Makâm-ı Na’z

Risâle-i Nûr eserleri selef ulemâlarının ve mesleklerinin bütün hakîkatlerini tasdik eder. Ancak îzâhında zorlanılan, tekellüflü tevilleri de rûh-u aslîsine uygun olarak îzâh ederek açıklar. Böylece önemli bir vazîfeyi de derûhte etmiş olur.

Hatta Üstad Bedîüzzamân Hazretleri “Risâle-i Nûr, yalnız bir cüz’î tahribâtı, bir küçük haneyi tamir etmiyor; belki küllî bir tahribâtı ve İslâmiyeti içine alan dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kaleyi tamir ediyor. Ve yalnız husûsî bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor; belki bin seneden beri tedârik ve terâküm edilen müfsit âletlerle dehşetli rahnelenen kalb-i umûmî ve efkâr-ı âmmeyi ve umûmun, bâhusus avâm-ı mü’minînin istinadgâhları olan İslâmî esâslar ve cereyânlar ve şeâirler kırılmasıyla, bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umûmîyi Kur’ân’ın i’câzıyla o geniş yaralarını, Kur’ân’ın ve îmânın ilâçlarıyla tedâvi etmeye çalışıyor. (Kastamonu Lahikası)” diyerek bu hakîkate işâret etmektedir.

Bizler de bu mânâlara hizmet etmesi dileğiyle yine Risâle-i Nûrlarda îzâhları yapılan bir konuyu ya’nî  “Makâm-ı Na’z” konusunu anlamaya çalışalım istedik. İnşâallah istifâdeli bir çalışma olur. Bizler kul olarak konumumuzu anlayarak makâmımızın niyâz ve kulluk olduğunu idrâk ederiz inşâallah.
Konuya kelimelerin mânâları ile başlayalım.

Na’z: Kendini beğendirmek için takınılan yapmacıklık tavır ve davranışlar, kendini ağıra satma hali, şımarıklık durumu, yalvarma, rica etme anlamlarındadır.

Makâm-ı Na’z; yukarıda îzâh edilen na’z ile ilgili îzâhlardaki mânâlara ulaşma makâmı veya ulaşılmış durum olarak anlaşılabilir. O na’z halinin gerektirdiği makâmdır.

Daha çok ehl-i velâyet mesleklerinde duyduğumuz bir mertebedir makâm-ı na’z.

Konunun daha fazla açıklığa kavuşması için öncelikle Risâle-i Nûrlardan ilgili yerleri alıp anlamaya ve îzâh etmeye çalışalım inşâallah.

“İşte, ey nefis, sen bu ücreti almışsın. Ubûdiyet gibi lezzetli, nimetli, rahatlı, hafif bir hizmetle mükellefsin. Hâlbuki buna da tembellik ediyorsun. Eğer yarım yamalak yapsan da, güya eski ücretleri kâfi gelmiyormuş gibi, çok büyük şeyleri mütehakkimâne istiyorsun. Ve hem “Niçin duam kabul olmadı?” diye nazlanıyorsun. Evet, senin hakkın naz değil, niyazdır. Cenâb-ı Hak, Cenneti ve saadet-i ebediyeyi, mahz-ı fazl ve keremiyle ihsan eder. Sen daima rahmet ve keremine iltica et, Ona güven ve şu fermanı dinle:” “Onlara söyle ki: Allah’ın lütfuyla ve rahmetiyle-ancak bununla ferahlansınlar. Bu, onların dünyada toplayıp durduklarından daha hayırlıdır.” (Yûnus Sûresi, 10:58.)”( Yirmi Dördüncü Söz)
İşte, ubudiyetin esası olan, acz ve fakr ve kusur ve naksını bilmek ve niyaz ile dergâh-ı Ulûhiyete karşı secde etmeye bedel naz ve fahir suretinde gidenler, zerrecik kalbini Arşa müsavi tutar. Katre gibi makamını, deniz gibi evliyanın makamâtıyla iltibas eder. Kendini o büyük makamâta yakıştırmak ve o makamda kendini muhafaza etmek için, tasannuâta, tekellüfâta, mânâsız hodfuruşluğa ve birçok müşkilâta düşer.(On Yedinci Lem’a-On Üçüncü Nota)

Na’z meselesinin de iki vechi olmalı. Ancak na’z durumu insanı niyâz makâmından düşürme ihtimâli var. Çok dikkat edilmesi gerekiyor.

İsterseniz Risâle-i Nûrlardan konuya devam edelim sonra üzerinde tefekkürlerimizi yoğunlaştırırız.

“Bir kısım ehl-i zevk ve şevk, sülûkünde fahri, nazı, şatahâtı, teveccüh-ü nâsı ve merciiyeti şükre, niyaza, tazarruâta ve nâstan istiğnâya tercih etmekle vartaya düşer. Halbuki en yüksek mertebe ise, ubudiyet-i Muhammediyedir ki, “mahbubiyet” ünvanıyla tabir edilir. Ubudiyetin ise sırr-ı esası niyaz, şükür, tazarru, huşû, acz, fakr, halktan istiğnâ cihetiyle o hakikatin kemâline mazhar olur. Bazı evliya-ı azîme, fahir ve naz ve şatahâta muvakkaten, ihtiyarsız girmişler; fakat o noktada, ihtiyaren onlara iktida edilmez. Hâdidirler, mühdî değillerdir, arkalarından gidilmez.( Yirmi Dokuzuncu Mektup) “

“Fakat muhabbetin bir vartası var ki: Ubudiyetin sırrı olan niyazdan, mahviyetten, naza ve dâvâya atlar, mizansız hareket eder. Mâsivâ-yı İlâhiyeye teveccühü hengâmında mânâ-yı harfîden mânâ-yı ismîye geçmesiyle, tiryak iken zehir olur.
Yani, gayrullahı sevdiği vakit, Cenâb-ı Hak hesabına ve Onun namına, Onun bir âyine-i esmâsı olmak cihetiyle rapt-ı kalb etmek lâzımken, bazan o zâtı, o zat hesabına, kendi kemâlât-ı şahsiyesi ve cemâl-i zâtîsi namına düşünüp, mânâ-yı ismiyle sever. Allah’ı ve Peygamberi düşünmeden yine onları sevebilir. Bu muhabbet, muhabbetullaha vesile değil, perde oluyor. Mânâ-yı harfî ile olsa, muhabbetullaha vesile olur, belki cilvesidir denilebilir.( Yirmi Dokuzuncu Mektup)

“Bazı evliya-ı azîme, fahir ve na’z ve şatahâta muvakkaten, ihtiyarsız girmişler; fakat o noktada, ihtiyaren onlara iktida edilmez. Hâdidirler, mühdî değillerdir, arkalarından gidilmez.( Yirmi Dokuzuncu Mektup)”

Kulluğun ve ubûdiyetin gereği Üstad’ın ifâdesi ile; “Ubûdiyet, emr-i İlâhîye ve rızâ-yı İlâhîye bakar. Ubûdiyetin dâîsi emr-i İlâhî ve neticesi rızâ-yı Haktır. Semerâtı ve fevâidi uhreviyedir. Fakat ille-i gâiye olmamak, hem kasten istenilmemek şartıyla, dünyaya ait faydalar ve kendi kendine terettüp eden ve istenilmeyerek verilen semereler, ubudiyete münâfi olmaz. Belki zayıflar için müşevvik ve müreccih hükmüne geçerler. Eğer o dünyaya ait faydalar ve menfaatler o ubudiyete, o virde veya o zikre illet veya illetin bir cüz’ü olsa, o ubudiyeti kısmen iptal eder. Belki o hâsiyetli virdi akîm bırakır, netice vermez.(On Yedinci Lem’a )” şeklinde ifâde edilir. Hakîkat de zaten budur.

Sanırım bazı evliya-i azîme yukarıdaki ubûdiyet sırrını bildikleri için kulluklarına ve ubûdiyetlerine halel gelmemek için bizzat “fahir, na’z ve şatahât “istememişler. Çünkü zararlıdır ve vartaları çoktur. Belki zayıflar bu tür halete mağlup olabilir ve fahir, na’z ve şatahâta bilerek ve isteyerek girebilirler. Evliya-i azîme bunlardan sakınmışlar. Ancak istemeseler de ihtiyarsız bu hele girmişlerdir. Bundan kendileri sorumlu değillerdir. Çünkü ihtiyarsızıdırlar. İnsanda hele ki evliya-i azîmede kontrol edilmeyen duygular ve mecâzî nefs-i emmâre vardır ki bazen “aklı, kalbi ve ihtiyârı” dinlemezler. O duygular ve mecâzî nefs-i emmâre denilen kör hissiyat ba’zen galip geliyor aklın, rûhun ve irâdenin aksine işleyebiliyor.

Bu sırdan olacak ki o tür evliyalar irâdelerinin dışında gelişen bu hallerden sorumlu değiller ve de kendileri dalalette olmazlar. Yine hidayettedirler. Ancak onların irâdeleri dışında o yolda gitmeleri başkalarının da onlara uymasını gerektirmez ve onlara uyulmaz ve arkalarından gidilmez. Çünkü onlar o heletten kurtuldukları zaman yine hakta devam ederler.

Onun içindir ki Üstad Bedîüzzamân Hazretleri “Bilmediler ki, her hâdi zat mühdî olamaz.(Yirmi Altıncı Mektup)” demekle bunu îzâh etmiştir.

Buraya bir bölüm daha alalım ki bu kısım açıklığa kavuşusun.
“Bir kısım ehl-i velâyet, zâhiren muhakemeli ve âkıl görünürken, meczupturlar. Ve bir kısmı dahi, bazan sahvede ve daire-i akılda görünür, bazan aklın ve muhakemenin haricinde bir hale girer. Şu kısımdan bir sınıfı, ehl-i iltibastır, tefrik etmiyor. Sekir halinde gördüğü bir meseleyi hâlet-i sahvede tatbik eder, hata eder ve hata ettiğini bilmez. Meczupların bir kısmı ise, indallah mahfuzdur, dalâlete sülûk etmez. Diğer bir kısmı ise mahfuz değiller; bid’at ve dalâlet fırkalarında bulunabilirler. Hattâ kâfirler içinde bulunabileceği ihtimal verilmiş. İşte, muvakkat veya daimî meczup olduklarından, mânen “mübarek mecnun” hükmünde oluyorlar. Ve mübarek ve serbest mecnun hükmünde oldukları için, mükellef değiller.  Ve mükellef olmadıkları için muahaze olunmuyorlar. Kendi velâyet-i meczubâneleri bâki kalmakla beraber, ehl-i dalâlete ve ehl-i bid’aya taraftar çıkarlar, mesleklerine bir derece revaç verip, bir kısım ehl-i imanı ve ehl-i hakkı, o mesleğe girmeye meş’ûmâne bir sebebiyet verirler.(Yirmi Altıncı Mektup )

Dalâlete sülûk etmeyenler mes’ul olmazlar ancak diğer bir kısmının zaten mahfûz olmadıklarını Üstad Hazretleri de söylüyor. Hatta “o mesleğe girmeye meş’ûmâne bir sebebiyet verirler.” ifâdesinde de sebebiyet kelimesi var. Bu sebebiyet kelimesi belki de onlara tâbi’ olan ve arkasında gidenlere işâret olabilir ve olmalıdır. Çünkü onlar ya’nî uyanlar “sekir, şatahât, na’z ve mecnûn” haletlerinde değillerdir.

Buradan çıkan esâs ders şu olmalıdır. Ehl-i velayetin yolları çok zevkli, şevkli, şatahâtlı, tatlı, kerâmetli…olduğu halde çok da hatarlı, tehlikeli, sakıncalı, sıkıntılı ve vartalı yoları ve halleri taşımaktadır.

Onun için de Risâle-i Nûrda geçen şu ifâdeler ne kadar önemli ve doğru bir hakîkattir.

Şeriat-ı Garra-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâmın hakaikine, rûhuna nüfuz etmenin en kısa, en hatarsız, en zevkli tariki, Risâlei’n-Nûr’a intisapladır. (Sikke-i Tasdik-i Gaybî )

Demek en hâlis ve en selâmetli ve en mühim ve en muvaffakiyetli hizmet Risâle-i Nûr şakirtlerinin daireleri içindeki kudsî hizmettir.(Kastamonu Lahikası)

Biz hizmetimize devam edeceğiz inşâallah. Aşağıdaki düstûrlara riâyet etmek en önemli vazîfelerimiz olacak.
*Evet, insanın elindeki cüz-ü ihtiyarî ile işledikleri ef’allerinde, Cenâb-ı Hakka ait netâici düşünmemek gerektir.
*Madem hakîkat budur; insan kendi vazîfesini yapıp Cenâb-ı Hakkın vazîfesine karışmamalı.
*”Peygambere düşen, ancak tebliğ etmekten ibârettir.” (Nur Sûresi, 24:54)
*”Sen sevdiğin kimseyi hidayete erdiremezsin. Ancak Allah dilediğine hidayet verir.” (Kasas Sûresi, 28:56)
*Öyleyse, işte ey kardeşlerim! Siz de, size ait olmayan vazîfeye harekâtınızı bina etmekle karışmayınız ve Hâlıkınıza karşı tecrübe vaziyetini almayınız. (On Yedinci Lem’a)

Na’z ve nazlanmak bizim daha çok çocuklardan yakînen bildiğimiz davranışlardır.

Konuyu ilk girişteki yere bağlayacak olursak, çocukların na’z ve nazlanmaları ile kulların Allah’a karşı na’z halini îzâha vesîle yapmak istiyorum.

Hepimiz biliriz ki çocuklar na’z makâmını anne ve babalarına karşı daha çok da annelerine karşı kullanılırlar. Çünkü çocuk o küçük aklı ve fıtrî hâli ile bilir ki annesi şefkatlidir ve merhametlidir. Mutlaka na’zlanarak ondan istediğini hatta daha ilerisini alacaktır. İşte bu nedenledir ki çocuk kullanacağı en keskin silah olarak gördüğü naz makâmını istimâl ederek dahâ fazla hatta hak etmediği matlûpları istemektedir.

Hatta bazen bu na’z öyle bir hale ulaşır ki şımarıklık, arsızlık ve su-i istimâl ile istenmeyen hatta anne ve babadan te’dip ve ta’zip vaziyetine kadar ulaşır.

Çocukların bu hali ilerleyen yaşlarda devam ederse yani na’z makâmının şımarıklık halinde devamı o çocuğun davranışlarında ve kişiliğinde problem olarak da devam eder.

İşte yukarıdaki misallerden bizlerde kendimize dersler çıkarabiliriz. Yüce Rabbimiz bizlere hayatı vermiş ve o hayatın levâzımatını da envâ-i çeşit nimetlerle hayatla birlikte vazetmiştir. Bizim şuurumuz taalluk etmediği şekilde Allah’ın rahmet tecellileri üzerimize rahmet, in’am ve inâyet olarak inmektedir.

Ancak Yüce Allah bu kadar nimetler için bizlerden şükür istemektedir. En büyük şükür ise namaz ile olacaktır. Çünkü namaz ubûdiyet-i Külliyedir.

Zaten Üstad Hazretleri bu konuda şöyle demektedir.”Ey nefis! Ubûdiyet, mukaddeme-i mükâfat-ı lâhika değil, belki netice-i nimet-i sabıkadır. Evet, biz ücretimizi almışız; ona göre hizmetle ve ubudiyetle muvazzafız.(Yirmi Dördüncü Söz)”

Buraya göre yüce Allah bizlere sabık nimetler vermiş ve ubûdiyet ile de bizler o sabık yani geçmişte verilen nimetlerin şükrünü edâ etmeye çalışmalıyız.

İşte bu kadar nimetlerin şükrü için edilen ubûdiyetler yapılmadan tekrar yeni nimetler beklemek ve na’z makâmını da kullanarak hak etmeden dahâ fazlasını beklemek bir nevî şımarıklık olmaz mı?

Eğer bizler sabık nimetlerin şükrü olarak ubûdiyetimize ciddi çalışırsak Rabbimiz olan Erhamürrahimin de elbette ki bizlere yeni nimetler verecektir ve de veriyor. Ancak bunu yaptığımız ubûdiyetin karşılığı olarak isteyemeyiz ve buna zaten hakkımız da yoktur.

O halde na’z halimizi ubûdiyetimizin bir gereği noktasında düşünelim ve gelecek nimetler için onu kullanmayalım yoksa niyâz makâmından na’z makâmına düşebiliriz.

Bâkî ÇİMİÇ
[email protected]

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir