisbî ve izâfiden mürekkeptir. Başka millete benzemiyoruz.[23]”

“Meşrûtiyet ve kânun-u esâsî işittiğiniz mesele ise, hakîkî adalet ve meşveret-i şer’iyeden ibarettir; hüsn-ü telâkki ediniz. Muhafazasına çalışınız. Zira dünyevî saadetimiz Meşrûtiyettedir. Ve istibdattan herkesten ziyade biz zarardîdeyiz.” “İstibdat, zulüm ve tahakkümdür. Meşrûtiyet, adalet ve şerîattır.

Avrupa, bizdeki cehalet ve taassup müsaadesiyle, şerîatı-hâşâ ve kellâ-istibdâda müsait zannettiklerinden, nihayet derecede kalben üzülmüştüm. Onların zannını tekzip etmek için, Meşrûtiyeti herkesten ziyade şerîat namına alkışladım. Lâkin yine korktum ki, başka bir istibdad tekrar o zannı tasdik eder diye, ne kadar kuvvetim varsa Ayasofya Camiinde meb’usana hitaben feryad ettim. Ve söyledim ki:

Meşrûtiyeti, meşruiyet ünvanı ile telâkki ve telkin ediniz. Tâ yeni ve gizli ve dinsiz bir istibdat, pis eliyle o mübareği ağrazına siper etmekle lekedâr etmesin. Hürriyeti, âdâb-ı şerîatla takyid ediniz. Zira câhil efrad ve avâm-ı nas kayıtsız hür olsa, şartsız tam serbest olsa, sefih ve itaatsiz olur. Adalet namazında kıbleniz dört mezhep olsun. Tâ ki namaz sahih ola. Zira, hakâik-i meşrûtiyetin sarahaten ve zımnen ve iznen dört mezhepten istihracı mümkün olduğunu dâvâ ettim.[24]”

Evet, hakîkat ne kadar zayıfsa da, ölmez, sûret gibi mahvolmaz. Belki teşahhuslarda, sûretlerde seyrüsefer eder. Hakîkat büyür, inkişaf eder, gittikçe genişlenir. Kışır ve sûret ise eskileşir, inceleşir, parçalanır; sabit ve büyümüş hakîkatin kametine yakışmak için, daha güzel olarak tazeleşir. Ziyade ve noksan noktasında, hakîkat ile sûret mâkûsen mütenasiptirler. Yani sûret kalınlaştıkça hakîkat inceleşir. Sûret inceleştikce, hakîkat o nisbette kuvvet bulur.[25]”

“Bu asrın Kur’ân’a şiddet-i ihtiyacını hissetmekte İsveç, Norveç, Finlandiya’dan geri kalmamak size elzemdir. Belki onlara ve onlar gibilere rehber olmak vazîfenizdir.[26]”

Bu kadar bürhan yeterlidir diye düşünüyoruz. Ancak Makalât’ta şu gelen kısım da çok mühimdir. “Evet, Avrupa’dan ahz u iktibasa(aktarma yapmaya) muhtacız. İhtiyacımız, idare-i mülk (kamu yönetimi, mülkün idaresi) ve tanzim-i kuva-i harbiye-i bahriyeden(Ordu ve deniz kuvvetlerinin düzenlenmesinden) ve fünun-u sanayiden(sanayi fenleri, tekniklerinden) işimize yarayanlardır (dinimizin emriyle). Avrupa da bizden yalnız adaleti ister ve medeniyeti bekler;tâ muvazenesi bozulmasın.[27]”

Bir de Mehmet Akif’in şu mısralarını konumuza baktığı için ekleyelim:

“Alınız ilmini Garb’ın, alınız san’atını; Veriniz hem de mesâinize son sür’atini.

Çünkü kaabil değil artık yaşamak bunlarsız;Çünkü milliyeti yok san’atın ve ilmin; yalnız.”

Şu gelen kısımları da eklememek noksan olur. Zira “ahkâm ve hukuk ise, zâten tebeddül etmez; tatbikat ve tercihâttır ki, meşverete ihtiyaç gösterir. Mebusların vazîfesi, o ahkâm ve hukuku sû-i istimâl etmemek ve bâzı kânunları yapmak, etrâfına sur etmektir. Aslın tebdiline gitmek olamaz; gidilse, intihardır.[28]”

Bir diğer önemli nokta da şudur: “Muavenet elini kabul etmek ayrıdır. Adâvet elini öpmek de ayrıdır. Bir kâfirin herbir sıfatı kâfir olmak ve küfründen neş’et etmek lâzım olmadığından, İslâmın eski ve mütecaviz bir düşmanını def’ için, bir kâfir muavenet elini uzatsa, kabul etmek İslâmiyete hizmettir.[29]“

Müsbet Avrupa’ya (AB’ye) bakarken yukarıdaki ölçüler ne kadar önemli ve gereklidir. Eğer daha dehşetli bir cereyanın def edilmesinde Müsbet Avrupa (AB) etkileyici ve pörsütücü bir vazîfe yapacaksa -ki yaptığını anlıyoruz- almazlar, giremeyiz, onlarla olmaz endişeleri yerine biz duruşumuzu ve niyetimizi doğru yapalım yeter. Almaları değil istibdadı parçalamaları ve pörsütmeleri dahi yukarıdaki alıntı ile İslâmiyet’e büyük bir hizmet olacaktır. Kâfirler bunun hikmetini bilmese de Allah dinine onlara da hizmet ettirecektir. Çünkü “Muhakkak ki Allah, bu dini fâcir adamla da teyid ve takviye eder.[30]”

Müsbet Avrupa (AB) önce bizi istibdaddan kurtaracak ve kuvvet kânunda olacak, böylece ideolojik bir devletten demokratik bir devlete geçilecek ki fikirler ve insanlar hür olsun ve hürriyet-i şer’iyenin mehasini ma’kes bulsun, cehalet izâle olsun ve ondan sonra ittihâd-ı İslâm tekâmül etsin ve vazîfeler ifâ edilebilsin. Müsbet Avrupa’nın (AB’nin) yardımı Hz. İsa (as)’nın Hz. Mehdî’ye siyâsî vazîfede yardımıdır. Çünkü buna işaret eden Bediüzzamân Hazretleri’nin mektubu şöyledir. “Gerçi hakîkat noktasında ahirzamandaki gelecek büyük Mehdî siyaseti tam dindar İsevîlere bırakıp yalnız İslâmiyet hakîkatlarını isbata, izhara, icraya çalışır.(Gayr-ı Münteşir)”

Müsbet Avrupa’ya bakışımız aslında fıtrî şerîatın penceresinden ve prensiplerinden olacaktır. Zaten batının ifsâd edici ahlâkı içimize girmiş, insanlarımızı bozmuş, bozmaya da devam etmektedir. Batıdan gelen bu menfî esâslara da içimizden çok müşteriler çıkmıştır. Şimdi bu menfî esâsların yerine kaynağı İslâm medeniyeti olan prensiplerin gelmesi gerekir. Bir de tahrip kolay olduğu için kısa zamanda çok işler başarılmıştır. Bütün insanlık sulh-u umûmîyi bekliyor, yani Kur’ân’ın prensiplerini bekliyor. Kur’ân’ı ise ancak ve ancak O’nun hakîkî bir tefsîri olan Risâle-i Nûr ile anlayacak ve öyle sarılacak ki bir daha bırakmayacaktır. Çünkü insanlığın îmâna ve İslâm’a zarûret derecesinde ihtiyacı vardır. İnsanlığın gündemine bu hakîkatlerin gelmesi için mutlaka müspet Avrupa ile ittifâk edilmesi ve Avrupa kapılarının açılması gerekiyor. Bizim Avrupa ve batıya bakışımızın altında kesinlikle îmân ve İslâmiyet ciheti vardır. Onlardan bize fıtrî şerîatın prensipleri gelirken, bizden ise onlara nûr-u îmân prensipleri gidecek ve böylece bu son âhirzamân asrı din-i İslâm’ın asrı olacaktır. Yani insanlık son zamanlarını hürriyet, adalet ve kânunda inhisâr-ı kuvvet prensiplerini hakîkî İsevîlerin şahs-ı mânevîsinin yardımını alarak îmân hakîkatlerine iyi bir zemin oluşturacaktır. Bu zeminde yani hür olan insanın hür zeminlerde hür kalbine nûr-u îmân nüfûz edecek ve böylece kalblerde ve gönüllerde İslâm’ın hâkimiyeti ma’kes bulacaktır. İslâm’ın son hâkimiyeti prensipler hâkimiyeti şeklinde olacağı için bu hâkimiyetin bir ayağını hakîkî İsevîler, diğer ayağını ise Nur Talebeleri yapacaktır. İsevîlerin şahs-ı mânevîsi demokrasi ayağında Nur Talebelerine yardım ederken; Nur Talebeleri de insanlığın tevhid ve îmân cephesinde görevini ifâ edecektir. Bunu rahmet-i ilâhiden ümîd ediyor ve bekliyoruz inşâallah.

Hem Müsbet Avrupa meselesi gâye-i hayal değil gâye-i hakîkatımız olan ittihâd-ı İslâmın kapılarının açılmasına bir vesîle olması cihetine bakılması gerekir. Bu mesele çok ince düsturlarla Risâle-i Nûrlarda işlenmiştir. Âhirzamânın istibdâd ve zulümlerinin dağıtılması için İsevîlik şahs-ı mânevîsinin hürriyet ve adalet prensiplerinin istimal edilmesidir.

Demek ki İttihad-ı İslâmın yolu hürriyetlerden geçecektir. Bu ise önce bizim hürriyetimizi netice verecek ve böylece bizim isdibdaddan kurtulmamız diğer İslâm ülkelerinin de hürriyetine vesîle olacaktır. Bu hürriyetler çerçevesinde ise ittihâd-ı İslâmın yolu açılacak ve ittihâd-ı İslâm ise ondan sonra vukû’ bulacaktır.

İlahiyatçı bir hocamızın[31] çalışmalarından da istifâde ettiğim konu ile ilgili yorumlarımız şöyledir. Peygamberimiz (asm) “Benden önce dünyaya iki Müslüman, iki müşrik dört kişi hâkim olacaktır. Müşrik olanlar Nemrud ve Baht-ı Nars; Müslüman olanlar ise Zülkarneyn ve Süleyman(as)’dır. Benden sonra ise neslimden gelen Mehdî beşinci olarak dünyaya hükmedecektir.[32]” buyurmuştur. Diğer bir rivayette ise “Süleymen (as) gibi dünyaya hükmedecektir.[33]” buyurmuştur. Bir diğer hadîs de “Mehdî, tıpkı Zülkarneyn ve Süleyman(as) gibi dünyaya hükmedecektir.[34]” hadîsidir.

Yukarıdaki rivayetler gösteriyor ki Hz. Mehdî gediğinde O’nun zamanı, Hz. Süleyman(as)’ın dönemine ve zamanına benzeyecektir. Veya Hz. Zülkarneyn(as) gibi fesâd ve zararlı fitnelerin önlenmesinde Hz. Mehdî’nin getirdiği Kur’ân hakîkatleri bir sedd-i Zülkarneyn gibi ahirzaman cereyanları olan dinsizlik cereyanlarına karşı bir sed-i Kur’ânî olacaktır ve aynen böyle olmuş ve olmaktadır. Bizler Risâle-i Nûrların sedd-i Zülkarneyn olarak bir sedd-i Kur’anî vazîfesi yaptığını biliyoruz. “O dehşetli belâdan birisi: Hıristiyan dinini mağlûp eden ve anarşiliği yetiştiren şimalde çıkan dehşetli dinsizlik cereyanı, bu vatanı mânevî istilâsına karşı Risâlei’n-Nûr, sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur’ânî vazîfesini görebilir ve âlem-i İslâmın bu mübarek vatanın ahalisine karşı pek şiddetli i’tirâz ve ithamlarını izale etmek için matbuat lisânıyla konuşmak lâzım gelmiş diye kalbime ihtar edildi.[35]” şekliyle Risâle-i Nûr’da bu hâdise yer almaktadır. Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri “Biz, bütün kuvvetimizle anarşiliğe bir sedd-i Zülkarneyn gibi, bir sedd-i Kur’ânî te’sisine çalışıyoruz.[36]” şeklinde de ifâdelerle bu mes’eleyi açıklamaktadır.

Burada daha çok Hz. Süleyman (as) zamanı ile Hz. Mehdî zamanlarındaki yaşanan olayların benzerliklerine dikkat etmek gerekir.

Yukarıdaki rivâyetler gösteriyor ki Hz. Mehdî zamanı, Hz. Süleyman (as) zamanına benzeyecektir. Çünkü Hz. Süleyman(as) zamanı gibi Hz. Mehdî zamanında da servet ve saltanat olacak, bir günde iki aylık mesafelere gidilip gelinecek. Celb-i sûretler ve seslerle çok uzak mesafeler görülecek ve haberler işitilecek. İnsanlar zenginlik ve refah içersinde olacak ve böyle bir hal yaşayacaklar. Ancak bu hâdiselerin yaşanmasında bir fark olacak. Hz. Süleyman (as) zamanında bu hâdiseler mucîze şeklinde yaşandı; Hz. Mehdî zamanında ise bu hâdiseler teknolojik gelişmeler olan ve şerîat-ı fıtriye kânunları olarak bilinen fıtrî şerîat kânunlarına uyularak yaşanacaktır. Şimdi ise bu gelişmeler aynen Hz. Süleyman (as) zamanına benzer şekliyle yaşanmaktadır. Yalnız bir farkla, o zamanda saltanat ve servet husûsî olarak Hz. Süleyman(as)’a has idi, şimdi ise umûmîdir ve ekseriyete şâmildir.

Dünya hiç bir asırda bu derece servet ve saltanata şahit olmamıştır. İki aylık mesafeyi her isteyen bir günde gidip dönebiliyor. Dünyayı evinden ta’kîp edebiliyor, görüyor ve işitiyor.

Hâkimiyetler artık mânevî ve prensipler hâkimiyeti şekline girmiştir. Zirâ’ herkes hürdür. Hür olan insanın ancak kalbine ve rûhuna hâkim olmakla gerçek hâkimiyet sağlanır. Bu ise inanç ve fikirle olur. Hz. Mehdî İslâm’ın Tevhid inancını kemal-i vuzuh ile îzâh ettiği için tüm kalpler ve gönüllerde hükmedecektir. Nitekim bu zamanda insanlığa hükmeden yine Hz. Muhammed (asm)’dir. Hz. Mehdî bu hâkimiyeti güçlendireceği için Hıristiyanlık âlemine de Tevhidi hâkim kılacağından dolayı Hz.İsa(as), Mehdîye tabi olacaktır. Zira yapacağı başka bir şeyi yoktur. Böylece Hıristiyanlık âlemine de Tevhidi hâkim kılacağından Hıristiyanlık İslâm’a tabi olacak, ahkâmda Kur’ân’ı rehber edecektir. Çünkü “mânen Hıristiyanlık bir nevi İslâmiyete inkılâp edecektir. Ve Kur’ân’a iktida ederek, o İsevîlik şahs-ı mânevîsi tâbi ve İslâmiyet metbû makamında kalacak, din-i hak bu iltihak neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktır.[37]”

“Hem âlem-i insaniyette inkâr-ı ulûhiyet niyetiyle medeniyet ve mukaddesât-ı beşeriyeyi zîrüzeber eden Deccal komitesini, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın din-i hakikîsini İslâmiyetin hakîkatiyle birleştirmeye çalışan hamiyetkâr ve fedakâr bir İsevî cemaati namı altında ve “Müslüman İsevîleri” ünvanına lâyık bir cemiyet, o Deccal komitesini, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın riyaseti altında öldürecek ve dağıtacak, beşeri inkâr-ı ulûhiyetten kurtaracak.[38]”

Hem de “Âhirzamanda, felsefe-i tabiiyenin verdiği cereyan-ı küfrîye ve inkâr-ı ulûhiyete karşı, İsevîlik dini tasaffi ederek ve hurafattan tecerrüd edip İslâmiyete inkılâp edeceği bir sırada, nasıl ki İsevîlik şahs-ı mânevîsi, vahy-i semâvî kılıcıyla o müthiş dinsizliğin şahs-ı mânevîsini öldürür. Öyle de, Hazret-i İsâ Aleyhisselâm, İsevîlik şahs-ı mânevîsini temsil ederek, dinsizliğin şahs-ı mânevîsini temsil eden Deccalı öldürür; yani, inkâr-ı ulûhiyet fikrini öldürecek.[39]”

Siyasi hâkimiyet ise prensiplerin hâkimiyeti şeklinde olacaktır. Hz. Mehdî Kur’ân’dan aldığı siyâsî düstûrlar ve prensipler ki; Hüriyet, meşveret (seçim), adalet ve kânun hâkimiyeti gibi esâsları diğer devletlere de kabûl ettirecektir. Bu şekilde idâre edilen devletler de Mehdî’nin siyasi fikirlerine tabi olmuş olacaklardır. Böylece Hz. Mehdî, hâkimiyetini tüm dünyaya kabûl ettirmiş olacaktır. Devletleri de teshîr etmiş olacaktır. Küfrün bel kemiği inanç ve fikir yönünden kırılırken, istibdat kaleleri de Kur’ân’ın hürriyet, adalet ve kânunda inhisar-ı kuvvet prensipleriyle zir-ü zeber olacaktır.

Hz. Mehdî, Hz. İsa (as) ile beraber deccale karşı savaşırken bu savaş iki yönlü cereyan edecektir. Birincisi inanç ve fikir yönünden. Bunu tümüyle Hz. Mehdî yapacaktır. Siyâsî ve içtimâî yönden ise Hz. İsa(as) Mehdî’ye yardımcı olacak ve îmân ve fikir yönünden ise Mehdî’ye tabi olacaktır. Bunu te’yîd eden Üstadın bir mektubundan şu ifade ne kadar manidârdır. “Gerçi hakîkat noktasında ahirzamandaki gelecek büyük Mehdî siyaseti tam dindar İsevîlere bırakıp yalnız İslâmiyet hakîkatlarını isbata, izhara, icraya çalışır.(Gayr-ı Münteşir)[40]”

Demek ki Hz. Mehdî tam dindar İsevîlere siyaseti bırakmış ve onların yardımı ile “din-i İslâma” hizmet edecektir. Zaten Hz. Mehdî bizzat kendisi “İslâmiyet hakîkatlerini” ispata, izhara, icraya çalışır ve çalışmış. İslâmiyet hakîkatlarını uzun tedkikâd ile bir program olarak hazırlamış ve o programın hayata tatbikatı olan üç vazîfeyi bizzat numûne nevinden kendi hayatında talebeleri ile tatbik etmeye çalışmış. Ancak umûm ruy-u zeminde bu vazîfeleri birden tatbik etmek ve mükemmel olması muhaldir. Ne adetullah ne de onun ömrü buna yetmeyeceği için o vazîfeleri O’nun şahs-ı mânevîsi, seyyitler cemaatinin iltihakı ve İsevî rûhanilerinin yardımı ile yapılacaktır. Hz. Mehdî siyâsî vazîfeyi tam dindar İsevîlere bırakmıştır. O cihetten onlardan yardım alacak ve böylece “din-i İslâma” hizmet edecektir.

Bâkî ÇİMİÇ

[email protected]

——————————————————————————–

[1] Lem’alar,2006,s:375

[2] Mektubat,2006,s:94

[3] Sikke-i Tasdik-i Gaybî,2006,s:19

[4] Şualar,2006,s:917

[5] Kastamonu Lâhikası,2006,s:99

[6] Emirdağ Lâhikası-I,2006,s:275

[7] Mektubat,2006,s:748

[8] Emirdağ Lâhikası-II,2006,s:520

[9] Divân-ı Harb-i Örfî, s:51

[10] Münâzarât, s:100

[11] Sünûhat, s:17

[12] Mesnevi-i Nuriye, s:98

[13] Sözler, Lemeat, 2006,s:1163

[14] Mesnevi-i Nuriye,2006,s:185

[15] Tarihçe-i Hayat,2006,s:150

[16] Tarihçe-i Hayat,2006,s:209

[17] Tarihçe-i Hayat,2006,s:248

[18] Tarihçe-i Hayat,2006,s:138

[19] Lem’alar,2006,s:291

[20] Asay-ı Musa,2006,s:16

[21] Şura Sûresi:38

[22] Âl-i imran Sûresi:159

[23] Münâzarât,1998,s:23,24

[24] Tarihçe-i Hayat,2006,s:103

[25] Sözler,2006,s:864

[26] Emirdağ Lâhikası-I,2006,s:376

[27] Eski Said Dönemi Eserleri(Makâlât),2009,s. 34

[28] Münazarat,1998,s:42

[29] Sünuhat,1996,s:99

[30] Buhari, Cihad:182

[31] M.A.Kaya

[32] Ebu Davut,Kıyamet Alametleri

[33] Kavlul Muhtasar, el hytemi s,Ramuz 1/135

[34] Kitabul Burhan, s:10

[35] Emirdağ Lâhikası-I,2006,s:187

[36] Emirdağ Lâhikası-I,2006,s:70

[37] Mektubat,2006,s:95

[38] Mektubat,2006,s:748

[39] Mektubat,2006,s:16

[40] http://www.ittihad.com.tr/index.php?Itemid=30&id=116&option=com_content&task=view

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir