Büyük Mehdî

E-mail adresimize gelen bir mesaj ve sorular: “Risalelere çok yakın ve çok uzak olmayan birisi olarak açık ve net olarak soruyorum:  “Bedîüzzamân Saîd Nursî, hadîslerde geleceği belirtilen Mehdî midir? Veya hadîslerdeki Mehdî konusunun aslı nedir? Nasıl anlamalıyız? Ya da kaç tür Mehdî vardır?“

Bizler de hem bu suallere, hem de genel beklentilere cevap olabilecek şekilde meseleyi incelemeye ve birkaç yazı ile paylaşmaya çalışacağız inşâallah. Öncelikle şunu açıkça ifade edelim. Büyük Mehdî’nin, âhirzamanın en büyük fesadı zamanında gelmesi adetullah ve ilcaat-ı zaman gereği lüzumludur. Bizim de vuzuha kavuşturmaya çalıştığımız mes’ele, âhirzamanda gelecek olan Büyük Mehdî’nin hizmeti, vazîfesi, durumu ve ahvâlidir. Ahirzamanda gelmesi beklenilen “Büyük Mehdî’nin siyaset, diyanet, saltanat, cihad”[1] gibi çok dairelerde vazifeleri vardır. Her asırda, meyusiyete düşen insanların “kuvve-i mâneviyelerini teyid” edecek, Al-i Beytten “bir nevi mehdî” hükmünde zatlar çıkmış. Ancak bunlar âhirzamanda gelecek ve müceddid-i âhirzaman olan Muhammed Mehdî ünvanına sahip Büyük Mehdî vasfını taşıyamamıştır. Şu da bir hakîkattir ki, asırlardır muntazır kalınan ve bin senedir ehl-i îmânın beklediği Büyük Mehdî Hazretleri’nin pişdârı ve müjdecisi, Bedîüzzamân Saîd Nursî’nin neşrettiği Risâle-i Nur’dur. Risâle-i Nur’da beyan edilen ifadelerin Büyük Mehdî meselesini de netleştirdiğini görüyoruz. Bediüzzaman’ın ısrarla nazarları Risâle-i Nur’a çevirmesinin altında yatan saik de budur. Çünkü şu dehşetli asırda, Risâle-i Nur; bir vâris-i Peygamberîdir, bir dellâl-ı Kur’ân’dır, bir hâdim-i îmândır. Bir vekîl-i Nebiyy-i Zî-şândır. Âlem-i İslâmın asırlardır beklediği, Mehdî-i Muntazır’ın, Müceddid-i Ekberin bir irtisamını(resmini) Risâle-i Nur’un sath-ı mücellasında(parlak yüzünde) görüyoruz. Demek Nur Risâleleri o gelecek Zâtın bir müjdecisidir. Yani Büyük Mehdî’yi arayanlar Risâle-i Nur satırları içinde mestur vaziyette onu sırr-ı ihlâs ve şahs-ı mânevî ruhu ile bulurlar.

Daha da net ifadesiyle “Güneş harâretiyle, ziyasıyla, elvân-ı seb’asıyla güneştir. Biz bu güneşi gördük, gündüze erdik. Geçmiş asırlardaki müceddidler de bu en mühim vazîfe ile müstahdem olmakla berâber, onlar îmânın ve mârifetin neticelerinden, meyvelerinden ve feyizlerinden bahsederek îmânı kuvvetlendirmeye uğraşmışlardı. Fakat onların zamanında îmânın esâsâtına ve köklerine hücum yoktu. Ve erkân-ı îmâniye sarsılmıyordu. Şimdi ise îmânın köklerine ve erkânına şiddetli ve cemâatli bir surette taarruz var. Bu küllî tahribatı Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyân’ın mucîze-i mânevîyesinden tereşşuh eden Risâle-i Nur tamamıyla önlediğinden ve hakâik-ı imâniyenin esaslarını kalblere yerleştirdiğinden, o beklenilen zâtın(Büyük Mehdî’nin) o mühim vazifesinin yapılmış olduğunu körler bile görmektedirler. O intizar edilen Zâtın nâşir-i efkârı Risâle-i Nur olacak.”[2] ve olmuştur.

Her asır, Mehdî mânâsına ümmetin fıtrî bir ihtiyacına binâen beklemişler. Ve bir kaç vecihde rivayetlerin delaletiyle bir kaç mehdî, belki her asırda bir nevi mehdî Sâdât-ı Ehl-i Beyt’ten geleceği ümmetçe kabul edilmiştir. Âhirzamanda Hazret-i Mehdî(Büyük Mehdî) geleceğine ve fesada girmiş âlemi ıslah edeceğine dair müteaddit rivâyât-ı sahiha vardır. Ayrıca âhirzamandaki Büyük Mehdî’den evvel çok Mehdîler gelmiş geçmiş diye Risâle-i Nur isbat etmiş.  Gerçi her asırda hidayet edici bir nevi mehdî ve müceddid geliyor ve gelmiş. Fakat herbiri üç vazifeden(îmân-şeriat-hayat) birisini bir cihette yapması itibarıyla, âhirzamanın Büyük Mehdîsi ünvanını almamışlar. Böylece büyük Mehdînin vasıfları sabık Mehdîlere işaret eden rivayetlerle mutabık çıkmamasından o hadisler müteşabihattan ibarettir.

Mehdî ile ilgili müteaddit rivâyât-ı sahihanın muhtelif olması ve rivayetlerin karıştırılmasının sırrı ise şöyle ifade edilmiş: “Hem büyük Mehdînin vasıfları sabık Mehdîlere işaret eden rivayetlerle mutabık çıkmamasından o hadisler müteşabih hükmüne geçmiş olmasından ibarettir.”[3] Bundan dolayı Büyük Mehdî’nin halleri sâbık mehdîlere işaret eden rivayetlere mutabık çıkmıyor. Bu noktanın hikmetleri Mektubat’ta şöyle izah edilmiştir:

Hz. Peygamberimiz’in (asm) geleceğe bakan haberleri, muayyen bir zamana ve cüz’î bir tek hâdiseye bakıyor değiller: “Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın istikbalden haber verdiği bazı hâdiseler, cüz’î birer hâdise değil, belki tekerrür eden birer hâdise-i külliyeyi, cüz’î bir surette haber verir. Halbuki o hâdisenin müteaddit vecihleri var. Her defa bir vechini beyan eder. Sonra râvi-i hadîs o vecihleri birleştirir. Hilâf-ı vaki gibi görünür. Meselâ, Hazret-i Mehdîye dair muhtelif rivayetler var. Tafsilât ve tasvirat başka başkadır. Halbuki, Yirmi Dördüncü Sözün bir dalında ispat edildiği gibi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, vahye istinaden, herbir asırda kuvve-i mâneviye-i ehl-i îmânı muhafaza etmek için, hem dehşetli hâdiselerde ye’se düşmemek için, hem âlem-i İslâmiyetin bir silsile-i nuraniyesi olan Âl-i Beytine ehl-i îmânı mânevî raptetmek için Mehdîyi haber vermiş. Âhirzamanda gelen Mehdî(Büyük Mehdî) gibi herbir asır, Âl-i Beytten bir nevi mehdî, belki mehdîler bulmuş. Hattâ, Âl-i Beytten mâdud olan Abbasiye hulefasından, Büyük Mehdî’nin çok evsâfına câmi bir mehdî bulmuş. İşte, Büyük Mehdî’den evvel gelen emsalleri, nümuneleri olan hulefa-i Mehdîyyîn ve aktâb-ı Mehdîyyîn evsafları, asıl Mehdî’nin(Büyük Mehdî’nin) evsâfına karışmış ve ondan rivayetler ihtilâfa düşmüş.”[4] Görüldüğü üzere her asırda gelen mehdîler ile ahirzamanda geleceği haber verilen Büyük Mehdî’nin iltibas edilmesinin sebepleri burada çok net bir şekilde izah edilmiş.

Risale-i Nur’da Mehdîyet

Ehl-i Sünnetin kabul edip beklediği, âhirzamanda geleceği hadis-i şeriflerde müjdelenen Hz. Mehdî (a.s), Risale-i Nurlarda mevki tutmuştur. Mehdiyet konusunu, Risale-i Nurlardaki izahlara bakmadan tam anlamak mümkün değildir. Bu izahlara karşı müstağni duranlar, ya bu kurumu inkâr etmeye ve ümmetin son umudunu da tüketmeye kalkıyorlar veya sünnetullahı ve dolayısıyla imtihan sırrını bozacak, beşer üstü bir Büyük Mehdi beklentisine girmeye mecbur oluyorlar.

Oysa Ahirzamanda gelecek olan Hz. Mehdi (a.s), fesad-ı ümmed zamanında gelip, hem en büyük bir müçtehid, hem en büyük bir müceddid, hem hâkim, hem mehdî,  hem mürşid, hem kutb-u âzam ve ehl-i beyte mensub olan bir zat-ı nuranî olacağı rivayet-i sahihayla mukayyettir. Onun cümle vazîfeleri de Beşinci Şua’da şöyle ifade edilmiştir: “Siyâset  âleminde, diyanet âleminde, saltanat âleminde, cihad âlemindeki çok  dâirelerde icraatları olduğu gibi…” [5]  diye sayılarak imandan hayata kadar her alanda görev yapacağı bildirilmektedir.

Hz. Mehdi’nin, sayılan bu görevleri içinde kuşkusuz en önemlisi iman hizmetidir ki, Risale-i Nurların telifiyle bunun yapıldığını Bediüzzaman Hazretleri açıkça ifade etmiştir.

Diğer alanlarda yani diyanet, siyaset, saltanat ve cihad sahasında Hz. Mehdi neler yapacaktır? Bunların hepsini nasıl yapacaktır? Bunlar âdetullaha uygun olarak bir beşer ömrü içine nasıl sığacaktır? Hz. Muhammed Aleyhissalat-ü Vesselama bile, vaat edilen ama “hayatında iken görülemeyen” şark ve garbın hakimiyeti, Hz Mehdiye birden mi verilecektir? Elbette böyle bir beklenti içine girmek, sünnetullaha zıt gitmektir. Çiçekler baharda açabileceğine göre yapılması gereken o çiçekler için zemin ihzar etmek ve tohumlarını ekmektir. (27. Mektup, 7. Mesele, 5. Sebep) Yani asıl önemli olan, İslâm’ın bu alanlarla ilgili konularını “güncellemek” ve nasıl uygulanacağını göstererek büyük bir tecdit hareketini “başlatmaktır.” Üstad, Risale-i Nurların böyle bir tecdidi başlattığını, nurlar için “Belki müceddiddir, onun pişdarıdır denilebilir” diyerek “Müceddid” ve “Pişdar” olduğunu kabul etmektedir. (S. Tasdik-i Gaybî)

Bedîüzzamân Hazretleri’nin Tarihçe-i Hayatı incelendiğinde yukarıda beyan edilen dört sahadaki vazifelerin, tecdid ve pişdarlık noktasında, O’nun hayat safahatıyla tevafuk ettiği açıkça görülmektedir. Bu tevafuk, onun çok yönlü ve dopdolu hayatına farklı cephelerden bakıldığında görülebilir. Şöyle ki:

1. Siyaset âlemindeki safhayı Bedîüzzamân’ın  mukaddeme-i meşrûtiyette İstanbul’a gelmesiyle Harb-i Umûmî’nin  nihayetine kadar olan devrede aynen görüyoruz. Bu devre aynı zamanda  Bediüzzaaman’ın Eski Saîd devre-i hayatına tevafuk eder. Bedîüzzamân bu  devrede siyaset âlemindeki vazîfesini yapar. Bedîüzzamân’ın Eski Saîd dönemi eserlerine bakıldığında İslâm’ın hayat-ı içtimâîsiyle münasebattar bir vazîfeyi deruhte ettiği, İslamı, siyasî sahada ahirzaman şartlarına göre güncellediği görülür.

  2.  Diyanet âlemindeki tevafuk ise; İ’tilâf devletlerinin İstanbul’u işgali hengâmında ve en mağrur devrelerinde Bedîüzzamân’ın “Hutuvat-ı Sitte”  eseriyle o mağrur galiplerin hayâsız yüzlerine -tehlike yüzde yüz olduğu  halde- tükürüp, mânen tokatlaması üzerine o zamanki Ankara hükûmeti  Bedîüzzamân’ı Ankara’ya dâvet etmişti. Bu zamandan sonra Bedîüzzamân  Hazretleri Eski Saîd devresinden Yeni Saîd devresine geçmiş olup daha  çok imânî ve itikadî risaleleri telif etmeye başlamış olup diyanet  âlemindeki vazîfe yapılmaya başlanmıştır.

  3. Saltanat  âlemindeki vazîfeye gelince: “Meşhur Şeyh Saîd hadisesinden sonra garba,  menfaya gönderilerek Rahmet-i İlâhiye ile Risale-i Nur’un telifine  zemin hazırlayıp, Risale-i Nur kemâl-i haşmetle envârını rûy-i zemine  yaymaya başladığı zamandır ki, Hakâik-i îmâniyenin ve Kur’ân’ın  görülmemiş bir surette taarruza uğradığı bir devrede Risale-i Nur,  hayrette kalmış, yollarını şaşırmış, îmânları tezelzüle uğramış  Müslümanlar için bir âb-ı hayat misaliyle, Hızır gibi, onların  imdatlarına yetişmiş, onları hayretten kurtarmış; dehşetten sürura  çıkarmış ve Risale-i Nur yüzbinler ve milyonlar gönülde “Üstadım,  Üstadım” denilerek milyonlar kalblerde kurulan mânevî tahta oturmuş ve  böylece Risale-i Nur kalblerin bir sultanı olmuştur. İşte bu safhada  üçüncü vazîfeye aynen tevafuk ederek, o hakikatı imzalamaktadırlar.” [6]  

   4. Cihad âlemindeki vazîfe ise, bu bir mânevî vazîfe-i diniyedir. Hem  de çok âlî ve ilmî bir hizmettir. Bedîüzzamân’ın tespitiyle  1350 (1934-35)’de “Hürriyet-i vicdan, hükümetlerde bir kanun-u esasî, bir  düstur-u siyasî oluyor ve hükümet, lâik cumhuriyete döner. Fakat ona  mukàbil mânevî bir cihad-ı dinî, iman-ı tahkikî kılıcıyla olacak.” [7]   “Çünkü asıl mesele bu zamanın cihad-ı mânevîsidir. Mânevî tahribatına  karşı sed çekmektir. Bununla dahilî âsâyişe bütün kuvvetimizle yardım  etmektir. Haricî tecavüze karşı kuvvetle mukabele edilir. Dahilde ise  öyle değildir. Dâhildeki hareket, müsbet bir şekilde mânevî tahribata  karşı mânevî, ihlâs sırrıyla hareket etmektir. Hariçteki cihad başka, dahildeki cihad başkadır.” diyerek ahirzamanda cihadın ne şekilde olacağını tespit etmiş ve bunun uygulamasını da milyonları aşan talebeleriyle bilfiil göstermiştir. Farklı cihad anlayışlarının bugün İslama zarar vermekten başka bir işe yaramadığı aşikardır.

Böylece ahirzamanda beklenen Büyük Mehdinin vazifeli olduğu bütün alanlarda, başlangıç niteliğinde tohum misal bir hizmeti, talebeleriyle birlikte ifa etmiş, bu vazifelerin devamı ile ekilen nur tohumlarının yetiştirilmesini ise şahs-ı mânevîye tevdi etmiştir. Hz. Mehdi’nin programının Risale-i Nurlar olacağını da ayrıca hatırlatmıştır. (Emirdağ Lahikası, 1)

Bu vazifelerin “çürümeye ve çürütülmeye maruz ve müptela şahsiyetlerle bağlanamayacağını” “bu zamanın cemaat zamanı olduğunu” yani bu vazifelerin milyonları bulan ehl-i iman eliyle yapılacağını, zaten “her cihette kemalde ve devamda bulunan bir vazife” olarak yapılmaya devam edildiğini vurgulamıştır. (Emirdağ L. 1) Mezkûr vazifelerin ne zaman kemale erip mehdiyetin tezahür edeceği ile ilgili olarak da: “Tâ âhirzamanda, hayatın geniş dairesinde asıl sahipleri Cenab-ı Hakk’ın izniyle gelir, o daireyi genişlettirir ve o tohumlar sünbüllenir. Bizler de kabrimizde seyredip Allah’a şükrederiz” demiş, bunun da yüz seneden önce beklenmemesi gerektiğini, müteaddit yerlerde ifade etmiştir. (bk. Tarihçe-i Hayat, Kastamonu Hayatı),

Bedîüzzamân Saîd Nursî, müceddid-i ekber,  Nur’un tercümanı ve Kur’ân’ın müfessiridir. Müceddid, Kur’ân ve hadîslerden aldığı feyzi, yeni istinbatları (çıkarımları), bulunduğu  zamanın ihtiyacına, fehmine, îcablarına göre işleyen, bu suretle Kur’an’ı ve sünnet-i Nebeviyi ihya, icra ve ilân etmeye çalışan kimsedir. Demek ki, Risale-i Nurlar, Hz. Mehdi için lazım gelen tecdidi yapmış ve onun programını başlatmıştır.

Dolayısıyla Bediüzzaman Saîd Nursî için kabul ettiğimiz “Âhirzaman Müceddidi” ve “Mehdiyetin Pişdarı” ünvanı mübalağa olarak görülmemelidir.

Bedîüzzamân  Hazretleri’nin telif ettiği “Bu eser-i âlîşanda şimdiye kadar emsaline  rastlanmamış bir feyz-i ulvî ve bir kemâl-i nâmütenahî mevcut olduğundan  ve hiçbir eserin nail olmadığı bir şekilde meş’ale-i İlâhiye ve şems-i  hidayet ve neyy’ir-i saadet olan Hazret-i Kur’ân’ın füyuzatına vâris  olduğu meşhud olduğundan, onun esası nur-u mahz-ı Kur’ân olduğu ve  evliyaullahın âsârından ziyade feyz-i envâr-ı Muhammedîyi hâmil  bulunduğu ve Zât-ı Pâk-i Risaletin ondaki hisse ve alâkası ve tasarruf-u  kudsîsi evliyaullahın âsârından ziyade olduğu ve onun mazharı ve  tercümanı olan mânevî zâtın mazhariyeti ve kemâlâtı ise o nisbette âlî  ve emsâlsiz olduğu güneş gibi âşikâr bir hakikattir.” [8]

Abdülbâkî Çimiç

[email protected]


[1] Şualar, s.932

[2] Fihrist Risalesi,2011, s.246, Envar Neş.

[3] Fihrist Risalesi,2011, s.195, Envar Neş.

[4] Mektubat, s.165

[5] Şualar, s.932

[6] Fihrist Risalesi, s.247(Envar Neş.)

[7] Şualar, s.434

[8] Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s.421

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir