Konumuz Konumumuz

Komun: Bir kimsenin veya bir şeyin bir yerdeki durumu veya duruş biçimi, pozisyonu olarak tarîf edilir. Bir mevcûdun başka bir mevcûda göre bulunduğu yerdir konum.

Ayrıca “Konum bir hareketlinin sabit bir noktaya göre belirtilen doğrusal uzaklığı ” olarak da belirtilmektedir. Konum, duruma göre değişken olabilir.

Biz de bu mânâda müslüman olarak konumumuz nedir diye soruyoruz?

1.Allah’a karşı konumumuz nedir?
2.Kur’ân’a karşı konumumuz nedir?
3.İslâm’a karşı konumumuz nedir?
4.Peygamberimize(asm) karşı konumumuz nedir?
5.Risâle-i Nûr’a karşı konumumuz nedir? Sorularını incelemeye çalışalım inşâallah.
1.Öncelikle Allah’a karşı konumumuz nedir?

Allah(cc),sonsuz ilim, irâde ve kudret sahibidir. Allah’a karşı bizim konumumuz kısaca kul olmaktır. Allah(cc) Halık, biz mahlûk; Allah (cc) Hâkim, biz mahkûm; Allah (cc) Ganî, biz fakir; Allah (cc) Kadîr, biz zayıf; Allah (cc)…bu hükümleri çoğaltabiliriz. Demek ki Allah’a karşı kısaca konumumuz, sonsuz aciz ve fakir bir kul ve abd olmaktır.


2.Kur’ân’a karşı konumumuz nedir?
 Kur’ân’a karşı konumumuz; Kur’ân Yüce Allah’ın kelâm sıfatından gelen tenezzülât-ı ilâhîdir.
  • Kalb ve vicdanımızın mürebbisi,
  • Ruh ve latifelerimizin gıdası,
  • İki dünyamızın saadeti;
  • “ve insana hem bir kitab-ı şeriat,
  • Hem bir kitab-ı dua,
  • Hem bir kitab-ı hikmet,
  • Hem bir kitab-ı ubudiyet,
  • Hem bir kitab-ı emir ve davet,
  • Hem bir kitab-ı zikir,
  • Hem bir kitab-ı fikir,
  • Hem bütün insanın bütün hâcât-ı mâneviyesine merci olacak çok kitapları tazammun eden tek, câmi bir kitab-ı mukaddestir.”(Yirmi Beşinci Söz)
İşte bu hakîkatler ciheti ile bizim Kur’ân’a karşı konumumuz yukarıdaki saymaya çalıştığımız sorumluluklardır.
Ayrıca “Kâinat mescid-i kebirinde Kur’ân kâinatı okuyor, onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım. Hidayetiyle amel edelim. Ve onu vird-i zeban edelim. Evet, söz odur ve ona derler. Hak olup Haktan gelip hak diyen ve hakikati gösteren ve nuranî hikmeti neşreden odur.(Yedinci Söz)” bu hakîkatler de Kur’ân’a karşı konumumuzu ve sorumluluğumuzu ortaya koyuyor.
3.İslâm’a karşı konumumuz nedir?
İslâmiyet: Teslimiyet, inkıyâd, bağlılık, hakka tarafgirlik ve iltizamdır. İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez; gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan yalnız kendine gece yapar. (Münâzarât)

İslâmiyet iltizamdır
İslâmiyet, hakka tarafgirlik ve teslim ve inkıyâddır;
İslamiyet, insâniyet-i kübradır.
İslâmiyetin esâsı, mahz-ı tevhiddir,tevhid-i hakîkîdir.
İslâmiyetin bir sırr-ı esâsı olan ihlâs ve rızâ-yı ilâhidir.
İslâmiyetin en muazzam meselesi îmândır.

İslâmiyet der:لاَ خَالِقَ اِلاَّ هُوَ hem vesait ve esbabı, müessir-i hakîkî olarak kabul etmez. Vasıtaya mânâ-yı harfî nazarıyla bakar. Akide-i tevhid ve vazife-i teslim ve tefviz öyle ister.

İslâmiyet ve şeriat, öyle bir tarzda muhit ve mükemmeldir ve öyle bir sûrette kâinatı kendiyle beraber ta’rif eder ki; onun mâhiyetine dikkat eden elbette anlar ki; o din, bu güzel kâinatı yapan Zâtın, o kâinatı kendiyle beraber ta’rif edecek bir beyannâmesidir ve bir ta’rifesidir.

Nasıl ki bir sarayın ustası, o saraya münâsip bir ta’rife yapar, kendini vasıflarıyla göstermek için bir ta’rife kaleme alır. Öyle de, din ve şeriat-i Muhammediyede (a.s.m.) öyle bir ihata, bir ulviyet, bir hakkâniyet görünüyor ki, kâinatı halk ve tedbir edenin kaleminden çıktığını gösterir. Ve o kâinatı güzelce tanzim eden kim ise, şu dini güzelce tanzim eden yine Odur. Evet, o nizam-ı ekmel, elbette bu nazm-ı ecmeli ister.
İslâm’a karşı konumumuz; iltizam, taraftarlık ve inkıyaddır.

İslâmiyet iltizamdır; îmân iz’andır. Tabir-i diğerle, İslâmiyet, hakka tarafgirlik ve teslim ve inkıyaddır; iman ise, hakkı kabul ve tasdiktir.( Dokuzuncu Mektup).

İslâmiyet, tevhid-i hakîkî dinidir ki, vasıtaları, esbabları iskat ediyor, enâniyeti kırıyor, ubudiyet-i hâlisa tesis ediyor.


Nefsin rububiyetinden tut, tâ her nevi rububiyet-i bâtılayı kat ediyor, reddediyor.( Yirmi Dokuzuncu Mektup)

İslâmiyet, fünûnun seyyidi ve mürşidi ve ulûm-u hakîkîyenin reis ve pederidir.(Muhakemat)

İslâmiyet, nev-i beşer için fıtrî bir dindir ve içtimâiyatı tezelzülden vikâye eden yegâne bir âmildir.( İşârâtü’l-İ’câz)

Zaman-ı Saadette Kur’ân’dan neş’et eden İslâmiyet, sanki bir şeceredir. Kökü Zaman-ı Saadette sabit olmakla, damarları o zamanın âb-ı hayat menbalarından kuvvet ve hayat alarak her tarafa intişar ettikleri gibi, dal ve budakları da istikbal semâsına kadar uzanarak âlem-i beşere maddî ve mânevî semereleri yetiştiriyor.
Evet, İslâmiyet, mâzi ile istikbali kanatları altına almış, gölgelendirerek, istirahat-i umumiyeyi temin ediyor. ( İşârâtü’l-İ’câz)

İslâmiyet, bütün insanlara bir nur, bir rahmettir.( Mesnevî-i Nuriye – Katre)

İnsan, İslâmiyet sayesinde, ibadet saikasıyla bütün Müslümanlara karşı sabit bir münasebet peyda eder ve kavî bir irtibat ve bağlılık elde eder. Bunlar ise, sarsılmaz bir uhuvvete, hakikî bir muhabbete sebep olur. Zaten heyet-i içtimaiyenin kemâline ve terakkisine ilk ve en birinci basamaklar, uhuvvetle muhabbettir.( İşârâtü’l-İ’câz)

4.Peygamberimize(asm) karşı konumumuz nedir?
Peygamberimize(asm) karşı konumumuz; Öncelikle ümmet olmaktır. O zaman nasıl bir peygambere muhatabız?

Binaenaleyh, nübüvvet öyle bir çekirdektir ki, İslâmiyet şeceresi bütün semeratıyla, çiçekleriyle o çekirdekten çıkmıştır. Kur’ân dahi, seyyar yıldızları ismar eden şems gibi, İslâmiyetin on bir rüknünü intaç etmiştir.( Mesnevî-i Nuriye – Hubâb)

O zat (a.s.m.) öyle bir şeriat ve bir İslâmiyet ve bir ubudiyet ve bir dua ve bir davet ve bir imanla meydana çıkmış ki, onların ne misli var ne de olur.

Ve onlardan daha mükemmel, ne bulunmuş ve ne de bulunur. Çünkü, ümmî bir zatta (a.s.m.) zuhur eden o şeriat, on dört asrı ve nev-i beşerin humsunu, âdilâne ve hakkaniyet üzere ve müdakkikane hadsiz kanunlarıyla idare etmesi, emsal kabul etmez.

Hem, ümmî bir zâtın (a.s.m.) ef’âl ve akvâl ve ahvâlinden çıkan islâmiyet, her asırda, üç yüz milyon insanın rehberi ve mercii ve akıllarının muallimi ve mürşidi ve kalblerinin münevviri ve musaffîsi ve nefislerinin mürebbîsi ve müzekkîsi ve ruhlarının medâr-ı inkişafı ve maden-i terakkiyatı olması cihetiyle, misli olamaz ve olamamış.(7.Şua)

Risalet ve İslâmiyetle mücehhez olan hakikat-ı Muhammediyedir ki, risalet noktasında en muazzam icmâ ve en vâsi tevatür sırrını ihtiva eden mecmû-u enbiyânın şehadetini tazammun eder.

Ve İslamiyet cihetiyle vahye istinad eden bütün edyân-ı semâviyenin ruhunu ve tasdiklerini taşıyor.

İşte, bütün enbiyanın şehadetiyle ve bütün edyânın tasdikiyle ve bütün mucizatının teyidiyle musaddak olan bütün akvaliyle, vücud ve vahdet-i Sânii beşere gösteriyor.

Demek şu dâvâda ittihad etmiş bütün efâzıl-ı beşer nâmına o nuru gösteriyor.

Acaba bu kadar tasdiklere mazhar, büyük, derin, durbîn, sâfi, keskin, hakaik-âşina bir gözün gördüğü hakikat, hakikat olmamak hiç ihtimali var mı?( Mesnevî-i Nuriye – Nokta)

5.Risâle-i Nûr’a karşı konumumuz nedir?
Risâle-i Nâr’a karşı konumumuz; uhuvvet ve talebeliktir.
  • Talebeliğin hâssası ve şartı şudur ki:
  • Sözler’i kendi malı ve te’lifi gibi hissedip sahib çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini, onun neşir ve hizmeti bilsin.(26.Mektup)
  • Zaten mesleğimizin esası uhuvvettir.
  • Peder ile evlât, şeyh ile mürid mâbeynindeki vasıta değildir.
  • Belki hakikî kardeşlik vasıtalarıdır.
  • Olsa olsa bir üstadlık ortaya girer.”(21.Lema)
  • Ben de sizin bu ders-i Kur’âniyede bir ders arkadaşınızım.
  • Ben en ziyade muhtaç ve fakir olduğumdan bu kudsî hakikatler en evvel bana ihsan edilmiştir. Ben makam sahibi değilim.( Emirdağ Lâhikası)
  • İşte, ey Risâle-i Nûr şakirtleri ve Kur’ân’ın hizmetkârları!
  • Sizler ve bizler öyle bir insan-ı kâmil ismine lâyık bir şahs-ı mânevînin âzâlarıyız.
  • Ve hayat-ı ebediye içindeki saadet-i ebediyeyi netice veren bir fabrikanın çarkları hükmündeyiz.
  • Ve sahil-i selâmet olan Dârüsselâma ümmet-i Muhammediyeyi (a.s.m.) çıkaran bir sefine-i Rabbâniyede çalışan hademeleriz.
  • Kardeşlerinizin meziyetlerini şahıslarınızda ve faziletlerini kendinizde tasavvur edip, onların şerefleriyle şâkirâne iftihar etmektir.
  • Ehl-i tasavvufun mâbeyninde fenâ fi’ş-şeyh, fenâ fi’r-resul ıstılahatı var.
  • Ben sufî değilim. Fakat onların bu düsturu, bizim meslekte fenâ fi’l-ihvân suretinde güzel bir düsturdur.
  • Kardeşler arasında buna tefânî denilir.
  • Yani, birbirinde fâni olmaktır.
  • Yani, kendi hissiyat-ı nefsaniyesini unutup, kardeşlerinin meziyat ve hissiyatıyla fikren yaşamaktır.(21.Lema)
  • Bu durûs-u Kur’âniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müctehidler de olsalar, vazifeleri, ulûm-u imaniye cihetinde, yalnız yazılan şu Sözlerin şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir.
  • Çünkü, çok emârelerle anlamışız ki, bu ulûm-u imaniyedeki fetvâ vazifesiyle tavzif edilmişiz.
  • Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enâniyet-i ilmiyeden aldığı bir hisle, şerh ve izah haricinde birşey yazsa, soğuk bir muaraza veya nâkıs bir taklitçilik hükmüne geçer.
·         Çünkü, çok delillerle ve emârelerle tahakkuk etmiş ki, Risâle-i Nûr eczaları Kur’ân’ın tereşşuhâtıdır; bizler, taksimü’l-a’mâl kaidesiyle, herbirimiz bir vazife deruhte edip o âb-ı hayat tereşşuhâtını muhtaç olanlara yetiştiriyoruz.( Yirmi Dokuzuncu Mektup)
·         Talebeliğin hâssası şudur ki: Yazılan Sözlere kendi malı gibi sahip olmalıdır.
  • Kendisi telif etmiş ve yazmış nazarıyla bakıp neşrine ve ehil olanlara iblâğına çalışmaktır. (Barla Lâhikası )
  • “Ben de sizin bu ders-i Kur’âniyede bir ders arkadaşınızım.
  • Ben en ziyade muhtaç ve fakir olduğumdan bu kudsî hakikatler en evvel bana ihsan edilmiştir. Ben makam sahibi değilim.
  • Ben kendimi beğenmiyorum.
  • Beni beğenenleri de beğenmiyorum.(Emirdağ Lâhikas)
  • “Zaman şahıs zamanı değil, şahs-ı mânevî zamanıdır.
  • Risâle-i Nûr’da şahıs yok, şahs-ı mânevî var.
  • Ben bir hiçim.
  • Risâle-i Nûr, Kur’ân’ın malıdır, Kur’ân’dan süzülmüştür.
  • Şeref ve hüsün Kur’ân’ındır.
  • Şahsımla Risâle-i Nûr iltibas edilmiş.
  • Meziyet, Risâle-i Nûr’a aittir.
  • Risâle-i Nûr’un neşrindeki harika muvaffakiyet ise, Risâle-i Nûr talebelerine aittir.
  • Yalnız şu kadar var ki, şiddetli ihtiyacıma binaen Cenab-ı Hak, Kur’ân-ı Hakîmden bana ilâç ve tiryakları ihsan etti; ben de kaleme aldım.
  • Her nasılsa, bu zamanda birinci tercümanlık vazifesi bana düşmüş.
  • Ben de Risâle-i Nûr’un talebesiyim.
  • Bir risaleyi şimdiye kadar yüz defa okuduğum halde yine okumaya muhtaç oluyorum.
  • Ben sizlerin ders arkadaşınızım”.(Emirdağ Lâhikas)
  • “Zaman şahıs zamanı değil, şahs-ı mânevî zamanıdır.
  • Risâle-i Nûr’da şahıs yok, şahs-ı mânevî var.
  • Ben bir hiçim.
  • Risâle-i Nûr, Kur’ân’ın malıdır, Kur’ân’dan süzülmüştür.
  • Şeref ve hüsün Kur’ân’ındır.
  • Şahsımla Risâle-i Nûr iltibas edilmiş.
  • Meziyet, Risâle-i Nûr’a aittir.
  • Risâle-i Nûr’un neşrindeki harika muvaffakiyet ise, Risâle-i Nûr talebelerine aittir.
  • Yalnız şu kadar var ki, şiddetli ihtiyacıma binaen Cenab-ı Hak, Kur’ân-ı Hakîmden bana ilâç ve tiryakları ihsan etti; ben de kaleme aldım.
  • Her nasılsa, bu zamanda birinci tercümanlık vazifesi bana düşmüş.
  • Ben de Risâle-i Nûr’un talebesiyim.
  • Bir risaleyi şimdiye kadar yüz defa okuduğum halde yine okumaya muhtaç oluyorum.
  • Ben sizlerin ders arkadaşınızım”.(Emirdağ Lâhikas)
Bizlerin mürşidi, hocası, şeyhi, şahsı Üstad’dan sonra Risâle-i Nûr’un şahs-ı mânevîsidir. Hatta Üstadımız dahi kendisinin Risâle-i Nûrların talebesi olduğunu ve talebelerin ders arkadaşı olduğunu ifâde ediyor.

İlhamat, ihtarat ve feyz-i Kur’ân dışında Üstadımız da Risâle-i Nûr hakîkatlerine muhtaç ve onları okuyor dersler yapıyor ve de müzâkereler yapıyor.

Bu cihetten bakarsak şöyle bir durum karşımıza çıkıyor. “Zaman şahıs zamanı değil, şahs-ı mânevî zamanıdır. Risâle-i Nûr’da şahıs yok, şahs-ı mânevî var.
Ben bir hiçim. “
Şimdi bu hakîkate binâen bizler artık şahsa değil şahs-ı mânevîyeye muhatap olmuş oluyoruz. Yani Risâle-i Nûrlar bir mürşit vaziyetinde şahs-ı mânevî oluyor diye düşünüyorum.

İşte bu şahs-ı mânevî çerçevesinde oluşan talebelerinin oluşturdukları ve “ihlâs, tesanüd ve sadakat” vasıflarından oluşan bir şahs-ı mânevî var ki işte bu şahs-ı mânevî “îmân, hayat ve şeriat” dairelerinde Üstadımız Risâle-i Nûrun vazîfesini uzun tedkikat ile ortaya koyarak meydana getirdiği maddî şahıs değil mânevî ve kitabî şahs-ı mânevî (O şahıs)kabul ettiğimiz şahsa ittiba etmek ve o şahsın(şahs-ı mânevînin) düstûrlarını okuma, anlama, amel etme, öncelikle diğer ehl-imânın imânını kutarma ve taklitten tahkike çıkarma vazîfelerini yüklenerek hep birlikte Risâle-i Nûrlara muhatap olan meslek ve meşrepler olarak bu son âhirzamân asrında vazîfeleri derûhte etmek gerekiyor.

O halde şöyle düşünebiliriz. Risâle-i Nûrlar, heyet-i mecmuası olarak mânevî bir şahısıtr. Çünkü Üstad “Her bir kitap bir Said’dir. Hangisini okusanız benimle sohbet etmiş olursunuz.”der. Hem Üstadımızın ömr-ü ahirlerinde de sesinin kısılması ve “Artık bana lüzûm kalmadı benim bedelime Risâle-i Nûrlar konuşacak. “demesi bu mânevî ve kitabî şahs-ı mânevîiye işâret olmalıdır.

İşte Risâle-i Nûrların çerçevesinde meydana gelen insanların oluşturdukları topluluk ise cemaatin şahs-ı mânevîsi olarak ortadadır.

Bu düşünceme mihenk olacak bir yer eklemek istiyorum.

“Risâle-i Nûr’un şahs-ı mânevîsi ve o şahs-ı mânevîyi temsil eden has şakirtlerinin şahs-ı mânevîsi “ferid” makamına mazhar oldukları için, (Kastamonıu Lâhikası )

Risâle-i Nûr hizmeti mütedahil daireler şeklinde bir hizmeti esâs alır.

Risâle-i Nûr hizmeti teşekkül ederken Üstadımızın en yakınında hadislerle de teyid edilen bir has taife vardır ki işte o dairenin Üstadımızın telifi ile oluşan Risâle-i Nûrlardan oluşan şahs-ı mânevî çerçevesinde bir tesanüd, sadakat ve ihlâs ile o dehşetli ve müthiş bir dönemde öyle bir şecaat ve duruş sergilemişlerdir ki ta asırlar öncesinden müjdelenmişlerdir. İşte o has dairenin oluşturduğu şahs-ı mânevî “ferid” ma’kâmına mazhardır. O şahs-ı mânevîye dairesine daha sonra diğer talebeler dahil oldu ve halen de olmaya devam etmektedirler.

Yani Risâle-i Nûr’un şahs-ı mânevîsi ve o şahs-ı mânevîyeyi temsil eden ve oluşmasını sağlayan ilk halka o has talebelerdir. Bizler ise o oluşan şahs-ı mânevîyeye dahil olarak vazîfelerimize devam etmek zorundayız. Şahsım adına has şakirtlerden Üstada hizmet eden ilk halka talebeleri anlıyorum. Çünkü onlar hakîkat kahramanlarıdır. O zulümâtlı zamanlarda korkmadan her güçlüğe ve zorluğa rağmen Üstad’a talebe olma şerefine ermişler ve Risâle-i Nûrun şahs-ı mânevîyesini temsil etmeye liyâkat kazanmışlarıdır.

Bizim vazîfemiz ise Risâle-i Nûrlara talebe olmaktır. Ve has şakirtlerden oluşan ve ferid makâmına mazhar olan şahs-ı mânevîyeye dâhil olmak ve Risâle-i Nûrları kendi telifimiz gibi bilmek ve bütün hayatımızı onun hizmeti ve neşri bilmemiz yeterlidir.

Has şakirtler için Üstadımız o günkü zor ve çetin şartlar altında elbette ki bazı önemli vazîfeleri onlara yüklemiş ve Risâle-i Nûrların yazılması, okunması ve neşredilip ilanatı için bütün himmetlerini bu hakîkatlere sarf etmeleri için nazarlarını ve himmetlerini başka eserlere çevirmeden bütün insanlığın kurtuluşuna vesîle olacak imân hakîkatlerinin tekemmülüne sarf etmeleri için başka eserlerle ve işlerle iştigal edilmemesini söylemiştir. Zaten başka eserler okunsa Risâle-i Nûrlardan dahâ fazla bir ilim alınmayacaktı. Bunun için de imân hakîkatleri cihetinden Risâle-i Nûrlar kafi geldiği için o has talebelere hele müşevveşiyet verecek olan eserlerin okunmaması yazılmış ve söylenmiştir bu da çok normaldir.

Has şakirtlerin vazifesi sadece ve sadece Risâle-i Nûrlardır. Başka cemaatlerle ve onların hizmetleri ile iştigal edecek zamanları ve vazîfeleri de yoktur diye düşünüyorum. Çünkü onların ihlâs, sadakat ve tesanütlerinden oluşacak olan şahs-ı mânevîyenin zuhuru her şeyin fevkinde bir hadisedir ki o da ancak sadece ve sadece Risâle-i Nûrlara çalışmakla olacaktır ve de öyle de olmuştur.

Allah bizlere o şahs-ı mânevîye içersinde hizmet etmeyi nasip etsin ve bizleri istikâmetten ayırmasın.

Bir sene bu risaleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan, bu zamanın mühim, hakikatli bir âlimi olabilir. Eğer anlamasa da, madem Risâle-i Nûr şakirtlerinin bir şahs-ı mânevîsi var; şüphesiz o şahs-ı mânevî bu zamanın bir âlimidir.(21.Lema)

“Zaman şahıs zamanı değil, şahs-ı mânevî zamanıdır.  Risâle-i Nûr’da şahıs yok, şahs-ı mânevî var.”(Emirdağ Lâhikas)

“Risâle-i Nûr’un şahs-ı mânevîsi ve o şahs-ı mânevîyi temsil eden has şakirtlerinin şahs-ı mânevîsi “ferid” makamına mazhar oldukları için, (Kastamonıu Lâhikası )

Meyve Risâlesinde “Sefahet ve dalâleti terviç eden bir şahs-ı mânevî” ifâdesi geçmektedir. Bu ifâde için ise Üstad “insî bir şeytan gibi karşıma dikildi ve dedi: ” ifadesi ile o şahs-ı mânevînin birileri adına sözcülük ve temsilcilik yaptığını ifâde etmektedir. Devamında ise;”Biz hayatın herbir çeşit lezzetini ve keyiflerini tatmak ve tattırmak istiyoruz; bize karışma.” (11.Şua-3.mesele)” dediğini ve konuştuğunu söylemektedir.

Bu ifâdelere göre sefâhat ve dalalet ehlini temsil eden ve onların adına temsilcilik yapan hatta vehimler, vesveseler vererek fikirlerini terviç etmektedir.

Öyle ise yukarıya da aldığımız gibi Risâle-i Nûrların da bir şahs-ı mânevîsi var ve o şahs-ı mânevîyeyi temsil eden has şakirtlerin de şahs-ı mânevîsi ortadadır. İşte o şahs-ı mânevî hem konuşur ve hem de irşad vazîfenini derûhte etmektedir. Bu nedenle de Risâle-i Nûrların şahs-ı mânevîsinin tasarrufu ve temsilciliği bizlere kâfi gelmelidir ve onun irşâdı ve tasarrufuna kanâat etmeliyiz vesselam.

İnsanın mahiyeti ve konumu
  • “İnsan, iman ile insanda tezahür eden san’at-ı İlâhiye ve nukuş-u esmâ-i Rabbaniye itibariyle bir kıymet alır”( Sözler, s. 281)
  • “İşte insan, Cenâb-ı Hakk’ın böyle antika bir san’atıdır ve en nazik ve nazenin bir mu’cize-i kudretidir ki; insanı, bütün esmâsının cilvesine mazhar ve nakışlarına medar ve kâinata bir misal-i musağğar sûretinde yaratmıştır.”( Sözler, s. 282)
  • İnsan bir çekirdeğe benzer. Nasıl ki o çekirdeğe kudretten mânevî ve ehemmiyetli cihâzât ve kaderden ince ve kıymetli program verilmiş….”( Sözler, s. 291)
  • “Eğer o istidad çekirdeğini İslâmiyet suyu ile, imânın ziyâsıyla, ubûdiyet toprağı altında terbiye ederek evâmir-i Kur’âniyeyi imtisâl edip, cihazât-ı mâneviyesini hakiki gàyelerine tevcih etse, elbette âlem-i misâl ve berzahta dal ve budak verecek ve âlem-i âhiret ve Cennette hadsiz kemâlât ve nimetlere medâr olacak bir şecere-i bâkiyenin ve bir hakikat-i dâimenin cihazâtına câmi’ kıymettar bir çekirdek ve revnaktar bir makine ve bu şecere-i kâinatın mübârek ve münevver bir meyvesi olacaktır.”( Sözler, s. 291)
  • “..o insan, infiâl ve kabul ve duâ ve sual cihetinde, şu dünya hanında aziz bir yolcudur.”( Sözler, s. 293)
  • “İnsan bir yolcudur. O yolculuk ise; âlem-i ervahtan, rahm-ı maderden, gençlikten, ihtiyarlıktan, kabirden, berzahtan, haşirden, köprüden geçen ebed-ül âbâd tarafına bir yolculuktur.”( Sözler, s. 295)
İnsan Yolculuğu esnasında;
  • “…enâniyetine istinad edip hayat-ı dünyeviyeyi gaye-i hayal ederek derd-i maişet içinde muvakkat bazı lezzetler için çalışsa, gayet dar bir daire içinde boğulur gider.”(Sözler, s. 293)
  • “Eğer kendini misafir bilse, misafir olduğu Zât-ı Kerim’in izni dairesinde sermaye-i ömrünü sarfetse, öyle geniş bir daire içinde uzun bir hayat-ı ebediye için güzel çalışır ve teneffüs edip istirahat eder. Sonra, a’lâ-yı illiyyîne kadar gidebilir. Hem de bu insana verilen bütün cihazat ve âlât, ondan memnun olarak âhirette lehinde şehadet ederler.”(Sözler, s. 293)
  • “İnsandaki cihâzât-ı mâneviye ve letâif-i insaniye ki, herbirisi hayvana nisbeten yüz derece inbisat etmiş. Meselâ; güzelliğin bütün merâtibini fark eden insan gözü ve taamların bütün çeşit çeşit ezvâk-ı mahsusalarını temyiz eden insanın zaika-i lisâniyesi ve hakaikın bütün inceliklerine nüfuz eden insanın aklı ve kemâlâtın bütün envâ’ına müştak insanın kalbi gibi sair cihazları…”(Sözler, s. 293) diye insanın yolculuğu ve mahiyeti sıralanmıştır.
İnsanda “…vicdan, asab, his, akıl, heva, kuvve-i şeheviyye, kuvve-i gadabiyye, kalp, ruh, sır..”(Barla Lâhikası,) ve bunlardan başka;
“sâika, şâika ve hiss-i kable’l-vuku olarak da bazı lâtifeler” mevcuttur.

Sâika: Sevk edip götüren bir his.
Şaika: Şevk verici, isteklendirici his.
Hiss-i kable’l-vuku ise: Ön sezi, önceden hissetmek anlamlarına gelmekte.

Öyleysa insana,”“…ibâdâtın bütün envâ’ına müstaid bir fıtratta yaratıldığı için bütün kemâlâtın tohumlarına câmî bir istidad” verilmiştir.( Sözler)

İnsan“…bu derece cihazatça zenginlik ve sermayece kesret, elbette ehemmiyetsiz muvakkat şu hayat-ı dünyeviyenin tahsili için verilmemiştir. Belki şöyle bir insanın vazife-i asliyesi, nihayetsiz makâsıda müteveccih vezâifini görüp, acz ve fakr ve kusurunu ubudiyet suretinde ilân etmek ve küllî nazarıyla mevcudâtın tesbihatını müşahede ederek şehadet etmek ve nimetler içinde imdadat-ı Rahmaniyeyi görüp şükretmek ve masnuatta kudret-i Rabbaniyenin mu’cizatını temâşâ ederek nazar-ı ibretle tefekkür etmektir.”(Sözler)

Böylece insan hakîkî insaniyet-i kübra olan islamiyetle mahiyetinin gereği olan kullukla konumuna yakışır bir hal alacaktır ve almalıdır.

Bâkî ÇİMİÇ

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir