Rızâ-i İlâhî

 Rızâ-i İlâhî

Allah (cc) Kur’ân-ı Kerîm’de meâlen buyuruyor ki: “Dünyâ malından, sarıldığınız, sakladığınız her şey yanınızda kalmayacaktır. Ancak Allah rızâsı için yaptığınız iyilikler ve ibâdetler sizinle berâber kalacaktır.”1

Bir hadîs-i kudsîde de Allahü teâlâ “Kim benim kazâma rızâ göstermez, verdiğim belâya sabretmez ve nîmetlerime şükretmezse, benim yerimden ve göğümden çıksın. Kendine benden başka Rab arasın”2 buyurmuştur.

Allahü Teâlâ’nın rızâsını kazanmak için dünyâ nîmetlerinden aza kanâat eden kullarının, amelleri az olsa da, Cenâb-ı Hak böyle kullarından hoşnûd ve razı olur.

Rızâ, öncelikle Cenâb-ı Hakk’ın takdir ettiğine karşı olmamaktır. Teslimiyet ve razı olmaktır. Bir kulluk vazîfesidir. Hakk’tan gelen ve hak olan her şeye rızâ göstermektir.

Rızâ, kazânın hükümlerine kalbin güzel bir sûrette bakması ve teslimidir. Her durum ve her işte Cenâb-ı Hakk’a îtimâddan, kulluk vazîfelerini yerine getirmekten ibârettir.

Hakîkatte, sır ve özü belli olmayan, akla aykırı ve nefse zahmetli görünen, İlâhî kazânın hükmüne karşı kulun pozisyonu teslim ve rızâ olarak meydana gelir. Çünkü o hükmün sonunda hayır mı, şer mi olduğu bilinemez. Ve onun öyle olması Allah katında kesinleşmiş ve takdir edilmiş şeyler arasındadır. Çünkü ayet-i kerîmede; “Belki sevmediğiniz şey hakkınızda hayırlıdır. Bezen da sevdiğiniz bir şey sizin için şer olur. Allah her şeyi bilir, siz bilmezsiniz”3 buyrulmaktadır.

Allah’tan gelene razı olmak vâcib iken; i’tirâz ederek hilâfında bulunmak Yüce Allah’ın hoşnutsuzluğuna sebep olmakla fazl-u kereminden mahrumiyeti gerektirir.

Evet, rızâ tevekkülün sonudur. Vazîfeyi yapıp neticeye karışmamaktır. Allah’ın razı olduğu kuluna bahşettiği bir makam ve hâldir.

“Rıza”nın şartına gelince; ”Allah’ın kula en sevimli hâl olmasıdır.” Bu cümlenin sırrı insana derc edilen hissin gâyetü’l-gàyâsına bakan muhabbetullah sırrıdır. “Allah kalbin bâtınını îmân ve mâ’rifet ve muhabbeti için yaratmıştır.”4 Kalb sadece Allah’a muhabbetten mutmâin olur. İnsanın en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, muhabbetullahtır. Öyleyse insan o muhabbetullaha rızâ ile çıkabilir.

Kul, Allah’ı seviyor ve muhabbeti varsa; o zaman O’nun marziyâtı dairesinde yaşamalıdır. Böylece “Eğer Allah’a muhabbetiniz varsa, Habîbullaha ittibâ edilecek. İttibâ edilmezse, netice veriyor ki, Allah’a muhabbetiniz yoktur. Muhabbetullah varsa, netice verir ki, Habîbullahın Sünnet-i Seniyyesine ittibâı intaç eder.

Evet, Cenâb-ı Hakka îmân eden, elbette Ona itaat edecek. Ve itaat yolları içinde en makbûlü ve en müstakîmi ve en kısası, bilâşüphe, Habîbullahın gösterdiği ve tâ’kîb ettiği yoldur.”5 Öyleyse Cenâb-ı Hakk’a muhabbet cihetinde emrine itaat ve marziyâtı dairesinde hareket etmek ve Habîbullaha ittibâ etmek insanı rızâ makamına ulaştırır.

Rızâ-i İlâhi, hubb-u câh yerine, Allah’a îmânın bir mânâsı ve neticesidir. Cenab-ı Hakk’ın rızâsından başka hiçbir maddî, mânevi menfaatı ve maksadı gaye edinmemektir.

Rızâ-i İlâhîyenin mayası ihlâstır. Çünkü “İhlâs ve rızâ-i İlâhî yolunda zerre, yıldız gibi olur.”6 Böylece neticesi rızâ-i İlâhî ve mayası ihlâs olan filler; o küçük değildir, büyüktür. İnsan bazen tek bir kelime ile Allah’ın rızâsına kavuşur. “Evet, bazan birtek kelime sebeb-i necat ve medâr-ı rızâ olur.”7 O halde “Belki hüner, rızâ-i İlâhîyi kazanmakladır.”8 Öyleyse insan ihlâsı esas tutup, yalnız rızâ-i İlâhîyi düşünmelidir.

İnsan duâsını, evrâdını ve ubûdiyetini sırf rızâ-i İlâhîyi maksad ederek yapmalıdır. “Rızâ-i İlâhî öyle bir makamdır ki, insanların teveccühü ve istihsânı, ona nisbeten bir zerre hükmündedir.”9 Bunun için biz kullara rızâ-i ilâhî makamı yetmelidir.

Rızâ-i ilâhîye aynı zamanda İslâmiyetin bir esâsı ve emridir. “Eğer rızâ-i İlâhî varsa, o rızânın cilvesi olarak insanlarda teveccüh görünse, bir derece emâre-i rızâ olmak noktasında makbul olabilir. Yoksa arzu edilmemeli.”10 Allah’ın rızâsı sırr-ı ihlâs ile yapılan ubûdiyetlerde bir kul için en makbul ve matlub netîce olmalıdır. Evet, bir misafir, ev sahibinin iznine ve rızâsına muvafık olmayacak derecede, yemeklerde ve sâir şeylerde israf edemezse; Allah’ın emirleri ve yasakları karşısında da bu hassasiyet ile davranmalıdır ki rızâsına ulaşabilsin. Cenâb-ı Hak ayet-i kerîmede “O’nun rızâsına ulaştıracak vesîleleri arayın ve Onun yolunda cihad edin”11 buyurmuştur. O vesîleleri aramak kulluğumuzun gereğidir.

“Saadet-i ebediye, iki kısımdır. Birinci ve en birinci kısmı: Allah’ın rızâsına, lütfuna, tecellîsine, kurbiyetine mazhar olmaktır.”12 Böylece rızâ makamına ulaşmak ve Allah’ın lütfuna kavuşmak, tecelli-i esmâsı ile sıbgalanmak ve kurbiyet ile rızâ-i ilâhîye mazhar olmak insanın en önemli gayesi olmalıdır.

Son sözler, yine Üstad Bedîüzzamân Hazretlerinden:

“Ey nefis! Eğer takvâ ve amel-i salihle Hâlıkını razı ettiysen, halkın rızâsını tahsile lüzum yoktur; o kâfidir. Eğer halk da Allah’ın hesabına rızâ ve muhabbet gösterirlerse, iyidir. Şayet onlarınki dünyâ hesabına olursa, kıymeti yoktur. Çünkü onlar da senin gibi âciz kullardır. Maahaza, ikinci şıkkı tâ’kîb etmekte şirk-i hafî olduğu gibi, tahsili de mümkün değildir. Evet, bir maslahat için sultana müracaat eden adam sultanı irzâ etmişse, o iş görülür. Etmemişse, halkın iltimasıyla çok zahmet olur. Maamâfih, yine sultanın izni lâzımdır. İzni de rızâsına mütevakkıftır.”13

“Biz ancak Allah’ı ve rızâsını istiyoruz. Gün geçtikçe, rızâsı içinde Cenâb-ı Hakk’a vuslat iştiyâklarını kalbimizde teksif ediyoruz.”14

Hâzâ min fazlı Rabbî!

Dipnotlar:
1- Nahl sûresi:96
2- Mektûbât-ı Ma’sûmiyye
3- Bakara Sûresi, 2:216
4- Hutbe-i Şâmiye,1996,s:146
5- Lem’alar,2005,s:179
6- Lem’alar,2005,s:383
7- Lem’alar,2005,s:376
8- Lem’alar,2005,s:377
9- Mektubat,2005,s:700
10-Barla Lahikası,2006,s:162
11-Mâide Sûresi, 5:35
12-İşârâtü’l-İ’câz,2006,s:325
13-Mesnevî-i Nuriye,2006,s:295
14-Şualar,2006,s:402

Bâkî ÇİMİÇ-27.04.2010

E-Posta: [email protected]

http://www.yeniasya.com.tr/2010/04/27/yazarlar/bcimic.htm

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir