Başörtüsü Yasağına Kaderî Bakış

Güncelliği yıllarca devam eden ve çok hızlı bir şekilde ülkemizin gündemine tekrar çözüm arayışı adı altında gelen “tesettür veya başörtüsü” meselesi yine tartışılıyor ve önemini koruyor. Dinin bir emri olan başörtüsü meselesi senelerce siyâsî çalkantılar ve tartışmalar içerisinde epey örselendi ve yıpratıldı. Hâlbuki insânî ve vicdanî hiçbir kişi bu meselenin çözümünden rahatsızlık duymaması gerekir. Çünkü bu mesele dînî ve vicdânî bir tercih ve insânî bir haktır. Bu hak üzerinden yapılan ucuz hesaplar ve haksızlıklar gayretullaha dokunmuştur. Herkes bu imtihânın sorumluluğunu şahsî ve siyâsî olarak verecektir.

Tesettür veya başörtüsü meselesini değişik boyutlardan inceleyebiliriz. Zaten son günlerde bu mesele epey konuşuluyor ve tartışılıyor. Medenî ölçüler içerisinde konuşulması ve tartışılması elbette ki bu problemin çözümüne katkı yapabilir. Yıllardır siyâsî zeminlerde bu hâdisenin konuşulması ve sû-i istimâl edilmesi öncelikle bu hakkı kullanmak isteyenlere zarar verdiği de bir hakîkattir. Biz de kaderî bakış boyutundan başörtüsü ve tesettür meselesini değerlendirmek istiyoruz. Çünkü kâinatta hiçbir hâdise yoktur ki, kaderin şumûlü harici olsun. Hele ki musîbet ciheti de olan hadîselerde beşerin zulmü arkasında muhakkak kaderin hissesi ve adaleti vardır. Bu noktalara da değineceğimiz değerlendirmelerimizde özellikle meselenin ehl-i îmâna bakan yönlerini tefekkür etmek istiyoruz.

Çoğu meselede olduğu gibi tesettür veya başörtüsü meselesinde de birileri yine hâlen işin kışır boyutunda geziniyor. Bir türlü başörtüsü meselesi lüb ve öz olan emir boyutuna geçemiyor. Hâlen ulemâ-yı ehl-i zâhirlerin de aldandıkları yer olan illet ve hikmet meselesi karıştırılıyor. Hikmeti illetin önüne geçirmek ve böylece lübbü kışıra fedâ etmek olan “Lübbü bulmayan, kışır ile meşgul olur”1 cihetine hamlediyor.

Tesettürün hiçbir dünya maslahatı için fedâ edilmemesi gereği ve gerçeği atlanıyor. Dahâ fazla kışır ve dış görünüş ciheti nazarlara sunuluyor. Hakîkatte tâife-i nisânın fıtratının gereği olarak emredilen tesettür basitleştirilerek dünyevîleştiriliyor. Üzerinde çok u’cûbe yorumlar yapılıyor. Böylece lübbe ulaşılamayınca lübdeki sır kışırdaki sûrete kurban ediliyor. Öncelikle tesettürün rûhlarda ve kalblerde ma’kes bulan emir ciheti ve fıtrat yönü atlanıyor. Yani lübbü ve özü öncelenmesi gerekirken kışrı ve kabuğu ile gündemde kalınmasına çalışılıyor.

Ancak rûhlarda ve kalblerde ma’kes bulacak olan îmânî salâbet ve tesettürden sonra sûretteki görüntüler de hakîkate ve rızâ ma’kamına ulaşacaktır İnşâallah. Ümîdimiz ve inancımız böyledir.

Musîbet sadece kışırdaki kusurlardan değil, lübdeki kırılmalardan terâküm eden kaymalarla verdirilen fetvaların toplamı olmalı ki; zalimlerin tasallutuna kaderin fetvası olmuş olmalıdır. Tekrar o kalbî ve fıtrî lübbe dönülsün ve sadece Allah rızâsı için fiiller derûhte edilsin. İşte o zaman bütün mesele hallolacaktır İnşâallah.

Buradan şunu rahatlıkla anlıyoruz ki, zaman çok ızdırârî duâ vaktidir. Duâya devam edilmelidir ki, kalbler toplu olarak Rabb-i Rahîm’e yönelsin. Musîbet devam ediyorsa, duâ vakti de devam ediyor bilinsin. İnşâallah kalbî, fiilî ve kavlî duâlarla zulmün kalkmasına ve hakkın hükmünün ve hürriyet-i şer’iyenin tahakkukuna çalışılsın. Ubûdiyet niyeti ile vazîfeler yapılsın ve netice Rabb-i Rahîm’den beklenilsin.

“İnsan zulmeder, kader adalet eder” hükmüne göre acaba başımıza gelen bu musîbette kaderin nasıl bir adaleti vardır?

Bu dünya imtihân dünyasıdır. Onun için de burada Yüce Allah hikmeti ile hükmetmektedir. Ahirette ise kudreti ile tecelli edecektir. İnsanın başına gelen hadîselerde beşerin hissesi olduğu kadar, kaderin de hissesi vardır. “Her şeyde, her musîbette, husûsan beşer eliyle gelen zulümlü musîbetlerde, Risâle-i Kader’de beyân edildiği gibi, iki sebep var. Biri: Zâhiren esbâba bakan beşerdir. Diğeri: Kader-i İlâhî’dir. Beşer, zâhirî esbâba bakar; bâ’zan yanlış eder, zulmeder. Fakat kader, başka noktalara bakar, adalet eder.”2 İşte bu hakîkat, musîbetlerin altında yatan hikmetlerin îzâhıdır. Üstadımız Bedîüzzamân Saîd Nursî Hazretleri buna şöyle işaret etmektedir: “Maatteessüf başımıza gelen şefkat tokatını, iki üç gündür, kat’î bir kanaatla anladım. Hattâ, ehl-i isyan hakkında gelen bir âyetin çok işârâtından bir işâreti bize bakıyor gibi hissettim. O da şudur: yânî: ‘Onlara ihtâr ettiğimiz ders ve nasîhatı unuttukları ve amel etmedikleri vakit, onları tutup musîbet altına aldık.’”3

Yukarıdaki âyete göre başımıza gelen musîbetlerde ve tokatlarda ihmâl ettiğimiz “Onlara ihtâr ettiğimiz ders ve nasîhatı unuttukları ve amel etmedikleri vakit, onları tutup musîbet altına aldık” 4 hakîkatıdır. Acaba hangi ihtâr edilen dersleri ve nasîhatleri unuttuk ve amel etmedik? Şu gelen noktalar olabilir mi diye düşünüyoruz.

Ehl-i îmân olarak dünyevîleştik. Her hâdisede dünyamızın rahatını düşündük. Bu ise ekseriyet teşkil edip kadere fetvâ verdirmiş olabilir. Hâlbuki dünyayı ahiretin mezraası ve esmâ-i ilâhînin tecellîgâhı bilmeliydik.

Başörtüsü zulmünün altında çok hikmetler saklıdır. Bu musîbeti sadece kızlarımız ve nisâ tâifesi ile sınırlamak çok yanlış olur. Mutlaka hepimizin “Umûmî musîbet, ekseriyetin hatasından ileri gelmesi cihetiyle, ekser nâsın o zâlim eşhâsın harekâtına fiilen veya iltizâmen veya iltihâken taraftar olmasıyla mânen iştirak eder, musîbet-i âmmeye sebebiyet verir”5 hakîkatinden hissesi olmalıdır.

Başörtüsü gibi Allah’ın emri ile farz olan bir ibâdet, emir boyutundan dünyevî maslahat, görüntü ve hatta modaya kurban edildiği görünüyor. Tesettür nisâ tâifesinin fıtratının bir gereği iken, bu cihet unutulmuş olabilir. İstisnâlar mevzûmuzun haricindedir. Emir boyutunda sırf ubûdiyet gereği yapılan tesettür elbette ki rızâ-i İlâhiye mazhar olur. Burada dahâ çok umûmî musîbete bakan cihetler değerlendirilmektedir. Kalbler Allah’ın elindedir. Hiç kimse için “Sen böyle yaptın?” diyerek meseleyi şahsîleştirmemek gerekir. Ancak seküler bir hayatın ehl-i îmânı dünyevîleştirmediğini kimse iddiâ edemez. 

Bu musîbetlerle esâsında kader adalet ediyor diyebiliriz. Hepimizden öncelikle enfüse dönmemiz, ubûdiyet ve duâlarla tekrar hakîkî mâ’nâda kalbî hicretlere yönelmemiz isteniyor olmalıdır. Bu kalbî hicretlere ulaşamadıktan sonra musîbetler şekil değiştirerek devam edebilir. Çünkü “Zalim Allahın kılıcıdır. Onunla intikamını alır, sonra o kılıcı da kırar” bir hakîkattir.

Rabbimiz biz kullarının arş-ı kemâlâta ulaşmasını istiyor. Ancak kul kendi irâdesi ile buraya ulaşmakta tembellik yapıyor ve kullukta, duâda aksamalar baş gösteriyor. Yüce Allah kullarını musîbetlerle aciz bırakıp kendisine ve kulluğuna dönmesini istiyor. İşte bu cihetle de kader adalet ediyor olmalıdır. Son cümlelerimiz Risâle-i Nûrlardan: “Zâhirde zararlı gibi görünen şeyler, hakîkatte nimettir. Zahmette rahmet vardır. İmân hizmeti uğrunda başımıza ne gelse hayırdır. Biz başımıza geleceği düşünmekle mükellef değiliz, hizmet-i Kur’âniye ile mükellefiz. Biz, Rabb-i Rahîmimizin daima inâyeti altındayız. Ölsek şehidiz, kalırsak Kur’ân’ın hizmetkârıyız. İslâmiyet düşmanları bizi müebbed dünya hapsine de mahkûm etseler, bizler yine Risâle-i Nûr’un hizmetindeyiz, diye îmân etmişler ve fakat sadece imanla kalmamışlar, bilfiil de amel etmişlerdir, meydandadır.“6 İşte böyle davranmak ehl-i îmânın şe’nidir.

Dipnotlar:

1- Muhâkemât, 2006, s: 74.

2- Kastamonu Lâhikası, 2006, s: 384.

3- Lem’alar, 2005, s: 638.

4- En’âm Sûresi, 6: 44.

5- Sözler, 2004, s: 279.

6- Tarihçe-i Hayat, 2006, s: 828.

Bâkî ÇİMİÇ-11.10.2010

E-Posta: [email protected]

http://www.yeniasya.com.tr/2010/10/11/yazarlar/bcimic.htm

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir