İnsanı sırr-ı ehâdiyete götüren yol: İhlâs

Sırr-ı Ehâdiyet, hususî tecellîdir. Çünkü Bediüzzaman “Besmelenin İkinci Sırrı’nda, Güneş’in ziyâ’sının umûm eşyayı ihâta etmesini vâhidiyete, her bir şeffaf şeyde sıfatlarıyla ve bir nevi cilve-i zâtıyla bulunmasını da ehadiyete misal veriyor.” Yunus(as)’ın balığın karnından kurtuluşu bu sırrın hakîkatini gösterir. Çünkü o vaziyetten Yunus(as) sırr-ı ehadiyet, nur-u tevhid içinde inkişâf ettiği için sahil-i selâmete çıkarılmıştır. Öyle bir acziyet ve yakarış hâli vuku bulmuş ki, imdada sırr-ı ehâdiyet yetişir. Çünkü  “O vaziyette esbâb bilkülliye sukût etti.”[1]

Zahiri vaziyet şu: Vakit gece karanlığı, Yunus(as)’un atıldığı yer deniz, bir balık onu yutmuş. Esbâbın sükût ettiği yer burasıdır. Deniz geniş ve derin, vakit karanlık ve zulümatlı ve balık çok, hangi balığın karnında? Yunus(as) bu vaziyette “Müsebbibü’l-Esbâbdan başka bir melce olamadığını aynelyakîn gördüğünden, sırr-ı ehâdiyet, nur-u tevhid içinde inkişâf ettiği için, şu münâcat birden bire geceyi, denizi ve hûtu musahhar etmiştir.”[2]  Bu mevzûda sırr-ı ehâdiyetin, nur-u tevhid içinde inkişâfını şöyle anlayabiliriz: Nur-u tevhid manasını idrak edip anlamak ve inanmak bize bakıyor, sırr-ı ehâdiyet manası ise Allah’a bakıyor. Yani bir belâya, bir musîbete veya ızdırârî bir çaresizliğe giriftâr olan kimse önce sebeplere bakar. Esbâb bilkülliye sukût ettiğini anladığı anda samîmâne Rabbine döner. Bu dönüş ızdırârî bir hâldir.

Rabbimiz her insana, bir çok esmâsıyla husûsi teccelî eder. Allah’ın tüm mahlûkatına karşı olan inâyet, şefkat ve merhamet tecellisi ki bu vâhidiyet, yani nur-u tevhittir. Ancak o an sadece Yunus(as)’a husûsi inâyet, şefkat ve merhamet tecellisi sırr-ı ehadiyeti gösteriyor. Kâinatta cârî olan esmâ-i ilâhiyenin has bir tecellisine mazhar olunması sırrı ehadiyetin nur-u tevhid içinde inkişâf etmesini ifade ediyor. Yunus(as)’ın vaziyeti dehşetli bir hâldir. Bütün sebeplerin bittiği bir durumda Yunus(as) Müsebbibü-l Esbâb olan Rabb’ine yönelmiş, acz ve fakrını şefaatçi yapıp şöyle münacatta bulunmuş: “Senden başka İlâh yoktur. Seni bütün noksanlıklardan tenzih ederim. Muhakkak ki ben zâlimlerden oldum!”[3] İşte bu münacattan sonra nur-u tevhid içinde tecellî eden sırr-ı ehadiyet ile Rabb-ı Rahîm’i Yûnus Aleyhisselâm’ı sahil-i selamete Yaktîn ağacının altına çıkarmıştır. Öyleyse ihlâsa mazhariyet sâfî bir ubudiyet, acziyet ve yakarış neticesi ile mümkün olur. İhlâsa mazhariyetin semereleri vardır. Bunlar;

* Samîmîyet: Hasbîlik ve ivâzsızlık içinde bir teslimiyettir. Hiç kimseden maddî ve mânevî bir şey istemeden, samîmâne davranmaktır. Yani hiçbir dünyevî menfâatı hizmetinde beklememek ve niyet etmemektir.

*Muhabbet: İhlâsın keskinliği nispetinde kardeşini seviyorsun. Muhabbet fedâisi olmak bunu zarûrî kılıyor. “Yardımlaşma sırrını idrak etmeyen insan taştan daha camiddir. Çünkü öyle taşlar vardır ki, kardeşine yardım etmek için eğilip bükülür. İyi bir ustanın eliyle kavisli tavandaki yerine konulunca, kardeşinin düşmesini önlemek için başını eğer ve ona yaslanır.”[4]

*Teslîmiyet: Kadere teslîmiyet şattır. Çünkü “Kader gelince göz kör olur.”[5] Kadere imân eden keder ve üzüntülerden kurtulur. Bu vaziyette insanın Cenab-ı Hakka itimatı artıyor. İşte, mü’min sırr-ı imânla ve teslîmiyet ve tevekkülle mükelleftir. Teslîmiyet hem imânın hassasıdır, hem ihlâsın hakîkatine ulaşmanın ölçüsüdür. Teslîmiyet bir nevi istikâmettir. İstikâmet ise, kerâmet ve keşfiyattan daha üstündür.

*Hikmet ve hakîkate mazhariyet: İnsanın vazîfe-i aslîyesinden birisi de kâinattaki hikmeti anlamak ve eşyaya tecellî eden esmâ-ı İlâhiyi tefekkür etmektir. Yani eşyanın hakîkatini idrâk etmektir. Hikmet, eşyanın hakîkatından bahseden ilimdir. Eşyada gizli İlâhî sırlar ve gayelere mülâki olmaktır. Kâinattaki mahlûkatın yaratılış gayelerini ve faydalarını bilmektir.

*Kur’ân’a, mukaddesata karşı tâzim, hürmet. Hürmet ve tâzim büyüklük ve kemalâtın derecesine bakar.  En büyük hürmet ise, Kur’ân-ı Hakîm’in şerefine tâzim ve tekrimdir. “Bundan dolayıdır ki, Müslümanların yüksek sınıfları, hayatın hakîkatini kavramak nokta-i nazarından ne kadar tenevvür ederlerse, o derece Kur’ân ile alâkadar oluyorlar ve ona o kadar tâzim ve hürmet gösteriyorlar.”[6] Onun için Kur’ân’ın hürmet ve ta’ziminin te’kidi gereklidir.

*İbâdete karşı iştiyâk ve inbisât. Bu da ibâdette kalbler içinde bir iştiyâk, iştiyâk içinde bir nur olur. Çünkü “Kâinatta, bittecrübe, herşeyin bir nokta-i kemâli vardır. O şeyin, o noktaya bir meyli vardır. Muzaaf meyil, ihtiyaç olur. Muzaaf ihtiyaç, iştiyâk olur. Muzaaf iştiyak, incizâb olur. Ve incizâb, iştiyâk, ihtiyâç, meyil, Cenâb-ı Hakkın evâmir-i tekvîniyesinin, mâhiyet-i eşya tarafından birer habbe ve nüve-i imtisâlidirler.”[7] Biz de deriz ki: Evet, hem ona iştiyâk ve meyil ve muhabbet, O’nun(asm) sünnet-i seniyyesine ve şeriat-ı garrâsına ittibâ iledir.

Abdülbâkî Çimiç

[email protected]


[1] Lemalar, s.16

[2] Age, s.16

[3] Enbiyâ Sûresi, 21:87

[4] ESDE(Hakikat Çekirdekleri), s.634

[5] Beyhakî, Şuabü’l-Îman, 1:233; Müsned, 5:234;

[6] İşârât’ül-İ’câz, s.434

[7] Sözler, s.860

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir