Kulağımla Değil, Gözümle İşitiyordum

Kulağımla Değil, Gözümle İşitiyordum
Risâle-i Nûrlarda çok önemli kelimeler, cümleler ve kavramlar olduğunu biliyoruz. Zaman zaman üzerinde saatlerce hatta günlerce tefekkür ettiğimiz cümle ve kavramlar oluyor. Tefekkür ufuklarında gezinmek, sanki okyanus derinliklerine dalmak gerekiyor. Bir nebzecik de olsa o kavramlardan ve cümlelerden nasiplenmek için çırpınıp durduğumuz anlar oluyor. Bazen zihin muhakemeyi kesiyor ve derin derin dinlenmeye koyuluyor. Bazen de beyin fırtınaları başlıyor ve o fırtınalar içerisinde bir limana sığınmak icap ediyor. Bütün bunlar bir hakikate ulaşmak ve o hakikatten nasiplenmek uğruna oluyor.

Risâle-i Nûr eserleri her kesim tarafından okunabilen bir mahiyete sahip eserlerdir. Herkes ihtiyacı miktarınca nasiplenir. Çünkü Risâle-i Nûrlar bu zamanda ehl-i imânın selâmetli, kısa bir tarîk-i Kur’ân’ıdır. Bizler inanıyoruz ki Risâle-i Nûrlar, bütün ilimleri hâvîdir. Çünkü Onlar Kur’ân’ın mânevî bir mu’cizesi ve dersidir. Elbetteki “Yaş ve kuru ne varsa ap açık bir kitapta yazılmıştır” (En’âm Sûresi, 6:5.) âyetinden, Kur’ân’ın bir aynası olduğu için Risâle-i Nûrlar da nasibini almıştır. Ancak her bir meselesini herkes göremiyor ve anlayamıyor olabiliyor.

Bu mânâda yine Risâle-i Nûr satırları arasında bulduğumuz teselli cümleleri ile rahatlıyor ve nefes alıyoruz. Bediüzzamân bizlere böyle durumlarda nasıl davranmamız gerektiğini de gösteriyor. İşte bir numunesi: “Bir bahçeye girsem iyisini intihab ederim. Koparmasından zahmet çeksem hoşlanırım. Çürüğünü, yetişmemişini görsem ‘Huz mâ safâ’ (Safa vereni al) derim. Muhataplarımı da öyle arzu ederim.” (Mesnevî-i Nuriye, 2006, s. 384)

Risâle-i Nûr bahçesine girdiğimiz zaman ise yine ümitvâr oluyoruz. Şöyle ki: “Bu ehemmiyetli risâlenin, herkes herbir meselesini anlamaz. Fakat hissesiz de kalmaz. Büyük bir bahçeye giren bir kimsenin, o bahçenin bütün meyvelerine elleri yetişmez. Fakat, eline girdiği miktar yeter. O bahçe yalnız onun için değil; belki, elleri uzun olanların hisseleri de var.” (Şuâlar, 2005, s. 163) Bizler de elimize girdiği kadarını almak istiyoruz.

Şimdi de Risâle-i Nûr satırları arasında dolaşırken dikkatimizi çeken bir cümleyi paylaşalım ve elimize geçtiği kadarından hissemizi almaya çalışalım. İşte bu cümlelerden bir tanesi de “İşte bu hakîkati kulağımla değil, gözümle işitiyordum” (Lem’alar, 2005, s. 549) cümlesidir. Hakîkati kulakla işitmek değil, göz ile işitmek. Hâlbuki bizler işitme işinin kulakla yapıldığını biliyoruz. İşitme işi kulağa ait bir vazîfe değil mi? Evet işitme işi kulağa ait bir vazifedir. Öyleyse bu cümledeki sır nedir?

İşte bazen saatlerce, bazen de günlerce üzerinde tefekkür ettiğimiz ve de edeceğimiz cümlelerden birisidir “İşte bu hakîkati kulağımla değil, gözümle işitiyordum” cümlesi. Öyleyse bu cümledeki sırrı anlamak için öncelikle bu cümlenin Risâle-i Nûr’da geçtiği yere bir bakalım ve cümlenin önünde ve arkasında geçen cümlelere dikkat edelim. Belki de bazı sırları böylece aralayabiliriz İnşaâllah.

İşte o cümlenin geçtiği paragraf: “Rivayet-i hadîste vardır ki, her sabah bir melâike çağırıyor: ‘Ölmek için tevellüd edip dünyaya gelirsiniz; harap olmak için binalar yapıyorsunuz’ (el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2041) diyor. İşte bu hakîkati kulağımla değil, gözümle işitiyordum.” (Lem’alar, 2005, s. 549)

Cümlenin başında bir hadîs var. Her sabah bir melâike bizlere sesleniyor ve dünyaya gelişimizin hikmetini bildiriyor. Demek dünyaya ölmek için tevellüd ediyoruz. Ancak dünyanın mecazî yönüne dalıp, hakikî vazîfelerimizi ve ebedî yurdumuz olan âhireti unutarak binalar yapıyoruz. İşte bu hâlimizi her sabah bizlere ihtar eden meleklerin olduğunu bildiriyor o Yüce Nebî (asm) hadîs-i şerifiyle.

Üstadımızın kulağıyla değil gözü ile işittiği hakîkatin sırrı burada saklı olmalıdır. Bu hakîkat, ölüm hakîkatidir. Çünkü her gün binlerce cenazenin tebdil-i mekânı göz ile görülmektedir. Kendi vücudumuzdaki ölen hücrelerden tutun en yakınımızda hayvanât ve nebatâtın vefiyatları ve her gün dört yüz bine ulaşan insan cenazelerinin çığlıkları kulakla değil gözle işitilen çok büyük delil ve hakîkatlerdir.

Bedîüzzamân Hazretleri İhlâs Risâlesinde ölüm hakîkatinden şöyle söz etmektedir: “İhlâsı kazanmanın ve muhafaza etmenin en müessir bir sebebi, râbıta-i mevttir.” (Lem’alar, 2005, s. 396)

Hem hadiste “Lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz” (Tirmizî, Zühd: 4, Kıyâmet: 26) denilmiştir. Üstad Bedîüzzamân hakîkat mesleği olan mesleğinde ise râbıta-i mevtin şöyle olması gerektiğini söylüyor ve konumuza da bu açıdan güzel bir izah getiriyor:

“Fakat mesleğimiz tarîkat olmadığı, belki hakîkat olduğu için, bu râbıtayı, ehl-i tarîkat gibi farazî ve hayalî sûretinde yapmaya mecbur değiliz. Hem meslek-i hakîkate uygun gelmiyor. Belki, âkıbeti düşünmek suretinde müstakbeli zaman-ı hâzıra getirmek değil, belki hakîkat noktasında zaman-ı hâzırdan istikbâle fikren gitmek, nazaran bakmaktır. Evet, hiç hayale, faraza lüzum kalmadan, bu kısa ömür ağacının başındaki tek meyvesi olan kendi cenazesine bakabilir. Onunla yalnız kendi şahsının mevtini gördüğü gibi, bir parça öbür tarafa gitse asrının ölümünü de görür; daha bir parça öbür tarafa gitse dünyanın ölümünü de müşâhede eder, ihlâs-ı etemme yol açar.” (Lem’alar, 2005, s. 396)

Böylece “İşte bu hakîkati kulağımla değil, gözümle işitiyordum” cümlesinin mânâsı kalp ve ruhumuzda biraz daha açılıyor. Risâle-i Nûr’daki bir cümleden daha tefekkür damlaları âlemimize in’ikâs ediyor.

Abdülbâkî ÇİMİÇ-23.09.2009

[email protected]
http://www.yeniasya.com.tr/2009/09/23/lahika/default.htm

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir