Medeniyet-i hâzıranın inkişâı

Dediler: “Şeriat-ı garrâdaki medeniyet nasıldır?”

Dedim: “Şeriat-ı Ahmediyenin (asm) tazammun ettiği ve emrettiği medeniyet ise ki, medeniyet-i hâzıranın inkişâından inkişaf edecektir. Onun menfi esasları yerine, müspet esaslar vaz’ eder.”[1] Bu ifadelere göre insanlığı şeriat-ı Ahmediye’nin tazammum ettiği ve emrettiği medeniyet bekliyor. Bediüzzaman, bu medeniyetin hazır medeniyetin yarılmasından ve parçalanmasından ortaya çıkacağını söyler. En önemlisi ise onun menfî esasları yerine, müsbet esasları vaz eder. Demek ki insanlığın önünde böyle bir medeniyetin tezâhürü için bir fırsat vardır. Bu fırsat iyi değerlendirilirse insanlık âilesi bir sulh-u umûmiyi yaşayabilir.

Peki, bu nasıl olacaktır?

Şeriat-ı garrâdaki medeniyetin nasıl olacağına ve nasıl makes bulacağına ilişkin Risale-i Nur’dan bazı temel noktalar hükmündeki bölümleri alalım ve incelemeye çalışalım.

”Hem ekser enbiyanın Asya’da zuhuru, ağleb-i hukemanın Avrupa’da gelmesi, kader-i ezelînin bir remzi, bir işaretidir ki, Asya akvâmını intibâha getirecek, terakki ettirecek, idare ettirecek, din ve kalbdir. Felsefe ve hikmet ise din ve kalbe yardım etmeli, yerine geçmemeli.”[2] Asya’da din ve kalb hâkimdir. Bu fıtratın ve kaderin bir hükmüdür. Bu hükmüm aksine hareket eden muvaffak olamaz ve aksiyle tokat yer. Bütün say’i hebâen ziyan olur. İşte bu nedenle sosyal hayatta bir çığır açan ve muvaffak olmaya çalışan, kaderin bu hükmüne ve fıtratın gereğine uygun hareket etmelidir. Asya kıtasının fıtratına uygun cereyan ise dindir. Asya’yı ayağa kaldırmaya çalışanlar dini ikâme etmeli ve orada yaşayan insanların dinden irtibatını kesmemelidir. İşte bu hakikat için Bediüzzaman, “Bu remz-i kadere binâen Asya’da hüküm süren dindâr olmasa da din lehine çalışanlara ilişmemeli ve teşvik etmeli.”[3] demiştir.

Risale-i Nur’dan aldığımız derslere binaen Şeriat-ı Ahmediyenin (asm) tazammun ettiği ve emrettiği medeniyete ve onun dünyadaki inkişafına, medeniyet-i hâzıranın menfî esasları yerine müsbet esasların vaz edilmesi ile ilgili bir tahlil yapmak gerekirse önce kâinatın bir küçük numunesi ve özetini taşıyan insanı, insan beynini tahlil etmek gerekir. Bizler de bu bakış açısı ile şeriat-ı garrânın tarif ettiği medeniyete ve bu medeniyetin nasıl tezahür edip insanlığın gündemine ve hayatına yerleşeceğine farklı noktalardan bakmaya çalışalım.

Önce insanı ve insan beyninin nasıl çalıştığını tahlil edelim. İnsan sınırsız duygularla mücehhez olarak donatılmış ve yaratılmıştır. İnsanın maddî cihetinin yanında akıl, kalp, ruh, vicdan ve latife-i rabbaniye gibi gayr-ı mütenahî manevî duyguları da vardır. İnsan vücudunun hayat bulması ruha bağlıdır. Çünkü ruh, Allah’ın bir kanunu ve emridir. ”Kalbe gelen fiiller ruhun ihtizâzâtından ve ihtiyacâtından ileri gelir.” Böylece irâde denilen borazan ses ederek ruhun ihtizâzâtından ve ihtiyacâtından çıkan fiilleri kalbin köşelerinde yatan mânâlara üfler ve bu mânâları temâyülât-ı kalbîye olarak harekete geçirir. Bu harekete geçen fiillerin mazhâr-ı hissiyât yeri vicdan, makes-i efkâr yeri ise dimağdır. Burada kalb bir kumandan veya latîfe-i Rabbâniyenin merkezi durumundadır. Bütün güzel fiiller kalbin meyelânından, kötü filler ise nefsin ve hissin temayülatından çıkar. Kalbten çıkan efkâr(fikirler) dimağda makes bulunca yedi mertebeden geçer ve hakikate ulaşır. Bunlar “tahayyül, tasavvur, taakkul, tasdik, iz’an, iltizam ve itikattır.” Bu mertebeler esnasında ise dimağda şöyle bir iletişim ve etkileşim olur. Biliyoruz ki beyinde sinir hücreleri dediğimiz snapslar vardır. Bu hücreler arasında ise görünüşte boşluk vardır.(Esasında bu boşluğu su doldurmaktadır. Suyun öğrenmedeki önemi ise çok önemlidir.) Bu boşluğa rağmen hücreler birbiri ile iletişim kurar ve birbirlerini etkilerler. Böylece dimağdaki mertebeler tezahür eder. İnsan beyni ise öncelikle iki kısımdır. Bu iki kısmın birisini duygusal zekâ (vicdan), diğerini ise mantıksal zekâ (dimağ) temsil eder. Böylece snapslar arasındaki etkileşim sonucu insanlar bu iki beyin bölümünü de kullanırsa mükemmele ulaşabilir. Bu durum fıtrî bir hâldir. İnsanın mâhiyetindeki bu vaziyet sonucu insan kalb denilen mânevî latîfenin basiret gözünden kalbin ziyâsı olan din ilimlerinin tecellisi ile hakiki maksada ulaşır. Aklın nurlanması için kalbten ve vicdandan din ilimleri dimağa yansıması gerekir. Kalb, fen ilimlerini bu ziyâ ile nurlandırmalıdır. Bediüzzaman bu noktaya şöyle işaret eder. ”Kalpsiz akıl olmaz. Nur-u akıl kalbden gelir.” Zulmetli münevverler bu sözü bilmeliler: Ziya-yı kalbsiz olmaz nur-u fikir münevver.

O nur ile bu ziya mezc olmazsa zulmettir; zulüm ve cehli fışkırır. Nurun libasını giymiş bir zulmet-i müzevver.

Gözünde bir nehar var; lâkin ebyaz ve muzlim. İçinde bir sevad var ki bir leyl-i münevver. O içinde bulunmazsa, o şahm-pâre göz olmaz, sende birşey göremez. Basiretsiz basar da para etmez. Ger fikret-i beyzâda süveydâ-i kalb olmazsa, halita-i dimağî ilim ve basiret olmaz. Kalbsiz akıl olamaz.”[4]

Demek ki küçük âlem olan insanda böyle bir akıl ve kalb birlikteliği oluyor. Zaten Bediüzzaman Münazarat’ta bu birlikteliği şöyle ifade ediyor. “Vicdanın ziyası, ulûm-u dîniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.”[5]

Şimdi de meselenin bir başka boyutuna bakmaya çalışalım. Yani semâvâta eş tutulan ve bir nevî büyük insan olarak da kabul edeceğimiz dünyayı tahlil edelim. Bediüzzaman Hazretlerinin “Hem ekser enbiyanın Asya’da zuhuru, ağleb-i hukemanın Avrupa’da gelmesi, kader-i ezelînin bir remzi, bir işaretidir ki, Asya akvâmını intibâha getirecek, terakki ettirecek, idare ettirecek, din ve kalbdir. Felsefe ve hikmet ise din ve kalbe yardım etmeli, yerine geçmemeli” tahliline göre Asya kıtasında peygamberlerin gönderilmesi ve Asya’ya dinin ve kalbin hâkim olması; batıda ise felsefecilerin gelmesi ve batıya akıl ve felsefenin hâkim olması kaderin bir işareti olmalıdır. Yani büyün insanlık dünyasında doğu yani Asya kalb ve vicdanı; batı ise aklı ve dimağı temsil ediyor diyebiliriz.

Öyleyse buradan şuraya gelebiliriz. Bediüzzaman’ın ifade ettiği “Şeriat-ı Ahmediyenin (asm) tazammun ettiği ve emrettiği medeniyet ise ki, medeniyet-i hazıranın inkişâından inkişaf edecektir. Onun menfî esasları yerine, müspet esaslar vaz’ eder” hakikatinin tezahürü ve İslâm medeniyetinin tesisi için bu iki kutuplu dünyada doğuyu temsil eden din ilimleri ile, batıyı temsil eden felsefe yani fen ilimlerinin birleşmesi gerekir. İşte bu noktada Nur Talebelerine ve elimizde bulunan Risale-i Nur hakikatlerine büyük vazifeler düşmektedir. Çünkü her bir Nur Talebesi beyindeki snapslar gibi diğer snapsları etkileyecek ve böylece beşeriyetin sulh-u umûmisi olan insanlığın ortak aklı ve vicdanı birlikte harekete geçecektir. Bu fıtrî bir süreç ve marziyât-i İlâhiyedir. Öyleyse Nur talebeleri bu sefine-i Rabbâniyenin hademeleri durumunda oldukları için insanlığın sâhil-i selâmete kavuşması noktasında çalışmalıdırlar. Nur talebeleri beşeriyetin kurtuluşunun sigortaları hükmünde olabilir. Çünkü şeriat-ı garranın tarif ettiği medeniyet Asya’dan yani bu topraklardan batının dimağına yansıyacak inşâallah.

Abdülbâkî Çimiç

[email protected]


[1] Sünuhat, s.148

[2] Mektubat, s.544

[3] Nur Çeşmesi, s.23

[4] Sözler(Lemaat), s.1148

[5] Münazarat, s.305

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir