Allah(cc), Peygamber Efendimiz(asm)’in ümmeti için şöyle buyuruyor: “Sonra biz o kitabı kullarımızdan seçtiğimiz kimselere (Muhammed’in(asm) ümmetine) mîras olarak verdik. Onlardan kendine zulmedenler vardır. Onlardan ortada olanlar vardır. Yine onlardan Allah’ın izniyle hayırlı işlerde öne geçenler vardır. İşte bu büyük lütuftur.”[1] Bu üç sınıftan “Yine onlardan Allah’ın izniyle hayırlı işlerde öne geçenler vardır” diye âyetin işaret ettiği ümmetin en hayırlı kısmını da “sâbikūn bi’l-hayrat”diye ifade buyurmuştur.
“Sâbikūn”; dünyada hayırlı işlerde öne geçenlerdir ki, onlar âhirette mükâfatda da öne geçeceklerdir.”[2] Bir başka ifadeyle “Muhacir ve ensardan İslâm’a girişte önceliği bulunan sahâbîleri ifade eder. Mekke’den Medine’ye hicret eden muhacirlerden ve Medine’de bunları ağırlayan ensardan İslâm’a ilk girenler” mânasına gelmektedir.”[3] Bu manalardan başka “Sâbikūn taifesi, yarışı kazanıp ileri geçenler, öncüler, önde olanlar demektir. Bunlar Allah Teâlâ’ya kullukta, îmân ve itâatte, sâlih amellerde ve hayır yarışlarında en öne geçenlerdir. Peygamberler, Habib-i Neccâr, Hz. Mûsâ’ya iman eden sihirbazlar, Ashâb-ı Suffe, Ashâb-ı Kehf, muhacir ve ensardan sâbikūn-ı evvelin bu zümreye misal teşkil eder.”[4]
Bediüzzaman “Yeni Saîd’in husûsi üstadı olan İmam-ı Rabbânî, Gavs-ı A’zam ve İmam-ı Gazâlî, Zeynelâbidin(ra)-hususan Cevşenü’l-Kebir münacatını bu iki imamdan ders almışım-ve Hazret-i Hüseyin ve İmam-ı Ali Kerremallahü Veche’den aldığım ders, otuz seneden beri, hususan Cevşenü’l-Kebir’le daima onlara manevî irtibatımda geçmiş hakikati ve şimdiki Risale-i Nur’dan bize gelen meşrebi almışım.”[5]der. Onun içindir ki Risale-i Nur, meşreb-i sahâbedir. Öyleyse vâkıa onuncu ayetin işarî telmihî tabakaları içinde Risale-i Nur’un meşrebine işaret eder. Nokta-i hakîkat canibinden bakılacak olursa bu asırda “Sâbikūn”, Risale-i Nur’un hâlis ve sâdık talebeleridir denilebilir. Risale-i Nur davasında sabır ve şükür ile mücehhez ashâb-ı suffanın meşrebini taşımak lâzımdır ki “Sâbikūn”a dâhil olunsun.
Sırr-ı ihlâs, hakîkat-i uhuvvet ve sadâkat-ı sıddıkıyet ile vasıflanarak “Sâbikūn” sınıfına dâhil olunabilir. Çünkü İslâmiyet’in mâneviyat hamurunda mana-yı hakîkî, ashâb-ı suffadır. Çünkü muhacirîn ve ensardan en evvel onlar îmân ettiler.
Ashâb-ı Suffa’nın zilvarî temsilcisi olmak için küllî ibadet ile kâbe-i kemalata çıkmak için fisebilillâh çalışmak lâzımdır. Bu unvanları taşıyan her Nur Talebesi, şükür ve sabır ile mücehhez o zatların (ashâb-ı suffanın) necm-i nuraniyetini kazananların mümessili konumunda olabilir. Târih-i İslâm’da ashâb-ı suffa kadar sabır ve şükür ile mücehhez olanlar nadirdir. Bu konuda onlarla mânevî rabıta kurarak devr-i müteselsil kaidesince Nur Talebeleri ile ashâb-ı suffa omuz omuzadır denilebilir. Demek Kur’ân davasında ahde sıdk-u vefa lâzımdır. Değil dünyasını, ahiretini de feda edecek adamlar lâzımdır. Dururken Bediüzzaman “Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, âhiretimi de… Cemiyetin îmânı, saadet ve selâmeti yolunda nefsimi, dünyamı feda ettim. Helâl olsun.”[6] demiyor.
“Zamanın daraldığı, hakîkatlerin gölgede kaldığı bir çağda, “Sâbikūn” olmak yalnızca bir sıfat değil; bir duruş, bir dava, bir teslimiyet biçimidir. Risale-i Nur’un hâlis ve sadık talebeleri olarak tanımlanan bu zümre, sadece bir metni okuyan değil, o metnin ruhunu yaşayan, onu hayatının mihveri hâline getiren kimselerdir.”[7]
Abdülbâkî Çimiç
[1] Fâtır Sûresi, 32
[2] Vakıa Suresi,56/10
[3] https://islamansiklopedisi.org.tr/sabikun
[4] Ömer Çelik Tefsiri
[5] Emirdağ Lahikası-I, s.246
[6] Tarihçe-i Hayat, s.645
[7] Muhammed Numan Özel’in yorumu.