Asr-ı Saadet’ten günümüze Ashab-ı Suffa

İslâm’a hizmet etmenin değişik yolları vardır. Kimi malıyla, kimi ilmiyle, kimi de hayatıyla hizmet edebilir ve de etmiştir. Vakıflık da İslâm’a hizmet etmenin bir yoludur. Bu mânâda “vakıflık”, belli bir süre veya hayatı boyunca bütün zamanını İslâm’a vakfetmek ve ayırmak demektir. Her an hizmete hazır olmaktır. Başka şeylerle meşgûl olmamak, sadece hizmet-i Kur’âniye ile iştigal etmektir. Çünkü cemaatin inkişâfı ve keyfiyeti bir vesîleyle bu tür hizmetlere bakar. Vakıflık, sünnet-i Peygamberîyi (asm) hayata tatbîk edebilme cehdidir. Efendimiz’in (asm) halleri ile hâllenmek ve bizzat ona (asm) ittibâ ile hizmette sebât edebilmek ve yaşayabilmektir. Böyle güzîde bir hizmete hayatını ve zamanını vakfeden fedakârları kutlamak gerekir.

Biliyorsunuz Asr-ı Saadet, saadet ve mutluluk asrıdır. Peygamberimiz (asm) ve dört halifenin yaşadığı devire verilen addır. Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (asm) peygamber olarak dünyada bulunduğu devirdir. Asr-ı Saadet İslâm tarihinin merkezinde bir daire gibidir. Her zamana ve asra bakan veçhesi ve izdüşümü vardır. Çünkü “Evet, bakınız, zaman hatt-ı müstakîm üzerine hareket etmiyor ki, mebde [başı] ve müntehâsı [sonu] birbirinden uzaklaşsın. Belki küre-i arzın [dünyanın] hareketi gibi bir daire içinde dönüyor.”1

İşte her bir asrın merkezindeki daire, Asr-ı Saadet dairesidir. Asr-ı Saadet dairesinde yaşanan her bir hâdise diğer asırlara simetri olarak yansır. Olaylar benzer, şahıslar farklıdır. O halde Asr-ı Saadet dairesinde karşılaşılan sıkıntılar hangi yol ve metod ile çözülmüş ise; diğer asırların problemleri de aynı yol ve metodla çözülmelidir. Çünkü Asr-ı Saadet’in çıkışı nefsî ve hissî değil, vahyîdir. Öyleyse sünnetullah her asırda cârîdir. Çünkü sünnet Kur’ân’ın hayata şâmil olan prensipleridir. Bu sebeple de Müslümanların problemlerinin çıkışı ve çözümü sünnetin tatbîkatındadır. Sünnetten başka yollar nefsî ve vehmîdir.

Öyleyse her meselemize sünnetten bir yol bulmalıyız. Vakıflık meselesi için de Asr-ı Saadet’ten delil getirebiliriz. Meselâ, Ashab-ı Suffa’nın hayatı bu meselemize mihenk olabilir. Ashab-ı Suffa; hayatları boyunca Peygamberimiz‘in (asm) yanında bulunan, Peygamberimiz’in (asm) mescidine bitişik bir yerde oturan ve orada yaşayan, Peygamberimiz’den (asm) ders alan sahâbelerdir. Vazîfeleri sadece ilm-i Kur’ân ile tâlim ve tebliğdir. Ashab-ı Suffa bir öğünde iki kap yemek yememişlerdir. Hiçbir zaman iki kat elbiseleri olmamıştır. Bugüne gelinceye kadar İslâm hakîkatlerinin ve nûrunun mâyesi olan Ashab-ı Suffa’dır.

Suffa mescidinde ikameti sağlanan ve sadece ilme ve Kur’ân’a kendilerini vakfeden Suffa Ashabı bekârdırlar. Bütün giderlerini ve ihtiyaçlarını Efendimiz (asm) ve ashab karşılardı. Onlar evlenmez ve başka bir işle de iştigâl etmezlerdi. Sadece ilim ve irşâd ile vazîfeliydiler. Kendilerini bu vazîfeye vakfetmişlerdi. allah rızâsı için fîsebîlillah gönüllü çalışırlardı.

Şimdi Asr-ı Saadet’ten günümüze bu müessese gönüllülük esasına bağlı olarak yansımış ve Risâle-i Nûr mesleğinde de ma’kes bulmuştur. Çünkü “Risâle-i Nûr mesleği sahâbe mesleğinin bu asırda bir cilvesi ve yansımasıdır.” 2 Hem Bedîüzzamân Hazretleri “Zaten Üveysî bir surette doğrudan doğruya hakikat dersimi Gavs-ı Âzamdan (k.s.) ve Zeynelâbidîn (r.a.) ve Hasan, Hüseyin (r.a.) vasıtasıyla İmam-ı Ali’den (ra) almışım. Onun için, hizmet ettiğimiz daire onların dairesidir.” 3 demektedir.

Vakıflık elbette ki gönüllülük isteyen bir hizmettir. Zoraki olacak bir hâl değildir. Eğer zorlama varsa aksülamel olur ve sırr-ı ihlâsa da uygun düşmez. Risâle-i Nûr hizmetinin esâsı ihlâs sırrına dayanır. Eğer bir hizmette bu sır yoksa zaten o hizmet arzî olur. Hizmetteki makbûliyet ihlâs sırrı iledir. İhlâsta ise sadece allah rızâsı esâstır.

Madem bu zamanda sadece allah rızâsı için vakıf olmanın Asr-ı Saadet’ten bir hissesi ve izdüşümü varsa, o halde bu hizmette vakıf olanların bu hâl ile hâllenmeleri ne kadar güzeldir. Hem Üstadımız bütün talebelelerini vakıf olmaya zorlamamıştır. Ancak Risâle-i Nûr’a talebe olanlara da Sözler’e sahiplenme vazîfesini vermiştir. “Talebeliğin hâssası ve şartı şudur ki: Sözler’i kendi malı ve telifi gibi hissedip sahib çıksın ve en mühim vazîfe-i hayatiyesini, onun neşir ve hizmeti bilsin” 4 denilmiştir. Öyleyse Risâle-i Nûr Talebeleri bir nevî mânen hizmette sorumlu durumundadır.

Risâle-i Nûr hizmeti mütedahil (iç içe geçmiş) daireler misüllüdür. Üstad Hazretleri “Risâle-i Nûr, bir daire değil; mütedahil daireler gibi tabakatı var. Erkânlar ve sahipler ve haslar ve nâşirler ve talebeler ve taraftarlar gibi tabakatları var.” 5 demiştir.

Üstad Bediüzzamân Hazretleri vakıflıkla ilgili şöyle bir îzâh yapar: “Ve kaç senedir benim yaptığım gibi, benim mânevî evlâtlarım, benim vereselerim aynen öyle yapmak vasiyet ediyorum. İnşâallah tam Risâle-i Nûr intişara başlasa, o sermâye şimdiki fedakâr, kendini Risâle-i Nûr’a vakfeden şakirtlerden çok ziyâde fedakâr talebelere kâfî gelecek ve mânevî Medresetü’z-Zehrâ ve medrese-i Nûriye çok yerlerde açılacak, benim bedelime bu hakîkate, bu hale mânevî evlatlarım ve has ve fedakâr hizmetkârlarım ve Nûra kendini vakfeden kahraman ve herkesçe malûm kardeşlerim…” 6 devam edeceklerdir. “Bütün hayatını, fîsebilillâh Kur’ân’a, İslâmiyete, Sünnet-i Seniyyenin ihyâsına hasr ve vakfeden bu fedakâr-ı İslâm” 7 kahramanı talebelerinden de böyle fedakârlar çıkmıştır ve de çıkacaktır inşâallah.

“Evet, hem yirmi beş seneden beri Risâle-i Nûr’la îmân hizmetine, bütün varlığını vakfeden ve şimdiye kadar ‘gaddar din düşmanlarının’ çok defalar tecâvüz ve taarruzuna ve taharriyâta ma’rûz kaldığı halde, yirmi beş senedir inzivâ’ içinde, Risâle-i Nûr’un nâşirliğini yapan Nûr kahramanları ağabeylerimiz, bizlere birer nümûne-i imtisâl olan, imân ve İslâmiyet fedâileridir.” 8

Cenâb-ı Hak bizi bu hizmet-i Kur’ân rûhundan ayırmasın. Risâle-i Nûr hizmeti de bugün böyle bir rûhu bekliyor ve beşeriyet buna muhtaçtır. Nûr Talebeleri ne dünya umûrundan kazandığına mesrur ve ne de kaybettiği şeye mahzûn olmazlar. O rûh, öyle bir mânevî iklimdir ki, insanın yüz binlerce kusûru olsa, o iklime girse tasaffî ediyor. Cenâb-ı Hak bizim rûhlarımızı Ashab-ı Suffa’nın rûhları gibi keskin ve lâtîf kılsın. Onların rûhlarıyla bizleri rûhlandırsın ve nûrlandırsın. Cenâb-ı Hak bu kudsî hizmette bütün zerrelerimizle, duygularımızla hizmet etmeyi nasip etsin. Âmin.

Dipnotlar:

1- Hutbe-i Şâmiye, 1996, s: 43. 2- Emirdağ Lâhikası-I, 2006, s: 130. 3- Emirdağ Lâhikası-I, 2006, s: 130. 4- Mektubat, 2005, s: 576. 5- Kastamonu Lâhikası, 2006, s: 359. 6- Emirdağ Lâhikası, 2006, s: 858. 7- Tarihçe-i Hayat, 2006, s: 184. 8- Konferans.

Bâkî ÇİMİÇ-29.07.2011

[email protected]

http://www.yeniasya.com.tr/yazi_detay2.asp?id=2798

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir