Ülfet

Risâle-i Nûrlarda ülfet, gaflet ve ünsiyet kavramları epey zengin olarak işlemiş ve gerekli îzâhları da yapılmıştır. İnanıyorum ki çok güzel bir enfüsî derstir. Bu yazımızda dahâ çok ülfet kavramı üzerine Risâle-i Nûrları taradık ve ülfetin mâhiyetini ve kurtulma çarelerini toparladık.
Ülfet; alışma, alışkanlık kazanmadır. Ünsiyet ve huy edinme olarak da düşünebiliriz. Ülfet, alışkanlık, âdet ve yeknesaklık perdeleri altında çok harîka hakîkatler gizlenebiliyor. Ülfet insanın basîretini bağlıyor ve hakîkati gizliyor. İnsana gaflet veriyor, nefsin arzularına râm oluyor ve günâhları istimâlde nefse yardım ediyor. Ülfet dünyevîleşmede nefsin zevklerine düşkünlük ve alışkanlık kazanma hâlidir.Bu asırda ehl-i dalâlet ve ehl-i gaflet ülfet, âdet, kânunluk, yeknesaklık perdesiyle saklayıp, çok hakîkatleri gizliyor ve görmek istemiyor ve de göremiyor. Fakat cehl-i mürekkebin hemşiresi ve nazar-ı sathînin annesi olan ülfet, mübalâğacıların gözlerini kapatmıştır.[1]

Ülfet, cehl-i mürekkebin (kat kat kara cahillik) yani bilmemekle berâber, bilmediğini de bilmemek halinin hemşiresi ve kardeşi; basit bakış açısının annesidir.

İşte, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın, bütün kâinattaki âdiyat nâmıyla yad olunan, harîkûlâde ve birer mucîze-i kudret olan mevcûdat üstündeki âdet ve ülfet perdesini keskin beyanatıyla yırtıp, o hakaik-ı acîbeyi zîşuura açıp, nazar-ı ibretlerini celb edip, ukûle tükenmez bir hazîne-i ulûm açar.[2]

Sen, “sathî ve basit bir perde-i ülfet ile baksan[3]… o bakış “ülfet lezzetini veriyor.[4]” Çok önemli bir nokta; ülfetin lezzet vermesi. Böylece nefs-i ins3aniye o ülfet lezzeti ile haz alıyor ve hakka taraftarlık yerine nefse taraftarlık ediyor.

Böylece “Mâsiyetin mahiyetinde, bilhassa devam ederse, küfür tohumu vardır. Çünkü, o mâsiyete devam eden, ülfet peyda eder, sonra ona âşık ve müptelâ olur. Terkine imkân bulamayacak dereceye gelir. Sonra o mâsiyetinin ikaba mûcip olmadığını temenniye başlar. Bu hal böylece devam ettikçe, küfür tohumu yeşillenmeye başlar. En nihayet, gerek ikabı ve gerek dârü’l-ikabı inkâra sebep olur.[5]”
Evet, günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nûr-u îmânı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günâh içinde küfre gidecek bir yol var. O günâh, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor.Meselâ, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melâike ve ruhaniyâtın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emâre ile onları inkâr etmek arzu ediyor.

Hem meselâ, Cehennem azâbını intaç eden büyük bir günahı işleyen bir adam, Cehennemin tehdidâtını işittikçe istiğfarla ona karşı siper almazsa, bütün ruhuyla Cehennemin ademini arzu ettiğinden, küçük bir emâre ve bir şüphe, Cehennemin inkârına cesaret veriyor.

Hem meselâ, farz namazını kılmayan ve vazife-i ubudiyeti yerine getirmeyen bir adamın, küçük bir âmirinden küçük bir vazifesizlik yüzünden aldığı tekdirden müteessir olan o adam, Sultan-ı Ezel ve Ebedin mükerrer emirlerine karşı farzında yaptığı bir tembellik, büyük bir sıkıntı veriyor. Ve o sıkıntıdan arzu ediyor ve mânen diyor ki, keşke o vazife-i ubudiyeti bulunmasaydı! Ve bu arzudan, bir mânevî adâvet-i İlâhiyeyi işmam eden bir inkâr arzusu uyanır. Bir şüphe, vücud-i İlâhiyeye dair kalbe gelse, kat’î bir delil gibi ona yapışmaya meyleder; büyük bir helâket kapısı ona açılır. O bedbaht bilmiyor ki, inkâr vasıtasıyla, gayet cüz’î bir sıkıntı vazife-i ubudiyetten gelmeye mukabil, inkârda milyonlarla o sıkıntıdan daha müthiş mânevî sıkıntılara kendini hedef eder. Sineğin ısırmasından kaçıp yılanın ısırmasını kabul eder.[6]

İnsanları fikren dalâlete atan sebeplerden biri, ülfeti ilim telâkki etmeleridir. Yanî me’lûfları (alışmış) olan şeyleri kendilerince mâlûm bilirler. Hattâ, ülfet dolayısıyla âdiyâta teemmül edip ehemmiyet vermezler.Halbûki, ülfetlerinden dolayı ma’lûm zannettikleri o âdi şeyler, birer harîka ve birer mucîze-i kudret oldukları halde, ülfet sâikasıyla onları teemmüle, dikkate almıyorlar; ta onların fevkinde olan tecelliyât-ı seyyâleye im’ân-ı nazar edebilsinler. Bunların meseli, deniz kenarında durup, denizin içerisindeki hayvanata ve sair garip hâlâtına bakmayarak, yalnız rüzgârla husule gelen dalgalara ve şemsin şuââtından peydâ olan parıltısına dikkat etmekle Mâlikü’l-Bîhâr olan Allah’ın âzametine delil getiren adamın meseli gibidir.

İnsanların arza âit malûmat ve müsellemât-ı bedihiyatları, ülfete mebnîdir. Ülfet ise, cehl-i mürekkep(kat kat cehalet) üstüne serilmiş bir perdedir. Hakîkate bakılırsa, zannettikleri ilim, cehildir. Bu sırra binaendir ki, Kur’ân, âyetleriyle insanların nazarını melûfatları olan şeylere çeviriyor. Âyetler, necimler gibi ülfet perdesini deler, atar. İnsanın kulağından tutar, başını eğdirir. O ülfetin altındaki havâriku’l-âdât mucîzeleri o âdiyat içerisinde gösterir.[7]

Yeknesak istirahat döşeğindeki hayat, hayr-ı mahz olan vücuttan ziyade, şerr-i mahz olan ademe yakındır ve ona gider.[8]Kadîr-i Alîm ve Sâni-i Hakîm, kânuniyet şeklindeki âdâtının gösterdiği nizam ve intizamla kudretini ve hikmetini ve hiçbir tesadüf işine karışmadığını izhâr ettiği gibi; şuzûzât-ı kânuniye ile, âdetinin harîkalarıyla, tagayyürat-ı sûriye ile, teşahhusatın ihtilâfâtıyla, zuhur ve nüzul zamanının tebeddülüyle meşietini, irâdetini, fâil-i muhtar olduğunu ve ihtiyarını ve hiçbir kayıt altında olmadığını izhar edip yeknesak perdesini yırtarak ve herşey, her anda, her şe’nde, her şeyinde O’na muhtaç ve rubûbiyetine münkad olduğunu ilâm etmekle gafleti dağıtıp ins ve cinnin nazarlarını esbabdan Müsebbibü’l-Esbâba çevirir. Kur’ân’ın beyanatı şu esâsa bakıyor.

Meselâ, ekser yerlerde bir kısım meyvedar ağaçlar bir sene meyve verir. Yanî rahmet hazînesinden ellerine verilir, o da verir. Öbür sene, bütün esbâb-ı zahirîye hazırken, meyveyi alıp vermiyor.

Hem meselâ, sair umûr-u lâzımeye muhalif olarak, yağmurun evkat-ı nüzulü o kadar mütehavvildir ki, mugayyebat-ı hamsede dahil olmuştur. Çünkü vücûtta en mühim mevki hayat ve rahmetindir. Yağmur ise, menşe-i hayat ve mahz-ı rahmet olduğu için, elbette o âb-ı hayat, o mâ-i rahmet, gaflet veren ve hicap olan yeknesak kâidesine girmeyecek. Belki, doğrudan doğruya Cenâb-ı Mün’im-i Muhyî ve Rahmân ve Rahîm olan Zât-ı Zülcelâl, perdesiz, elinde tutacak, ta her vakit duâ ve şükür kapılarını açık bırakacak.

Hem meselâ, rızık vermek ve muayyen bir sima vermek, birer ihsân-ı mahsûs eseri gibi ummadığı tarzda olması, ne kadar güzel bir surette meşiet ve ihtiyar-ı Rabbâniyeyi gösteriyor. Daha tasrif-i hava ve teshir-i sehab gibi şuûnât-ı İlâhiyeyi bunlara kıyas et.[9]

Yeknesak istirahat, sükût, sükûnet, tevakkuf gibi hâletler, ademe, hiçliğe yakınlığı içindir ki, ademdeki karanlığı ihsas edip sıkıntı veriyor. Hareket ve tahavvül ise, vücûttur, vücûdu ihsâs eder. Vücût ise hâlis hayırdır, nûrdur.[10]Hayat, daima sıhhat ve âfiyette yeknesak gitse, nâkıs bir ayna olur. Belki bir cihette adem ve yokluğu ve hiçliği ihsâs edip sıkıntı verir, hayatın kıymetini tenzil eder, ömrün lezzetini sıkıntıya kalb eder.[11]

Abdülbâkî ÇİMİÇ

[1] Muhakemat
[2] On Üçüncü Söz
[3] On Üçüncü Söz
[4] İşârâtü’l-İ’câz
[5] Mesnevi-i Nuriye- Habbe – 107
[6] İkinci Lem’a
[7] Mesnevî-i Nuriye
[8] İkinci Lem’a
[9] On Altıncı Söz
[10] Yirmi Beşinci Lem’a
[11] Yirmi Beşinci Lem’a

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir