Bir Münâzaranın Serencâmı

İnsanlara yaklaşımın ve uygulanan metodun ne kadar önemli olduğunu yaşadığım bir münâzarada çok dahâ iyi anlamış oldum. Dışlamamak, ötekileştirmemek ve fikirlerine katılmasak da ortak noktalara hamlederek farklı fikirlerdeki insanlar ile konuşabilmek ve tartışabilmek. Buna çok ihtiyaç olduğuna inanıyorum. Hele ki Bedîüzzamân Hazretlerinin “Zira medenîlere galebe çalmak iknâ iledir, söz anlamayan vahşîler gibi icbâr ile değildir. Biz muhabbet fedâileriyiz; husûmete vaktimiz yoktur.( Divan-ı Harb-i Örfî)” sözü farklı fikirde olan ve medenî kabûl ettiğimiz insanlarla mükemmel bir münâzara ve müzâkere metodudur.

Bir paylaşım sitesinde ilginç bir münâzara ve müzâkereye müdâhil olduk. Yüzlerce gencin ta’kîb ettiği münâzaramız dünya görüşü olarak farklı noktada olduğumuz ve kendisi sosyalist olarak bilinen emekli bir muallim ile devam etti. İlginç bir kişiliğe sahip olan muhatabımız ile zaman zaman münâzaramızın dozu aşırıya gider gibi olduysa da onu müsbet hareket düstûrumuz ile taşırmamaya çalıştık.

İlk cümlesine şöyle başlamıştı muhatabımız:

-”Umarım Gazze’yi de görecektir Tanrı. Bu yüzyılda hep İsrailliydi de.”(İlginçtir muhatabımız Allah lafzını kullanmamaya çok dikkat ediyor ve bilinçli olarak Tanrı ve Kozmik Yaratıcı ifâdelerini kullanıyor.)

Biz ise bu cümleyi dikkate alarak müdâhil olduk münâzaraya ve şöyle bir cevap yazdık.

-Özellikle yukarıdaki mesaj ilgimi çekti. Bu konuda biraz müzâkere nev’inden yazmak isterim. Çünkü cümlede geçen “Umarım Gazze’yi de görecektir Tanrı” cümlesi bir mânâ ile bu zamana kadar görmedi ve yapılan zulümlere seyirci kalındı gibi bir mânâyı taşıyor gibi algılanıyor. Eğer yanlış anlamış isem ki anlayabilirim cümleyi yazan dostumuz düzeltsin.

Bu mesajımıza gelen cevap ise epey serzeniş dolu ve ön yargılı olmuştu. İlgili muhatabımız şöyle yazdı:

-“Şimdi yazacaklarımı önyargısız ve öfkelenmeden anlamaya çalışın lütfen! İnsanlık tarihinde kavgalar, savaşlar sizin inancınıza göre Habil ve Kabil’den beri var. Bahsettiğiniz coğrafyanın çocukları bunlar, bugüne yansımaları da, İsrail ve amcaoğulları Araplar. Bu savaş bizim dışımızda, sadece dinsel yaklaştığınızdan ilginizi çekiyor. Bana lütfen namuslu cevap verin, cevap vermeden bir soluk alımı düşünün. Eğer Filistinliler’in yerinde İsrailliler olsaydı aynı duyarlılığı gösterir miydiniz? Sakın evet demeyin yalancı konumuna düşersiniz. İsrailoğulları kutsal kitapta da var hani lanetlenmiş kavim değil mi? Siz Allah’ı tarafınıza alıp karşı tarafa hakaretler yağdırıyorsunuz. Karşı taraf da aynısını yapıyor. Tanrı aynı Tanrı, doğru mu? Musa’nın Tanrısı, Muhammed’in Tanrısı aynı değil mi? Kaldı ki aynı Tanrı onlara sadece Yahûdî ırkına bir peygamber ve din göndermiş. On emrin çerçevelediği dine i’tirâz etmek mümkün mü? Ben bugün dünyanın neresinde olursa olsun dinine, imânına, rengine, ırkına bakmadan ezilen tüm eşref-i mahlûkatın yanında yer alma vicdanına sahibim. Aynı dürüstlüğü Gazze çığırtkanlarında görmediğimden kızıyorum. Olayın gerisinde ince şark kurnazlığı ile yoğrulmuş tribünlere oynama havası görünüyor saygı ve sevgiyle kalın.”

Muhatabımız cümlelerini bu şekilde bitiriyor ve biz de kendisine şu cevabı veriyoruz.

-Muhterem dostum, öncelikle klasik ve sloganik dinde hassas aklî muhâkemeden noksan dindarlardan değilim. Farklılıkları bir zenginlik olarak görüyor ve medenîce hakaret olmamak şartıyla konuşmak ve müzâkere etmek taraftarıyım. Ne olursa olsun önceliğim insandır. Meseleye siyâsî de bakmıyorum ve bu meseleyi bütün insanlığın ortak vicdanına havale edilmiş bir mesele olarak görüyorum. Eğer bir zulüm dini ve ırkı ne olursa olsun kime yapılırsa yapılsın benim inancım gereği lânetlenmesi gerekir. Çünkü bir din karıncaya bilerek basmaktan bizi men ediyorsa ki bizim dinimiz men ediyor nasıl insanın hukûkunu ziyân eder ve ona zulmü hoş görür? İnsanların yaptığı kusurlar ma’sûmları mes’ul etmez. Ne olursa olsun ister Yahûdî olsun ister başka dinden olsun ma’sûmlar ve mazlumlar ma’sûmdur ve onlara başkalarının hatasından dolayı zulüm yapılmaz. Şu cümlenizi alkışlıyorum.”Ben bugün dünyanın neresinde olursa olsun dinine, imânına, rengine, ırkına bakmadan ezilen tüm eşref-i mahlûkatın yanında yer alma vicdanına sahibim.”Selâm ve saygılar efendim!

Bu yazımızla birlikte muhatabımız biraz dahâ sert sayılabilecek aşağıdaki cevapla bize karşılık veriyor.

-“Bakın sevgili dostum. Öncelikle din orijinli iyi niyet tümcelerinize inanmıyorum. Kişisel olarak muhakkak tüm insanlığa karşı duyarlısınızdır. Kuşkum bunda değil, temsil ettiğiniz dinin tezâhürü ve küresel uygulamaları insanım diyeni dinden de Allah’tan da soğutuyor. Söylemler insancıl uygulamalar insanlık dışı. Örnek mi? İşte İran, işte Afganistan, işte Fas,Tunus,Cezayir, Endenozya ,…. Bir Azerî şairin çok güzel bir ironisi vardı, gerçeğin tâ kendisiydi. Mealen şöyle yanlışsam düzeltin lütfen. İn görürem, cin görürem korkmirem. Nerde bir müselman görürem korkirem… gibi yahu dost Allah aşkına söyle bana İslâm’ı hor görme adına söylemiyorum tüm ilâhî dinler insanlığın iyiliği için gelmiştir, ama lütfen bana söyler misin Müslümanların bu günkü durumu Allah aşkına yakışıyor mu dost yakışıyor mu? İnsanın müslümanım demekten utanası geldi de geçiyor. Bak bu sözlerime incinip öfkelenme irşadına ve samimiyetine güvendiğim için yazdım.”

Evet, böyleydi muhatabımızın söyledikleri. Hâl-i hazırdaki Müslümanların durumundan şikâyet ediyor ve onların hataları ile İslâm’a yükleniyordu. Elbette ki dediklerinde haklılık payı uygulamalar cihetinde olabilirdi, ancak bu suç İslâm’ın olamazdı. Bir vesîle ile kendisine bunları yazmam gerekiyordu ve şöyle yazmaya çalıştım.

-Aziz dostum, ben size kendimi kabûl ettirmek ve yazdıklarımla da sizi iknâ etme konumunda değilim. İnşâallah burada veya başka bir konuda yazışmalarımız devam ederse bizim kabûllerimizdeki ön yargılarınız hakkındaki kararınızı siz kendiniz değerlendireceksiniz. Bu konuda tercih tamâmen sizin olacaktır.

Bu aşamada bir kaç noktaya değinmek isterim. Öncelikle;

Bizim düşmanımız üçtür:

1.Cehâlet, 2.Zarûret(zarûrî ihtiyaçlar), 3.İhtilâf(ayrılıklar)

Bu üç düşmana karşıda üç tercihimiz ve ya çaremiz var.

1.Cehalete karşı marîfet(eğitim),2.Zarûrete karşı san’at, 3.Ayrılıklara karşı da ittihâd ve birlik bağlarımız.

Özellikle Müslümanların cehâletini ve hatalarını İslâm’a mal etmek ne kadar doğru ve insaflı bir yaklaşımdır? Burada Müslümanların hatalarından dolayı samîmî ve doğru İslâmiyeti yaşayan veya yaşamaya çalışan insanların mukaddesâtına ve inancına toptan yüklenmek sanırım insaf ve vicdanla bağdaşmaz.

Siz merak etmeyiniz, bizim medenilerle medenice konuşmak ve ediplerle de edepli olarak yazışmak şiarımızdır.

Bir konunun altını çizeyim, kesinlikle dinin temsilcisi konumunda falan değilim. Ancak anladıklarımı ve düşüncelerimi paylaşıyorum. Benim hatalarım veya Müslümanların hataları İslâm’ı bağlamaz. Kusurlu olan o dini yaşayan kişidir.

O zaman dînî inanç ve itikâdî konularda da bazı noktaları paylaşmak gerekecek. Özellikle ilk mesajınız benim özel ilgimi çektiği için o noktalarla ilgili de düşüncelerim olacaktır.

Öncelikle Allah inancı ile ilgili görüşlerimi de yazmam gerekiyor. Allah zerrelerden kürelere, gördüklerimizden göremediklerimize kadar her şeyi görür. Çünkü görmeyen, bilmeyen ve irâde edemeyen halk edemez. Madem bütün mevcûdat yaratılmış ve vücût bulmuş ve her yaratılan san’atla yapılmış ve yaratılmış ise öyleyse bilinerek ve görülerek yaratılmıştır. Çünkü kör olan birisi nasıl ki gözlük yapamaz ise görmeyen de bir şey halk edemez.

Dolayısıyla bir şeyi yaratmak ve vücûda getirmek için ilim, irâde ve kudret sıfatları gerekir ki bütün kâinat bu üç vasıf olmadan yaratılamaz. Öyleyse kâinata sınır koyamıyor isek o kâinatı yaratan da sonsuz vasıflar taşır. Yanî kâinatı yaratanın sonsuz ilim, irâde ve kudreti olması gerekir. Eğer sonsuz özellikleri ve sıfatları yok ise kâinatta hiç bir şey yaratamaz. Çünkü kâinat bir bütün olarak domino taşları gibi birbiri ile bağlı ve alâkalıdır. Öyleyse kâinatı yaratabilmek ve bütün mahlûkatı var edebilmek için her şeye sözü geçmek, her şeyi bilmek, her şeyi görmek ve her şeye gücü yetmek gerekir. Bu vasıflar ise ancak Rab olan bir tek zatta olabilir. Çünkü “bir iğne ustasız, bir harf kâtipsiz ve bir köy muhtarsız olamaz sen de biliyorsun.”

Bu kâinatın da bir sahibi, ustası ve yaratıcısı olması zarûrîdir. Hem o yaratıcı vardır ve birdir. Eğer birden fazla olsa idi kâinatta birlik ve düzen bozulur her şey karmakarışık olurdu. Nasıl ki bir köyde iki muhtar bir ilde iki vali olsa nasıl işler ve düzen bozulur, aynen öyle de kâinatın birden fazla yaratıcısı olsaydı kâinatta her şey karışacak ve düzen bozulacaktı. Görüyoruz ki dünyanın ve gezegenlerin ve sistemlerin zerre kadar hareketinde düzensizlik görülmüyor. Bu kısımlar bilimsel olarak gerçektir.

Öyleyse sadete gelelim ve ” Umarım Gazze’yi de görecektir Tanrı. ” sözünü tahlil edelim. Demek ki Allah her şeyi görüyor ve biliyor. An be an görüyor ve biliyor. Şu cihette bir îzâh gerekir. Bu dünya hikmet diyarı, ahiret ise kudret diyarıdır. Yanî burası imtihân yeridir. Nasıl ki bir öğretmen yaptığı imtihânın sonuçlarını öğrencilere imtihân süresinde onlara söylemiyor ve imtihân sonucuna kadar bekliyor ve öğrencilerin yanlış cevaplarına müdâhale etmiyor. Çünkü müdâhale ederse imtihân kalkar ve çalışanla çalışmayan ayırt edilmez. Öğrencilere söylenen her bir cevap imtihân süresinde çalışanların hakkını gasp etmektir. Demek ki öğretmenin yapılan hatalı cevaplara müdâhale etmemesi onların hatalarını görmediği anlamına gelmez. Değerlendirme ve not imtihân bitince verilir.

Bu îzâhlarımız da yeterli olmamış olacak ki muhatabımız bizi demagoji yapmakla itham ederek yazmaya devam ediyor ve şunları yazıyor.

-“Sevgili dost yuvarlak ve demagojik şeyler söylüyorsun. Söylemiştim ön yargıyla başlarsanız devam etme şansımız kalmıyor. Her şeyi önceden kabûl etmişsiniz. Buna inanç denir. Dogmatiktir kritik kabûl etmez mutlak yaratıcıyı ortaya öyle bir koydunuz ki sözlerimi mahkûm ettiniz peşinen. Oysa felsefe maddenin varoluşunu araştırır siz insan aklının önüne set çekip kayıtsız koşulsuz itaat bekliyorsunuz. Bunun günlük yaşama yansıması da sormayan, sorgulamayan, düşünce üretmeyen, körü körüne biat eden yönlenmeye ve yönlendirilmeye hazır bir sürü haline getirilmiş gürûh. Hah, işte emperyalizmin az gelişmiş ülkelerde istediği insan protipi aynen bu şekil Türkiye’de görüldüğü gibi.”

Bu mesajından sonra bizim daha önce kullandığımız “Bir iğne ustasız olmaz, bir köy muhtarsız olmaz” cümlemizi farklı anlayan muhatabımız şu cümleyi de eklemiş.

-“Köye muhtar aramıyoruz huu dost kâinatın oluşumu bu kadar mı basit? Muhtar ha!”

Biz bu “muhtar ha!” diyerek alaycı yaklaşıma ciddi mânâda cevap vermeyi düşündük ve şöyle yazdık:

-Temsil ile hakîkati siz böyle mi anlıyorsunuz muhterem dostum? Temsil akla kapı açar, irâdeyi zorlamaz. Usta ve muhtar bir temsildir. Siz eğer temsilleri dahi böyle anlamak isteyecekseniz sözümüz başka olmaz. Demogoji dahi yazdıklarımızın hiç bir yerinde yok ve ihtiyaç da duymuyoruz. Yazdıklarımız akla muhalif değil aklın gereği olan hakîkatlerdir. Allah dahi kendisine inanıp inanmamakta kullarını serbest bırakmışken kimse kimseyi zorluyor ve zorla kabûl ettiriyor konumunda olmamalı. Onun için de inanıp inanmamakta serbestsiniz.

Bakınız size bir kâide söyleyeyim. Ben Hindistan cevizi var desem ve iddia etsem bir tane numûnesini göstersem dâvâmı ispat etmeye yeterlidir. Yok diye iddia eden ise yokluğunu ispat etmek için bütün kâinatı gezip yok olduğunu öyle ispat etmesi gerekir değil mi? Onun için yok iddiasında olan öncelikle bütün kâinatı gezmesi ve dolaşması gerekir ki dâvâsı ispat edilsin. Yoksa iddiası havada kalmaz mı?

Müzâkere arkadaşımız bir türlü bizim arzu ettiğimiz Allah’ın varlığı ve birliği noktasına gelmiyor özellikle o konulardan uzak durmaya çalışıyor. Biz ise müzâkerenin tabiat meselesine gelmesini ve o cihetten tevhid merkezli gitmesini istiyorduk. Muhatabımız hiç bu konuya girmek istemediğini açıkça şöyle yazıyordu.

-“Bakın mesele hiç istemediğim bir mecraya kayıyor, mesele Tanrı’nın varlığı veya yokluğu değil onu tartışmıyoruz. Kariyerinizi bilmiyorum ama konuyu lise çocukları gibi Tanrı’nın varlığına getiriyorsunuz. Benim açmak istediğim konu bu değildi. Herhalde etrafınızda müritlerinize ajitasyon çekmek için konuyu bu minvâle çekiyorsunuz. Ben aklın ön planda olmadığı siyaâsete bulanmış beyinlerin din bezirgânlarınca sömürüldüğünü anlatmak istiyordum. Düşünen Müslüman din bezirgânlarının işine gelmez. Onun için maniple ediliyor maalesef İslâm coğrafyası. Yoksa Allah’ın burada bir dahli yok.”

İlginç cümleler bunlar değil mi? Güya hadisat-ı âlemde cereyan eden olaylarda Allah’ın ne dahli olur diyor ilgili muhatap. Biz ise bu noktadan giriş yaparak konumuzu istediğimiz mecrada götürmek istiyoruz.

-Allah’ın varlığını ve birliğini önemsiyorum. Gerekirse ilkokul seviyesinde de anlatılır gerekirse üniversite seviyesinde de anlatılabilir. Önemli olan bütün iddiâların delillerle ispat edilebilmesidir. Yazılanların akla aykırı olmamasıdır. Yazdıklarınızdan hareket edersek özellikle Tanrı kelimesini kullanarak ve bir Allah’ı devre dışı bırakarak devam ettiğiniz için öncelikle Allah’ın varlığı, varlığı yetmez birliği konusunda da konuşmak zorundayız. Sizin ne eğitim seviyenizi ne de şahsınızı muhatap almıyorum. Sadece yazdıklarınızla hareket ediyoruz ki burada eğer devam etmek istiyorsanız fikirler çarpışsın ve doğru ile yanlış ayırt edilsin. Kimin aklı keskin ve kalbi kavî ve delilleri kuvvetli ise o fikirler kazansın. Önemli olan yazılan fikirlerin aklî ve mantıkî olmasıdır. Aklı devre dışı bırakacak ve önemsiz görecek bütün fikirler iflas durumundadır. Ancak o akıl akıl olsa gerek. Çünkü aklın mertebeleri vardır. Madem akıl diyorsunuz işte akıl ile ilgili fikirlerimiz.

Akıl insanın en kıymetli bir cihazı durumundadır. Aynı zamanda nûrânî bir cevher konumundadır. Kâinatın sırlarını açan bir anahtardır. Âlemde tecellî eden Allah’ın isim ve sıfatlarını inceleyen bir âlettir. Tabiattaki sırları çözen bir keşşaftır. İnsanı sonsuz hayatın mutluluğuna hazırlayan Rabbânî bir mürşid, yol gösterici bir rehber olarak da tâ’rîf edebiliriz.

Akıl delil üzere giden ve insana yüksek maksatlar ve bâkî meyveler gösteren hikmetli bir hediye konumundadır. Zâtıyla maddeden mücerret, fiiliyle maddeyle ilgili bir cevher, anahtar, duygu ve şuurun bir özeti durumundadır.

Akıl, insanın karar safhasında önemli bir hakemdir. Kendisine zararlı olanları def, faydalı olanları celb ve tefrik eden bir âlettir.

Bir ölçme değerlendirme âleti ve cihazı olan aklın ifrat, tefrit ve vasat olmak üzere üç mertebesi bulunur. İfrat aşırılıktır, tefrit çok geridir, vasat ise aklın en güzel algılama ve karar durumudur. Önemli olan aklın vasat mertebesi olan hikmette kullanılmasıdır.

Bizim bu îzâhlarımızı ciddiye almak istemeyen müzâkere arkadaşımız bizi hem merak etmeye hem de İslâm Ansiklopedisi’nden eklemeler yapmakla ithâm etmeye başladı ve şunları yazdı:

-“Bak dostum kiminle görüştüğümü öğrenme şansım var mı? Bana İslâm Ansiklopedilerinden cevap yazma. Konumuz İslâm adı altında insanların siyasal çıkarlara alet edilmeleri ve bunun dünya ve coğrafyamıza yansımaları. Allah’ın varlığını tartışmak daha akademik ve formasyon gerektiren bir felsefî olay biz o denizde boğuluruz.”

Evet, dînî konulara girmek istememesinin altında yatan sâik belli oluyordu. Çünkü kendisini bu alanda yetersiz görüyordu. Yazdıklarımızdan da bizi ve konumumuzu çok merak ettiği anlaşılıyordu. Biz kendi adımızla müzâkereye katılmıyor müstear bir isim kullanıyorduk. Kendisine cevap olarak bu sefer de şunları yazdık:

-Aziz dostum, biz sizin o bildiğiniz ve devamlı üzerinde durduğunuz uç ve aşırı dindarlardan değiliz. Yazdıklarımız da hakîkatin tâ kendisidir. İnanıp inanmamak sizin tercihiniz. Ben şahısların değil fikirlerin tartışılması taraftarıyım. Sizi de tanımıyorum ancak fikirleriniz ilginç geldiği için bir vesîle ile denk gelerek yazdım. Siz de cevap yazdınız ve devam ediyoruz. Ben diyorum ki kiminle görüştüğünüzden daha çok fikirler üzerine devam edilsin. Ben bir Abdullah’ım. Yanî bir kulum. Kariyerim ve makâmım hele hele müritlerim falan hiç yok. Sıradan biri olarak görebilirsiniz, ancak şunu ifade edeyim okumayı çok seviyorum ve devamlı okuyorum. Okuduğum eserler ise asrın Kur’ân tefsiri olan Risâle-i Nûr Külliyatıdır. O eserlerden aldığım dersleri burada aktarmaya çalışıyorum. Aklımı bir şeyhim cebine koyacak kadar da saf değilim. Size alıntı hiç bir yazı eklemedim. Eğer İslâm Ansiklopedisi’nden o akıl târâflerimi bulursan o zaman aynı cümle ve paragrafları buraya ekleyerek beni mağlup edebilirsin. Eğer edemezseniz iddiânız yine havada kalacak ve zor durumda kalan siz olacaksınız.

Mâdem aklı önceliyorsunuz o zaman yazdıklarınız delilli ve ispatlı olmalı değil mi? Tekrar ediyorum birbirimizi tanımıyoruz ve sadece fikirlerin çarpışması ve müzâkeresini istiyorum. Ancak sizden daha akademik ve ilmî îzâhlar bekliyorum. Ben Allah’ın varlığı ve birliği de dahîl bütün konularda ilmî ve ispatlı konuşmaya hazırım. Buyurun sorunuz.

Bakınız bir şey daha söylemek istiyorum benim için çok mühimdir. Ben hakkın ve doğrunun peşindeyim. Doğru kimden gelirse gelsin alıp konumda saklarım ve sahip çıkarım. İster müslümandan gelsin ister gayr-ı müslimden gelsin. Fark etmez. Yeter ki doğru ve hak olsun. Yanlış da kimden gelirse gelsin, ister müslümandan isterse başka dîn mensuplarından fark etmez karşı çıkarım. Onun için müslümanların yaptıkları hataları ve kusurları savunmadığım gibi Yahûdî ve Hıristiyanların veya başka dîn mensuplarının hatta ateist bile olsa doğrularını onlar söyledi diye ret etmem. Önemli olan düşmanın dahi olsa ondaki doğruları görüp kabûl edebilme bahtiyarlığını ve erdemini gösterebilmektir. Bu nedenle de müslümanların hem siyâset hem de yaşayış olarak yaptıkları hataları savunmadığım gibi sadece hatalarından dolayı da onlara toptancılık yaparak vurmam. Hatalarını ve yanlışlarını söylediğim gibi doğrularını da yanlışlarına kurban etmem. Bu düstûr hem bizim için hem de bütün insanlar için geçerlidir.

Bir noktanın daha altını çizmek istiyorum. İslâm’ın ne siyâsete ne de ticârete ne de dünya işlerine kesinlikle alet edilmesini istemiyorum. Edenleri la’netliyorum. Bunlar kesinlikle dine ve İslâm’a en büyük zararı verenlerdir. Din bir imtihândır, akla kapı açar irâdeyi elden almaz. Din semâvîdir, siyâset ve de dünya işleri arzîdir. Dini bunlara alet edenlere yazıklar olsun derim vesselam.

Bu yazdıklarım muhatabımızın hoşuna gitmiş olacak ki ilk defa dahâ i’tidalli yazma noktasında adım atmaya başladı. Bundan sonraki müzâkeremiz dahâ sağlıklı gidebilir diye ümîtlenmeye başlamıştım. İşte arkadaşımızdan gelen cevap:

-“Hah aradığım buydu, bunu yüksek sesle söyleyin herkes duysun. İnsanların inançlarına engel olma gibi veya inançlarını incitecek şeylerden kaçınmak gerek. Dediğiniz doğru aklı ve mantığı doğrultusunda düşünen her insana her fikre saygı duymak gerekir. Fikre katılıp katılmamak farklı bir şey. Önemli olan o insanın söz söyleme özgürlüğüne saygıdır. Söyledikleriniz biraz kitabî olduğu için söylemiştim o sözleri sizi incitme kastım yoktu. Kimliğinizi gizlemenize de saygı duyuyorum. Muhakkak bir nedeni vardır. Keşke farklı düşüncelerde uygar tartışma zemininde buluşsalar. Aklın yolu birdir derler, ortak akla ulaşılır muhakkak. Bakın evrende kullandığımız her şey aklın ürünü tabi bu aklı dizayn eden konusunda değişik düşünceler olacaktır. Her şey zıddıyla vardır bu mecellede de çok güzel bir deyimle ifâde edilmişti. Şimdi anımsamıyorum hatırlatırsan sevinirim. Hoşca kal.”

Evet, istediğim müzâkere zeminine doğru yazışmalarımız gidiyordu. Özellikle onu dikkate alıyor, zorlamıyor ve irâdesine ipotek koymuyordum. O sert yazsa da ben müsbet hareket düstûrumuzu uyguluyor ve sonuç alıyordum. Böylece Üstad’ın müsbet hareket düstûrunun ne kadar mükemmel bir metod olduğunu bizzat yaşıyordum. Bu arada müzâkereyi dışarıdan ta’kîb edenlerden de mesajlar alıyor ve bizzat yüz yüze görüştüklerim oluyordu. Yüzlerce insan müzâkeremizi ta’kîb ediyor ve fevkalâde istifâdeye medâr olduğunu beyân ediyorlardı. Bu mesajları ve bizzat konuşmaları duyunca müzâkereye devam etme gereği dahâ da mecbûrî oldu. Çünkü muhatabımız özellikle gençleri tabiat noktasında etkileyici mesajlar ve yazılar paylaşıyor onları etkiliyordu. Bu nedenle konumuzun tabiat meselesine doğru kayması gerekiyordu. Biz bu noktada muhatabımıza şu mesajı yazdık:

-Evet, aziz dostum son mesajınız çok hoştu. Size teşekkür ediyorum. Benim de istediğim ve aradığım uslûp ve metod buydu. Karşılıklı fikir alışverişi ile birbirimizi anlamaya çalışmak ve farklı pencerelerden bakabilmek. Çünkü insan müthiş bir varlık. Çok yönlü ve sınırsız duygulara sahip. Emelleri ve arzuları sınırsız bir kudret mu’cîzesi. O nedenle her bir insan farklı noktalardan hatta özgün fikirlerden bahsedebilir. Onun gözüyle de bakabilmek, aklıyla da düşünebilmek ve duygularıyla da hissedebilmek için ortak paydalarda buluşmak gerekir. Böylece ortaya çıkan fikir ortak aklın neticesi olur. Elbette ki benim itikadıma göre sırf akıl tek başına her şeyi bulamaz. O akıl vahiyden destek alması gerekir. Bu mevzû’ ayrı bir konudur, burada girmeyelim.

Problemlerimizi konuşabileceğimiz ve müzâkere yapabileceğimiz sanal da olsa böyle zeminler birer fırsat olabilir. Geliniz birbirimizi anlamaya ve farklılıklarımızdan istifâde etmeye çalışalım. Farklılıklarımızı birbirimize tahakküm vesîlesi yapmayalım. İnsanca yaşamak ve hür olarak düşünmek için düşüncelere pranga vurmayalım. Öncelikle dinleyelim, anlayalım veya anlamaya çalışalım, sonra katılmadığımız düşünceler üzerinde fikirleri serd edelim. Kaliteli olan fikirler kalsın kalitesiz olanlar elensin. Böylece aradığımız hak ve doğru daha net olarak ortaya çıksın.

Bu arada genç olduğunu tahmin ettiğim bir takipçimiz araya girdi ve tam da bizim istediğimiz bir soru sordu ki arayıp da bulamadığımız bir ortamı yakalamış olduk. Soruları şöyleydi:

Can soruyor:

-“Yorumları okudum ve ilgimi çeken noktalar oldu. Bunlarla ilgili sorularım olsa cevaplayabilir misiniz? Meselâ Allah’ın varlığı ve birliği ile ilgili konularda kafama takılanlar var. Bir varlığı Allah yaratıyorsa tabiatın te’sîri nedir? Doğa kânunu veya tabiat da yaratıyor gibi görüşler okuyorum. Aklım karışıyor ve iknâ olmak istiyorum. Yardımcı olabilir misiniz?”

Biz hemen bu soruların cevaplarına yoğunlaşıyoruz ve istediğimiz noktaya doğru müzâkerenin gitmesi için de duâ ediyoruz. Bakalım muhatabımız bu sorulara verilen cevaplara nasıl karşılık verecek diye de merak ediyoruz. Böylece genç takîpçimizin sorularına yöneliyoruz:

-Bu sorular da ilginç. Soru sormak da ayrı bir zekâ ve mârifet ister. Bu kabiliyetli kardeşimizle bir talebe gibi evde çalıştığımız derslerimizi paylaşmak isteriz. İnşâallah aklına bir kapı açarken kalbini de mutmain eder. Eğer işine yaramaz ise bize geri iâde eder. Baş göz üstüne kabûl ederiz.

Sanırım kafaya takılan noktalar anlayabildiğim kadarıyla şunlar.

1) Gözümüzle gördüğümüz yaratılmış olan bir varlığı meselâ bir sineği İslâm akîdesine göre Allah yaratmıştır. Ancak felsefe bu noktada tabiatın o sineğin vücûdunun yaratılması ve varlığı noktasında görüşü var. Yaygın olan fikir böyledir.

2)Madem Allah bir mevcûdu yaratıyor o zaman tabiatı nereye koyacağız? Tabiatın o varlığın yaratılmasında hiç mi dahli yok?

Sorudan anladıklarım bunlar. Yanlış anlamış isem lütfen düzeltilsin.

Şahsım adına bu tür mevzûlar üzerine de okumalarım oluyor. Şöyle ki; Bir mevcûdun(bir sivrisineğin veya hayvanın ya da insanın) vücûda gelebilmesi için dört yol vardır.1)Bu mevcut (insan veya hayvan diyelim) sebeplerin te’sîri ile vücût bulabilir. 2)Tabiatın tesiriyle vücûda gelebilir. 3.)Kendi kendine vücût bulabilir.4.)Bir olan Allah’ın ilim, irâde ve kudreti ile vücût bulabilir.

Aklen bu dört yoldan başka bir yol görünmüyor. O halde ilk üç yolum imkânsız olduğu ve bir varlığı yaratamayacağı ispat edilirse direk dördüncü yol olan vahdaniyet ve Allah’ın hâlık ismi gereğince yaratılarak vücût bulduğu sabit olur ve ispat edilebilir.

Şimdi meselemizi akla yaklaştırmak için bir temsil ile olaya yaklaşmaya çalışabiliriz. Meselâ bir eczane düşünelim. İçinde yüzlerce kavanoz var ve her bir kavanozda farklı maddeler bulunuyor. Bakıyoruz ki o eczanede hem te’sîrli hem de insana şifa veren ilaçlar var. Bu ilaçların vücût bulmasını sebeplere ve tabiata verirsek şöyle bir netice olmalıdır. Şiddetli bir fırtına çıkmış olmalı, o şiddetli fırtına eczanedeki farklı farklı kavanozları düşürmüş olmalı, o dökülen kavanozlardaki muhtelif maddelerden bir iki gram birinden yarım gram ötekisinden, bir gram berikisinden ve bunun gibi çok ince hesaplarla ve akıl ile bir araya gelebilecek miktarlar bir araya gelsinler ve bir ilaç meydana gelsin. Böylece mükemmel bir ilaç neticesi ortaya çıkmış olsun. İşte tabiat ve sebeplerin neticesi budur. Çünkü eczane tabiattır, içindeki kavanozlar ve maddeler de rüzgâr ile birlikte sebeplerdir. Eğer tabiat ve sebepler bir şeyi yaratıyor iddiasında olanlar var ise yukarıdaki eczane temsilindeki hurafeyi kabûl ediyor demektir. Şunları sormuyorum. O eczaneyi kim yarattı ve düzenledi? O kavanozları kim eczaneye koydu ve içlerine değişik değişik maddeleri yerleştirdi? Rüzgârı kim estirdi ve fırtınayı meydana kim getirdi? O kavanozlardaki maddeler hassan ölçülerle nasıl ölçülerek bir araya geldi ve ilaç gibi çok önemli bir neticeye ulaştı?

Öyleyse sonuç şudur: Meselâ, nasıl ki mükemmel bir eczahane ki, her kavanozunda harîka ve hassas mizanlarla alınmış hayattar ilaçlar ve tiryaklar var; şüphesiz gayet maharetli ve kimyâger ve hakîm bir eczacıyı gösterir. Bunu inkâr edemeyiz. Öyle de, şu dünya eczahanesinde bulunan dört yüz bin çeşit çeşit bitki ve hayvan kavanozlarındaki hayat sahibi ilaçlar ve tiryaklar cihetiyle bu çarşıdaki eczahaneden ne derece fazla, mükemmel ve büyük olması hakîkatinde, okuduğumuz tıb ve kimya fenni ölçüsüyle, dünyanın ve kâinatın sahibini ve yaratıcısını hatta kör gözlere de gösterir, tanıttırır. Böylece bir tek Allah’ın bütün kâinatı sonsuz sıfatları ile yaratıp idâre etmesi bir komutanın bir arş emri ile koca orduları harekete geçirmesi kadar kolay olur. İki komutan aynı orduya emir vermeye kalkışırsa nasıl nizâm ve düzen bozulursa aynen öyle de kâinatta bir tek yaratıcı vardır ve bütün mahlûkat onun tasarrufu ve kudreti ve de ilmi ile vücût bulabilir ve bulmuştur.

Bu yazdıklarımız muhatabımızı zora sokmuş olacak ki basit görmeye ve soyut iddiâlar olduğunu söylemeye başladı. Kendisince mugalâta yapmaya ve tam bir demagog metodu kullanmaya devam etmeyi seçti ve şöyle bir cevap yazdı:

-“Sözleriniz çok soyut, ben olsam Tanrı’nın varlığını dahâ rasyonel açıklardım. Eczane örneğinde ilmin binyıllarca biriktirdiği olguları yok sayıyorsunuz. O ilaçlar bir gecede vahiyle oluşmadı sayısız bilim insanının emeği, göz nuru ve alın terini inkâr ediyorsunuz. Fırtınanın yok ettiği birikimi bir gecede geri getirebilecek mi Tanrı? Olaylara bu pencereden baktığınızda, bilim insanlarını büyücü diye yakanları, Galile’yi yakanları ve bunu din adına yapanları nereye koyacaksınız? Size göre din iyi, ama insanlar kötü. Bir olgu bu kadar yanlış algılanıp vahim hatalar yapılıyorsa, kaynağın sorgulanması ya da rasyonel yorumunun yapılması gerekmez mi? Bilim ne akıldan beslenir. İnanç inkârı günah sayar, mutlak itâat bekler, soru kabûl etmez. Bilim soru ve sonuçları araştırır onun için ebedidir. Din izâhatı peşinen yapmıştır inanacaksın. Kesin ve katî sorguladığında küfre düşersin. Sanırım ayrıldığımız nokta burada.“

Bu cevaptan sonra muhatabımız tekrar müzâkereyi zora sokmaya başladı. Yazılanları kendince basit görmeye ve ilmî olmadığını söylemeye devam etti. Biz belki de dahâ cevap yazmaz düşüncesindeydik çünkü araya girip soru soran gencimize sataşmış ve siz dahâ gençsiniz, böyle şeyleri kafanıza takmayınız nasihatleri yapıyordu. Genç ise neyi kafama takıp takmayacağıma siz karar veremezsiniz, bırakın da ona ben karar vereyim demişti. Bu cevaptan sonra fazla direnememiş ve çekilme emâreleri göstermişti. Ancak bizim gencimize verdiğimiz cevaba dayanamamış ve muhâtap kendisi gibi cevap vermişti. Çünkü onun için gençler önemliydi, onlarla özel ilgileniyor ve tabiat meselesinde kafaları bulandırmaya devam ediyordu. Biz gelen cevaba şu karşılığı verdik.

-Cevap yazmanıza sevindim aziz dostum. Ancak bir noktanın îzâhını tekrar yapayım ki o nokta çok mühim. Biz temsilleri akla kapı açmak için kullanıyoruz, aklı yok saymıyoruz. Düşünmeyi ve idrâk etmeyi en yakından en uzağa kadar doğruya ulaşmak için çevremizdeki delillerle makûliyetin bir gereği olarak onları kabûl ediyoruz. Körü körüne inanmak ve inandıklarımızı delilsiz taassupla kabûl etmek bizim iddiâmız olamaz. Onun için de önce temsillerle meseleleri akla yaklaştırmaya çalışıyoruz. Sonra o temsillerle akla yaklaşan meseleleri hakîkate tatbik etmeye çalışıyoruz ki iddiâmız havada kalmasın. Bu sizin gibi bir eğitimci için anlaşılması çok kolay ve te’sîri çok keskin bir metod olarak kabûl edilmesi gerekirken ne yazı ki gördüğüm kadarıyla onu anlamakta zorlandınız. Olsun mühim değil.

Şimdi size bazı sorularım olacak fakat cevap vermeyebilirsiniz. İsterseniz veriniz. Meselâ, Siz kimsiniz? Nereden geldiniz nereye gidiyorsunuz? Bu dünyada vazifeniz nedir? Sizi buraya getiren kimdir ve onu tanımak istemiyor musunuz? Madem buraya isteyerek gelmedik ve isteyerek de kalamadığımıza göre bizi buraya getiren ve uzun seferde seyahat ettiren zat bizi niye başıboş bıraksın? Bizi hadsiz kabiliyetlerle donatan ve sınırsız duygular, aza ve cihazlarla donatan bizi niçin sahipsiz ve kılavuzsuz bıraksın? Bir küçük makinenin dahi kullanma kılavuzu varken bu kadar mükemmel yaratılan insanın bir kullanma kılavuzu ve o kılavuzu bize îzâh eden ve bizzat yaşayarak gösteren bir muallim olması gerekmez mi? Dikkat ediniz yine temsiller kullanıyorum ki meselelerde sizin de yukarılarda dediğiniz gibi boğulmayalım ve anlaşılması kolaylaşsın.

Bir kitap öğretmensiz ne ifâde eder? Öğrenciler okullara niçin gider ve niçin öğretmenlere ihtiyaç vardır? Demek ki okul bir imtihân yeri ve kitaplar ve öğretmenler de öğrenciler için büyük bir rahmettir. Yoksa o okul öğrencilere azap yeri olur ve bu öğrencilere zulüm olurdu. Öyleyse dünya da hepimiz için bir imtihân yeridir. Kur’ân ise kullanma kılavuzumuz ve rehberimizdir. Peygamberler ise o kitabın hem müfessirleri hem de yaşayarak numûneleridir. Bir nev’î muallimleridir. Burada akla aykırı ne var ki?

Benim aklımın ve rûhumun ve de kalbimin hadsiz ihtiyaçları, endişeleri ve soruları var. Burada sormaya kalksam sırf akılla yanî vahiysiz nasıl cevap verebilirsiniz? Onun için de aklı kesinlikle saf dışı bırakamayız ancak o akla yol gösterici olan hem kâinattaki delillerle hem de Kur’ân’daki îzâhlarla tatmin edici cevaplar bulmamız gerekiyor. Bizim yapmaya çalıştığımız da bundan ibârettir.

‎”Sözleriniz çok soyut, ben olsam Tanrı’nın varlığını daha rasyonel açıklardım.” demişsiniz aziz dostum. Esâsında meseleyi soyutluktan çıkarıp müşahhas duruma getirmek için misaller ve maddî eczane temsillerini kullandığım halde soyut ifâdeniz mesnetsizdir. Kâinattan verdiğim hayvan, bitki, insan gibi delilleri nasıl soyut kabûl edebilirsiniz? Bir sanat sanatkarı, bir nakış nakkaşı, bir kânun kudreti ve irâdeyi, bir nizam nazımı…gösterdiği gibi kâinattaki sanatı, nizamı, düzeni, ziyneti, nakışı, rahmeti, nimetleri,…ne ile ifâde ve ispat edebilirsiniz? Bunlar başıboş olabilir mi? Tabiat yaptı, kendi kendine oldu ve sebepler yaptı dense o tabiatın, sebeplerin aklını, ilmini, irâdesini ispat etmek gerekmez mi? TBMM’nin irâdesi olmadan kânun kendi kendini yapabilir mi? Yapar demek akla uygun olur mu? Bunu kim kabûl eder? Bir çocuk kat kat adam olsa ve bu sözleri duysa, sonra geri çocuk olsa bu safsata diye bağırmaz mı? Onun için tabiat bir kânundur, kudret olamaz, bir nizamdır nâzım olamaz, bir sanattır sanii olamaz, bir nakıştır nakkaş olamaz… Öyleyse demek ki bütün yazdıklarımız soyut değil delilli ve ölçülebilir hakîkatlerdir.

Ben eczane temsilinde nerede eczane olayını basit gördüm ki, bilakis önemine binâen delil olarak hem de çok kuvvetli delil olarak kullandım. Madem cüzî ilimleriyle insanlar bu kadar mükemmel işler yapabiliyorlar niçin sonsuz ilim sahibi Allah kâinatın her yerinde hem ibdâ(bir anda) hem de inşaa (zamana yayarak) olarak sonsuz kudreti ile eşyayı icat edip yaratamasın? Anladığım kadarı ile eczane misali sizi epey zor durumda bırakmış, ancak ben sizin kesinlikle zor durumda kalmanızı istemiyorum ve mâ’kûl îzâhlara da mâ’kûl bakmanızı arzu ediyorum. Hem dîn noktasında Allah bizi kesinlikle zorlamıyor. Allah cebir ile bize iş yaptırmıyor. Çünkü bize seçme ve meyletme irâdesi(irâde-i cüz’iyye) vermiş ve akıl gibi çok önemli bir cihaz vermiş. O irâdeyi ve aklı kullanmakta bizi serbest bırakmış. Ancak seçimlerimizin sonucunu kitap ve sünnet ile bize önceden bildirmiş. Kim hangi seçimi yaparsa önceden bildirilen sonuca ulaşır ve i’tirâz hakkı da kalmaz. Bir asansörün kullanma kılavuzu var iken ve siz en üst katlara gitmek isterken zemin katın düğmesine basar ve karanlık bir ortama düşerseniz bunun sorumlusu elbette ki siz olacaksınız. Çünkü ne kullanma kılavuzuna başvurdunuz ne de o asansörün nasıl kullanılacağını bilen birine sormadınız. Hâlbuki öğrenenler ve tercihini doğru yapanlar hiç de sizin düştüğünüz sıkıntıya ve neticeye düşmediler. Burada asansörün sahibine kızmaya ve beni niye bu zemine getirdin demeye ne hakkımız var. Tamamen yanlış tercihini zemin kat düğmesine basarak yapan biz değil miyiz? Bizi o yanlış düğmeye basmaya kim zorladı? Bu mesele kader meselesine de giriyor, bu konuda da paylaşımlarımız olabilir. Elbette ki daha geniş ve mutmâin edici îzâhlarla inşâallah.

Çok enteresandır ki bu kadar muknî îzâhlara yine soyut olarak bakılıyor. Sorduğumuz sorulara ise enteresan cevaplar geliyor. Tam da asrın müfessiri olan zatın Risâle-i Nûrlarda yaptığı îzâhları doğrular cinsten. Güya muhatabımız o soruları kendine hiç sormamış ve sormak da istemiyor. Şöyle yazıyor muhatabımız:

-“Sayın dostum, hayata farklı açılardan baktığımız için düşüncelerimizin kesişmesi zaman alacağa benziyor. Kimim, nereden geldim, nereye gidiyorum, beni buraya getiren kim, görevim ne, beni yaratanı tanımak isteğim… siz hayata bu pencereden bakıyorsunuz. Aldığınız eğitim kişiliğinizi bu yönde şekillendirmiş. Bense hayata sizden çok uzak hatta sizin anladığınızdan çok öfkeleneceğiniz bir pencereden bakıyorum. Bu da benim aldığım eğitimden ve sosyal çevremden kaynaklanıyor. Aklımı sizin sorularınızla hiç meşgul etmedim. Daha çok sizin jargonla (inanışınızla) dünyevî işlere yoruyorum. Hani cambaza bak cambaza diye yankesicilerin bilindik bir numarası var ya işte o cambazcılarla uğraşıyorum. Tabi bu arada sizin Allah korkusu için, benim vicdanımın sesi olarak algıladığım temel ahlâkî değerleri kişiliğimde barındırmaya özen gösteriyorum. Sizinle bu noktada kesişiyoruz. Îmânlı bir kişi olduğunuzdan hareketle sizin baktığınız pencereden bakınca gidişiniz doğru elbette. Sorduğunuz sorulara uygun düşünüp yaşayacaksınız. Ama herkesin torna imâlatı gibi aynı olması ve aynı düşünmesi mümkün değil. Zira öyle olsaydı Kozmik Yaratıcı -LÜTFEN KAVRAMLARA TAKILMAYIN- olayı böyle kodlardı. Herkes evreni aklı kadar algılar. Bu söz benim değil bir İslâm mutasavvıfına ait olsa gerek. İbn-i Haldun olabilir. Benim evreni ve yaratıcısını algılama yeteneğim maalesef farklı. Sizin sorularınızı hiç sormadım, sorma gereğini de duymadım. Sürekli bu sorularla yaşamak insanın rûhsal sağlığını bozar diye düşünüyorum açıkçası. Belki akademi çerçevesinde mümkün bu soruların sorulması ama sıradan insanlar yaşamlarını bu sorular dizgesinde yaşıyorlarsa şimdi anlaşılıyor o cenahtaki pişik hezeyanlar. Akla rehber ararsanız ve ortaçağdan geliyorsa o rehberin ışığı alacakaranlık şafağa ermeyecek diye düşünüyorum o cenahta. Sevgi ve saygılar sunarım düşüncelerimden dolayı beni mahkûm etmezsiniz.

Kendinize sürekli bir rehber aramak yaşamınızı bir dere yatağı gibi önceden belirlenmiş sınırlar içinde akmak ve meçhûl bir ummana varma muhayyilesi ilginç. Bana çok monoton ve çekilmez geliyor. Ben yaşadığım anın muhâkemesini yaparım. Onu da onuruma ve vicdanıma karşı. Ama size empati yapmaya çalışıyorum. İnsan böyle de mutlu olabilir. Eğer îmânında dürüst ve samimiyse ben piyasa bezirgânlarından nefret ettiğim için, o düzenbazlara bakarak da îmânın özünü yadsımamak gerekir. Siz bu konuda çok haklısınız. ”

İşte muhatabımızın halet-i rûhiyesi ve inanç profili böyleydi. Son cümleleri ise daha sağlıklıydı. Sanırım zor durumdaydı ve devamlı muhâkeme içersindeydi. Ba’zen kızıyor ve saldırıyor bazen de mâkûl cümleler yazıyordu. Sanırım uslûbumuz ona çok farklı gelmişti. Ne yapılabilir diye düşünürken tekrar onu mahkûm etmeden müzâkeremizin devamını sağlayarak ve yazılarımızı tâ’kîb eden gençleri de hesaba katarak devam etmeliydim. Ve öyle yaptık. İşte gelen cevabımız:

-Aziz dostum, ne demek sizi mahkûm etmek? Bilakis yazdığınız için size müteşekkirim. Çünkü siz fikirlerinizi yazacaksınız ki o fikirler üzerine bizler de düşüncelerimizi serd edeceğiz. Böylece birbirimizi en azından düşünce ve inanç yönünden daha yakından tanımış olacağız. Biz yargılama makâmında ve konumunda değiliz ki sizi yargılayalım. Sizin fikirlerinize saygı duyarım ancak elbette ki katıldıklarımın altını çizdiğim gibi katılmadıklarımın da üstünü çizerim. Tıpkı sizin yaptığınız gibi. Siz de bizim yazdıklarımızı zorunlu kabûl makâmında ve konumunda değilsiniz. Bu ma’nâda devam eden fikir teâtimiz ümîtliyim ki dahâ sağlıklı olacak.

Öncelikle sorularımı yanlış konumda sormuşum. Şöyle sormam gerekiyormuş. Ben kimim? Nereden geldim ve nereye gidiyorum? Sahibim kimdir? Niçin yaratıldım? Bu dünyaya niçin gönderildim? Bu kâinatın hikmeti ve gâyesi nedir? Sorular daha da devam ediyor. Şimdi düşünün ki ben sizin öğrencinizim ve size akıl, kalb, vicdan, rûh taşıyan ve devamlı düşünen bir insan olarak soruyorum. “Öğretmenim bu sorularıma aklımı iknâ, kalbimi mutmâin edecek cevaplar verir misiniz?” desem beni iknâ edecek nasıl cevaplar verirsiniz? Ben bir insan olarak bu sorularımın cevabını alamayacak mıyım? Diyelim ki kitabı ve sizin deyiminizce Kozmik Yaratıcıyı devre dışı bıraktık. Bu sorulara nasıl cevap vereceğiz ve nasıl cevap bulacağız? Esas bu sorular cevaplanmaz ise hayat çekilmez ve ızdırap içinde kalmaz mı? Meselâ diyelim ki sizin gibi o soruları düşünmeden hayatın lezzetini ve zevkini yaşayalım. İnsan hem maddî hem de mânevî mâhiyet taşıyor. Maddî tarafımızı maddî gıdalarla doyurduk; ya mânevî tarafımızı ne yapacağız? Diyelim ki sizin dediğiniz gibi düşünmeye ve yaşamaya başladık; o vakit siz ölümü öldürebilir misiniz? Kabir kapısını kapatabilir misiniz? Arkamızdaki ecel aslanını yok edebilir misiniz? Benim ebedî ve sonsuz yaşama arzum olan kalbimin sonsuz isteklerine cevap verebilir misiniz? Eğer ben bunların çaresini buldum, ölümü yok ettim, kabir kapısını da kapattım, ölümsüzlüğe de çare buldum diyorsanız o vakit sizinle aynı düşünebilir ve sizin gibi o soruları kendime sormayarak yaşayabilirim. Eğer o dediklerime çare bulamadıysanız ki asırlardır kimse çare bulamamış o vakit ben o sorularımı sormaya ve cevaplarını da aramaya devam edeceğim. Vicdan bahsine ve tabiat meselesine tekrar dönmek isterim.

Bu yazdıklarımızdan sonra dostumuz kısa ancak çok önemli bir mesaj yazmıştı:

-“Sevgili dost tartışmamız düzeyli gidiyor, saygılar bilâhare cevap hakkımı kullanacağım.”

Biz onun cevap hakkını beklemeden müzâkereyi takîb eden gençleri dikkate alarak yazmaya devam ettik ve şunları yazdık:

-“Kâinatın ve insanın yaratılmasının sırları ve hikmetleri ile ilgili pek çok soru sorulabilir. Bunlar insanlığın en büyük soruları olmalıdır. Bu sorular; ”Kâinat niçin yaratıldı? İnsanın yaratılmasının sırrı ve hikmeti nedir? Ben kimim? Nereden geldim ve nereye gidiyorum? Bu dünyada vazifem nedir?”diye çoğaltılabilir. İnsanın öncelikli vazîfelerinden birisi de bu sorularına aklını ve kalbini tatmin ve iknâ edecek cevaplar bulmak olmalıdır.

Şu tabiat meselesine tekrar dönmek istiyorum. Merak ettiğim ve okumalarımda tevafuk ettiğim noktaları paylaşmak isterim. Şöyle ki;

Fennî ve bilimsel verilerle gitmek istiyorum. Çünkü bu asır ilim ve fennin hükmettiği bir asırdır. Menkîbeler bu asırda aklı iknâ etmiyor. Hem ilim ve fennin hükmettiği, teknolojinin hâkim olduğu bu asırda Kur’ân hakîkatlerini ilmî ve fennî delillerle ispat ederek aklı kabûle yakınlaştırmak ve akla kapı açmak gerekiyor. Çünkü Kur’ân bilim ve fenle çatışmaz bilâkis bilim ve fennin nihaî hududunu Kur’ân peygamber kıssaları ve mucîzeleri ayetleriyle insanlığa bahseder, yol gösterir ve insanlığı teşvik eder. Beşerin teknoloji harîkalarına Kur’ân işaretler ederek insana hem ilhâm hem de onların çalışmalarına kuvvet verir. Bu noktalar Kur’ân’da sabittir ve ispat edebiliriz.

Şimdi madem Kur’an hakîkatlerini konuşuyoruz o halde Kur’ân’ın tevhid (Allah’ın bir oluşu), nübüvvet (peygamberlik), haşir, adalet ve ubudiyet (kulluk) diye dört esâsı ve dâvâsı vardır. Bunlar içinde Kur’ân en çok tevhid üzerinde durur. İslâm dini hatta bütün semâvî dinler tevhid esâsı üzerine gelmiştir. Yine Kur’ân’dan öğrendiğimize göre diğer dinler asliyetini muhâfaza edememiş ve tevhidden teslise ve başka ilahlara tapınmaya kadar gidince beşeriyetin son dini olan İslâmiyet gelmiş ve halen asliyetini ve gençliğini korumakta ve göstermektedir. Çünkü insanın özelikle mânevî ihtiyaçlarını tatmin edecek olan ancak ve ancak İslâmiyettir. İnsanların fıtratı ve vicdanı esâsında bu fıtrat dini olan İslâm’ı arıyor ve bütün dünyada takliden değil araştırarak ve inceleyerek yanî muhâkeme-i aklîye ile insanlar fıtratlarının ve vicdanlarını sesine koşuyorlar ve fevc fevc Müslüman oluyorlar, İslâmiyete dehalet ediyorlar. Amerika’da bir yılda müslüman olan insan sayısı üç yüz binleri aşıyor. Hem de bütün engellemelere rağmen ne yazık ki bu böyle bir hakîkat. Peki, bu insanlar İslâm’da ne buluyorlar? Demek ki çürümemiş ve tefessüh etmemiş vicdanlarının sesini ve ihtiyacını buluyorlar ve öyle sarılıyorlar ki biz Müslümanlar, Müslümanlığımızdan utanır duruma düşüyoruz. Öyle ise Müslümanların hatalarını ve kusurlarını İslâm’a ve Kur’ân’a yükleyemeyiz. Güneş balçıkla sıvanmadığı gibi güneşe karşı gözünü kapayan da sadece kendine gece yapar.

Bu girizgâhtan sonra şimdi şu tabiat ve sebepler meselemize tekrar dönecek olursak.

Yaratılışın gâyesini kısaca şu iki ayet bildirmektedir. “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat Suresi,56) “O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek(imtihân) için ölümü ve hayatı yarattı.” (Mülk Suresi, 2 )

Öyle ise insan bir yolcudur. Ve o yolculuk ise, rûhlar âleminden, anne rahminden, çocukluktan, ihtiyarlıktan, dünyadan, kabirden, berzahtan(Haşir ile kabir arası bekleme yeri, bütün ölen rûhlar bu âlemde bekletiliyor.), haşirden(ikinci diriliş), sırattan geçer bir uzun imtihândır. Yani biz uzun bir seferdeyiz.

Şöyle de diyebiliriz. İnsan bir yolcudur. Yolculuğu ise rûhlar âleminden anne karnına, anne karnından çocukluğa, çocukluktan gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden berzaha, berzahtan haşre, haşirden ebede kadar devam eder.

Bizler bu yolculuğun dünya safhasındayız. Bu yolculuk ya sonsuz cennette ya da sonsuz cehennemde son bulacaktır. Elbette ki, cennet ehli Allah(cc)’ın cemalini görmekle mükâfatların en zirvesini yaşayacaktır. Bu bizim itikadımız ve îmânımızdır.

Yaratılışın sırlarını ve gâyesini anlamaya çalışırsak; bir hadis-i kudsîde, ” Ben gizli bir hazine idim. Bilinmek istedim, mahlûkatı yarattım” buyrulur. (Acluni, II, 132)

Çünkü her cemal ve kemal sahibi kendi cemal(güzellik) ve kemalini (mükemmelliğini) görmek, göstermek ister.(Temsil ile söyleyeceksek: bir ressamın resim kabiliyetini göstermek istemesi sırrı ne kadar akla uygun ve makûldür. Bu sır ile yaptığı resimleri sergileyerek hem bizzat kendisi görmek hem de başkalarına göstermek ister.) Bu sır gereğince Allah (cc), kendi kemal ve cemalinin tecellilerini görmek ve göstermek istemesi sırrınca bu kâinatı yaratmıştır.

Allah bu kâinatı bir sayar suretinde yaratmış ve bu sarayın bütün ihtiyaçlarını tanzim etmiş ve konaklamak için gelecek olan misafirlerine hazır hale getirmiştir. Bu sarayın bütün sırlarını ve hikmetlerini Ezelî bir hutbe ile kâinatın en şereflisi olan Zata (sav) bildirmiş ve O Zatta (sav) sayara giren ahâliye bu Ezelî hutbeyi okumuş ve umûmî daveti yapmıştır.

Bu saraya giren ahâli de iki gruba ayrılmıştır. Birisi bu sarayın bir sahibi ve hâkimi olmalıdır diyerek saray sahibinin vazîfelendirdiği Zatın (sav) okuduğu hutbeye davet etmiş ve kulak vermiş, diğer grup ise ne sarayın sahibini ne de okunan hutbeyi dinlemiş, sadece sarayda hazırlanan yiyeceklere dalıp yiyip içmişler ve yasak yiyeceklerden de yiyerek saray sahibinin izni olmayan davranışları yapmışlardır.

Hâlbuki o saray ve saraydaki hazırlanan yiyecekler saray sahibini tanımak ve ona teşekkür (şükür) etmek için hazırlanmıştır.

Elbette ki bu imtihânın bir muhasebesi, çalışanla çalışmayanın neticesi ve bilançosu ortaya çıkmalıdır. Yoksa çalışanın ve yaratılış vazîfesini yapanların hukûku ziyan olmuş ve onlara zulmedilmiş olur. Bu nedenle de başka daha büyük bir âlemin açılması ve mahkeme-i kübrada zerre kadar iyiliği de zerre kadar kötülüğü da olan muhâkeme sonucu mükâfat ve mücazatını yanî cezasını görmelidir. Bu Adil ve Hâkim olan Allah’ın hem adaletine hem de hükümlerindeki tam verilecek olan kararlarına muvafıktır. Yoksa mazlum mazlumluğu ile kalır zalim de zalimliği ile kalır adalet tam yerini bulmaz. Onun için diyoruz ki yaşasın zalimler için cehennem. Yüz tane mâ’sûm koyunu param parça eden kurttan o mâ’sûm koyunların hakkını almamak tam bir adaletsizlik ve zulüm olmaz mı?

Bu arada muhatabımız bizi izlemeye ve ta’kîbe almış durumda. Biz konumuza istediğimiz şekliyle devam ediyoruz.

-Bu gün ilmen ve fennen sabittir ki dünyanın ekseni yörüngesine 23 derece 27 dakikalık bir eğimle sabitleştirilmiştir. Bu çok ince bir hesap ve ayar ile yapılmıştır. Çünkü dünyanın üzerinde yaşayan canlılar için bu durum hayâtî bir öneme sahiptir. Demek buradaki ince hesapta bir kasıt ve irâde vardır. Bir ilim ve hikmet görünüyor. Çünkü zerre kadar bir şaşma ve düzensizlik olsa dünyadaki hayat felakete dûçar olacak. O halde buradaki kânunu, nizamı, ilmi, irâdeyi, kastı ve hikmeti, faydayı ve maslahatı ne ile îzâh edebiliriz? Tabiatla mı? Sebeplerle mi? Kendi kendine mi olur bu mükemmel fiiller? Ya’nî mükemmel fiilleri göreceğiz ancak fâil olmayacak ve ben aklımı kullanarak o fâili ya’nî fiilin sahibini düşünmeyeceğim ve aramayacağım öyle mi? O zaman o fiil fâil-i meçhul olmaz mı? Bu düşünce bir hurâfe olmaz mı? Böyle bir iddiâyı yapanlar hangi ilim ve fen düstûrları ile bunu iddiâ eder ve ispat edebilir ki?

Yine canlıların yaşayabilmesi için dünyadaki oksijen dengesine bakalım. Atmosferdeki oksijen oranı % 21’dir.Pekâlâ bu oran % 22 veya % 20 olsa neler olurdu? Bilim adamları fazla olduğu takdirde yanacağımızı ve nefes alamayacağımızı ve yaşayamayacağımızı söylüyorlar. Öyleyse bu ince nizamı ve ölçüyü kim düşündü dersiniz? Sakın kör, sağır, dilsiz, akılsız, ilimsiz, kudretsiz, irâdesiz tabiat demeyiniz? Çünkü önceki yazılarımızda değinmiştik tabiat yaratılmış olan kâinattaki mevcutlar topluluğudur ki kesinlikle icat edemez. Çünkü kendisi icat edilmiştir. Tabiat matbaadır, matbaacı değil, nakıştır nakkaş değil, fiildir fâil değil, kalemdir kalemi yazan değil, nizamdır nazım değil, kânundur, kudret değil, Allah’ın irâde sıfatından meydana gelmiş ilâhî sanatlar ve kânunlar bütünüdür.

Bu yazdıklarımızdan sonra muhatap dostumuz çok ilginç bir mesaj dahâ yazdı ve artık itiraz noktasından yazılanları çok ilginç bulduğunu beyan etmeye başladı şöyle ki;

-“Sevgili dostum düşüncelerinizi ilgiyle izliyorum çok ilginç değerlendirmeleriniz var. Cevap hakkımı gizli tutuyorum yazmaya devam. Hürmetler.”

Bu kısa ancak bizim için mâ’nîdar olan mesaj bizin hayli sevindirmiş ve de ümîtlendirmişti. Hem yazılarımızı okuyup ta’kîb eden gençler hem de muhatabımızın âleminde farklı pencereler açılması için duâlarımıza da devam ediyorduk. Çünkü îmân çok büyük bir nimet idi. Her bir insan o nimetin mutluluğunu yaşaması bizim en önemli arzumuzdu. Ancak hikmet dünyasında yaşadığımızı da biliyorduk. Önemli olan vazîfemizi yapıp neticeye karışmamak ve Allah’a bırakmaktı. Biz tekrar devam ettik ve şunları yazdık:

-Şu İnsan denen mucîzenin de incelenmesi ve onda tezâhür eden tevhid delillerini de müşâhede etmek gerekiyor.

Öncelikle insana hizmet için halk edilen bitkilere ve yemişli ağaçlara bir bakalım.

Bir elma veya incir ağacına bakalım. Kendileri çamur yerler bize hayatımızın en önemli gıdaları olan meyveleri sunarlar. Bütün meyveli ağaçlar ve bitkiler böyle değil mi? Meselâ ağaçlardan aldığımız ve tükettiğimiz meyvelere bakıyoruz ki tamamı bizim ihtiyacımıza göre yaratılmışlar. Renkleri, görüntüleri, tadları, faydaları, mineralleri tamâmen gözümüze, dilimize, midemize ve hücrelerimize göre hazırlanmışlar. Bir irâde ve kasıt mükemmel olarak o meyvelerde görünüyor. Acaba bizim bu ihtiyaçlarımızı ağaçlar mı düşünmüş? Bir araya gelerek bir iş bölümü yapmışlar ve her biri değişik değişik meyveler yapalım yoksa insanlar zorda kalırlar mı demişler? Yoksa bu kasıt ve irâdeyi ve düşünmeyi tabiat mı düşünmüş, yapmış ya da sebepler mi? Sakın kendi kendine olmasın? Bunlar mümkün mü? Elbette ki mümkün değil. O halde bu irâdeyi, kastı ve düşünmeyi kim yaptı? Bizim inancımıza göre hayatı kim yaratmış ise hayatım ihtiyaçları olan levazımatı da o hazırlamış ve yaratmıştır. Işık güneşi gösterdiği gibi bu durum da Allah’ı gösteriyor ve ispat ediyor.

Acaba tavuk yumurtayı yaparken bizi düşünerek mi yapıyor? Arı balı yaparken bize çok acıdığı için mi çalışıyor? Hele inekler! Sütü hazırlarken hangi fakültede okumuş olabilirler? Çünkü sütün içindeki formülü en büyük fakültede okuyan profesörler bile ulaşamıyor ve o formülden bir süt üretemiyorlar. İnek ot ve saman yiyor ve bize hayat kaynağı olan sütü takdim ediyor. Bunu inek mi düşünüyor? Yoksa tabiat ineğe emrediyor ve inek şaşırmayarak bir fabrika gibi süt üretiyor. Öyle mi acaba? Bundan daha hurâfe bir fikir olabilir mi? Demek bir kudret-i ezeliye rahmâniyeti ve rahîmiyeti gereğince yaratmış olduğu bütün mahlûkatın hayat için zarûrî ihtiyaçlarını halk ediyor ve sebeplere takarak bize sunuyor ve o sebepleri tablacı gibi bizlere hizmet ettiriyor. Biz o sebepler ve perdeler arkasında işleyen kudret elini ve rahmet tecellilerini görüyoruz ve inanıyoruz.

Şimdi şu yediğimiz gıda, meyve ve sebzelerin insan bedenindeki yolculuğunu da ta’kîb edelim. Bakalım tabiatın nasıl bir dahli ve te’sîri var görelim.

Ağzımıza aldığımız bir lokmanın serencamına bakalım. O maddeler öncelikle ağızda dişler tarafından parçalanıyor ve tükürük bezlerinden salgılanan sıvı ile yumuşatılıyor. O dişleri ve salgıları kim düşünmüş ve mükemmel olarak dizmiş?

Sonra yutaktan geçen o maddeler midede çeşitli muameleye tabi tutuluyor ve mide suları tarafından sıvı hale getirilene kadar midenin hareketleri ile yoğruluyor. Hakikaten o mideyi çalıştıran kim? Sonra bağırsaklara geçen sıvı haline gelen gıdalar ince bağırsaklarda sindirime geçiyor ve kılcal damarlardan emiliyor ve ihtiyaç olan yerlere sevkiyat başlıyor. Gözüme fosfor, kemiklerime kalsiyum, beynime şeker ve glikoz gibi çok ince hesaplarla bir sevkiyat başlıyor. Sahi bu sevkiyatı hiç karıştırmayarak bilen, düzenleyen ve ihtiyaç mahalline ulaştıran güç nedir? Alyuvarlar mı? Sebepler mi? Tabiat mı? Görüyoruz ki bu işlerde çok şuurlu ve akıllı işler oluyor. Bir kasıt ve irâde hatta faydalar düşünüldüğü görülüyor. O halde tabiatta ve sebeplerde bu şuur, ilim ve irâde ve bu kadar ince hesapları düşünecek ve faydaları görecek bir durum var mı? Var, bunları o tabiat yapıyor diyen kendini komik duruma düşürmez mi? Bu düşünce bir hurâfe olmaz mı?

Öyleyse bütün kâinat zerrelerden kürelere bir tek Allah’ın sonsuz ilim, irâde ve kudreti ile idâre ediliyor ve O’na îmân etmek de aklın bir zarûreti olarak önümüz de duruyor. Biz de irâdemizi O’nu tanımakta kullanıyoruz vesselam.

Uzun uzun yazdığımız bu açıklamalardan sonra dahâ temkinli ve bir önceki kısa mesaja bakarak dahâ itidalli bir cevap beklerken tekrar başa dönmeye başlamıştık. Artık bu mesajla birlikte münâzaramız sona doğru gidiyordu. Neticeyi Cenab-ı Hakk’a bırakacaktık. Çünkü muhatabımız şu açıklamaları yazmıştı:

-“Sevgili dostum, yazdıklarınız ilginç, ama hep bir kesin hükümle başlıyorsunuz. Bu hüküm Allah vardır şeklinde. Ve hep aynı eksende dönüyorsunuz. Doğa örneklemeleri ile bu varlığı ispata çalıştıkça yazılarınız basitleşiyor. Bir şeye önceden inanmış ve îmân etmişseniz sorgulayamazsınız. Sorgulayan beyin önyargısız, septik ve kuşkucu olacak ki mutlak gerçeği görsün. İnancından zerre kadar kuşkum yok, samîmîsiniz, ama ilâhî bir gücü ispat etme kültürünüz için aynı şeyi benimseyip söylemeyeceğim. Keza aynı şey benim açımdan da geçerli. Kozmik Yaratıcının varlığı veya yokluğu hala felsefenin konuları içinde. Ama bilim ilerledikçe bu alan sınırlarını daraltmak zorunda. Tanrı’nın var olması veya olmaması ve ya Tanrı’yı insan aklının yaratması ki bu felsefede hala gündemdedir. İnsanı ortadan kaldır, Tanrı’yı da yok etmiş olursun. Doğru değil mi? İnanç geni insanın var oluşundan beri çok değişik Tanrı’lar oluşturmasına neden olmuştur. Saygılar.”

Bu yazılanlardan sonra ne denilebilir ki? Muhatabımız sanırım zorlanıyor ki yazdıkları ciddiye alınacak türden şeyler değil. İ’tirâz etmek için yazıyor ve zaman zaman da saçmalıyor. Kendi âleminde oluşturmuş olduğu bir nev’î safsatalar ile hem kendini hem de çevresini oyalamaya çalışıyor. Biz yine de Risâle-i Nûrların kavl-i leyin uslûbu ve müsbet hareket düstûrumuz ile yazmaya devam ettik.

-Esasında kesin hükümle hiç başlamıyorum. Hep ilmî ve delilli, ilmen ispat edilmiş ve de ölçülebilir mihenkler kullanıyorum. Önce Allah’ın var olabileceği delillerini gösteriyorum sonra bu delilleri var eden muharrikleri sıralıyorum. Yanî, önce fiili târîf ediyorum sonra o fiilin fâilini arıyorum. Bu o kadar açık ki yazdıklarımda. Şimdi ben o verdiğim delillerdeki fiillerin fâilinin Allah olduğunu ispat ediyorum. Sizin de o fiillerin sahibinin Allah olmadığını ispat etmeniz gerekmez mi? Meselâ ben diyorum ki delillerimle bu işi yapan Allah’tır. Siz de deyiniz ki evet o delil doğru inkâr edilmez. O halde o delilin fâilinin tabiat olduğunu ya da sebepler olduğunu yâda kendi kendine olduğunu ispat etmeniz gerekmez mi? Hani aklı önceleyecektik. Aklı devre dışı bırakmayacaktık değil mi? Öyle ise yazınız aziz dostum. Bekliyorum ispatlarınızı.

Bu yazdıklarımızdan sonra bir önceki mesajdaki vesselam cümlemiz sanırım onu da rahatlatmış olacak ki münâzaranın bitmesini istiyor. Çünkü şöyle yazmış:

– “Vesselam bu tartışmanın noktalandığını gösteriyor herhalde. İşin doğrusu Tanrı’nın varlığını veya yokluğunu niçin tartışma gereği duyuyoruz? Niçin inancımızı başkalarına kabûllendirme çabamız? O küçücük akıllarımızla inâyet mi ummaktayız? Acaba Kozmik Yaratıcı hepimizi fotokopi gibi ideâl kodlar ve öyle yaratırdı. Demek ki kontrolden çıkmış bir dünyada yaşıyoruz. Kâinattan haberimiz bile yok. Yaratıcının kontrolünde olup olmadığımızı nasıl açıklayacağız? Hep kötüler galip geliyor. Müslüman olanlara da öbür dünya kültürü zerk ediliyor. Bu dünya fânî sınav dünyası sonsuz yaşam öteki tarafta. Huriler, gılmanlar. Kevser şarapları ve kızlar. Bunlar şaka değil çok iyi bildiğiniz kaynaklardan insanın açlıktan sonra en güçlü güdüsüdür. Araplar iklimsel ve besinsel kültürlerinden dolayı bu güdülere çok düşkündürler. Bu cennetteki kız fantezileri oradan kaynaklanıyor büyük olasılıkla. Allah’ın peygamberin hevâsına ayet gönderme işine daha sonra geliriz. Ayrıca Tanrı’yı tanımınız biraz körün fili tanımlamasına benzedi. Siz varlığın yüce yaratıcısını tanımlamıyorsunuz, önceden kabûl edilmiş olguları sıralıyorsunuz, sonra kendi önyargılarınızı onaylıyorsunuz. Hep sosyolojik olgulardan yola çıkıyorsunuz. Afrika ormanlarında yaşayan vahşi bir kâbile ağaç kabuklarının altındaki böcekleri, canlıları yiyor. Gerekli olan proteinler bu şekilde karşılanıyor. Yemek olayı sosyolojiktir, her toplumda değişebildiği gibi evrenseli de vardır.”

Artık anladık ki bu münâzaranın sonuna geldik. Zaten biz muhatabımızı mağlup etme peşinde de değildik. Belki aklına kapılar açabilecek ve irâdesini kullanabileceği temsilleri yazıp onu serbest bırakarak esas münâzaramızı ta’kîb eden gençlerin istifâdesini murad etmiştik. Ancak son birkaç konuya da temas ederek münâzarayı bitirmek istiyorduk.

-Aziz dostum, evet dediğiniz gibi vesselam ile bu müzâkereyi sonlandırmak istemiştim. Şahsım adına seviyeli bir müzâkere ve münâzara oldu. Sizlerle de medenice fikirlerimizi çarpıştırdık. Bütün gâyemiz hak ve doruya ulaşmaktı. İnanıyorum ki farklı fikirlerin buluşma ve konuşma zeminine bir numûne oldu. Buna ihtiyaç olduğuna inanıyorum. Çünkü faklılıkları bir tahakküm aracı değil paylaşım ve ortak paydalarda ve akılda buluşma vesîlesi yapabilirsek güzel neticeler verecek ümîdindeyim.

Aziz dostum, yazdıklarımda kesinlikle ne sizi ne de bir başkasını inanmak zorunda bırakmadım ve zorlamadım. Bu zorlamayı yüce yaratıcımız dahi yapmamışken bizim yapmamız çok yanlış olur. Belki işlediğimiz mevzûlarda akla kapı açacak delillere verdiğimiz mânâlar size bunu çağrıştırmış olabilir.

Benim paylaştığım bütün îzâhlarda ne akla ne de bilime aykırı bir hüküm yoktur. Tamamı bilimsel ve ölçülebilir hakîkatlerdir.

Şu huriler meselesine kısaca değinmek ve tashihat (düzeltme) yapmam gerekiyor. Hatta çoğu ehl-i îmân dahi bu noktada hatalı bilgi içinde diye düşünüyorum. Cennet tenâsül yeri değildir. Yanî neslin devam yeri değildir. Cennet bir netice ve mükâfat yeridir. Nasılki cehennem bir mücâzât ve adalet için bir mahzendir. Aynen öyle de itaat edenlere mükâfat ve zulmedenlere mücâzât-cezâ- bu dünyada dahi adaletin bir gereğidir. Onun için de cennette insanın bütün hasse ve duygularına hitap edecek güzellikler olmalıdır. Cennette menfî hiç bir duygu yoktur. Ahiret âleminde olumlu ve olumsuz duygular ayrılır. Onun için de sizin bahsettiğiniz mânâda cennette menfî şehvet duygusu yoktur. Huriler ise cennetin bütün güzelliklerini üzerinde toplayan küçük bir cennet numûnesi hükmündedir. Esâs vazîfeleri ise cennet ehlinin duygularına cennetin bütün güzelliklerini temâşa etmeleri için üzerlerinde taşımalarıdır. Yoksa cinsellikle alakalı değildir. Kim böyle anlatıyorsa bu doğru değildir.

Allah’ı tanıtmada kullandığımız temsillerin ve delilerin hiç de körün fili târîf ettiği misal değil bilâkis Allah’ı bir küll olarak tâ’rîf etmektir. Çünkü özellikle üç vasıf üzerinde epey durduk. Bir mevcûdun yaratılması için kesinlikle üç vasıf gerekir. İlim, irâde ve kudret. Biz de bu üç vasıf üzerinde teferruatla durduk ve ispat ettik. Özellikle tabiat ile ilgili îzâhlarımız ve ispatlarımız çok net ve kuvvetli delillerdir. İ’tiraz eden ya aklını yitirmiş ya da inâdî itiraz ediyordur. Kendini gülünç duruma düşürür.

Esâsında biz sanattan sanatkâra, görülenden görülmeyene, yakından uzağa, kolaydan zora eğitim yöntemleri olarak da kullanılan etkili bir metod kullandık. Sizler eğitimcisiniz, bu yöntemler sizlere yabancı olmamalıdır. Hem tümevarım bir metodu kullandık. Ne yapalım şimdi? En yakınımızdaki mevcûdatın varlığını görmeyelim mi? Onlardaki ilim ve hikmeti düşünmeyelim mi? Bu hikmeti öğrenmek istemeyelim mi? Sorgulamayalım mı? Biz sorguladık ve neticede bir noktaya ulaştık değil mi? O da sonsuz sıfatlara sahip olan Allah’tır. Eğer o değil deniyorsa o zaman delillerle ve ispatlarla bizim delillerimizi akîm bırakmak ve antitez ile çürütmek gerekmez mi? Onun için de körün fili tâ’rîf değil tam bir vukûfiyet ile Allah’ın kâinattaki hâkimiyetini ve tasarrufunu ispat ettik.

Son bir misal ile hatime vermek istiyorum. Yeryüzündeki bütün parlak maddeler, camlar, şişeler, aynalar ve su damlaları güneşin bir aksini, misâlini, yansımasını ve görüntüsünü gösterir değil mi? Şimdi ya diyeceksin ki bütün şeffaf maddelerin içinde görünen güneşler yansıma değil her biri maddî birer güneştir, yâda bütün şeffaf maddelerde görünen ve yansıyan güneşler bir tek gökteki güneşin tecellisi ve yansımasıdır.

Hangisi doğru? Bütün yansımaları bir tek güneşe vermek mi, yoksa zerreler adedinde güneşleri kabûl etmek mi? Allah aşkına bundan daha kuvvetli bir tevhid delili olabilir mi? Ya diyeceksin ki bütün parlak şeylerdeki görünen güneşler maddî güneşlerdir ya da bir tek güneşin yansımalarıdır. Bu iki görüşten başka görüş yoktur. O zaman bir tek güneşi inkâr edip bütün şeffaf maddelerin her birine güneşi isnat etmek akıl kârı olabilir mi?

İşte bütün kâinat bir tek şems-i ezelinin tecellileridir ve mahlûkatta yansıyanlar ve görünenler ise Allah’ın isimlerinin ve sıfatlarını tecellileridir.

Evet, bizler münâzarımızı sonlandırmak isterken tekrar yeni sorular ve mesajlar gelmeye başladı. Böyle bırakamazdık ve tekrar yazmalıydık. Muhatabımız şöyle diyordu:

-“Bir de anlayamadığım, insanlar neden kendi inançlarını, öteye beriye empoze etmeye kalkarlar, îmân Allah’la kul arasındaki bir duygu iletişimi değil midir? İnsan ibâdet anında trans halde olmalı değil mi? Akıl işte göz oynaşta misali gördüğüm tüm mü’minler. Vecd neydi acaba? Çok sevdiğim bir söz vardır herkes aklı kadar inanır, yâda herkesin Allah’ı algılayışı aklı kadardır… Her yıl kurban kesrim Allah kabûl etsin inşâallah… Beni komünist diye genelde ortaklığa sıcak bakmadıkları izlenimi aldığımdan aile içinde keserim, eti de eve sokmam. Kurbanımı kesen bir köy kurnazı var, hayvanı yıktıktan sonra elime ibriği tutuşturup danaya abdest aldırtıyor bana. Şimdi ula git diyeceğim sağda solda hocanın kurbanı mundar diye dedikodu yapacaklar. Allah aşkına bu köylünün Allah’ı algılamasıyla senin benim, Aynştay’ın Allah algısı bir mi? Veya bu mudur din? Emevî örfünü din diye yutturuyorlar.”

İşte böyle diyor muhatabımız. Ba’zen doğru cümleler yazarken ba’zen de saçmalıyor elbette. Konudan konuya daldan dala atlayıp duruyor. Biz yine de bir şeyler yazdık şöyleki;

-Aziz dostum, yazdıklarınız içersinde elbette ki çok önemli noktalar var. Birçoğuna da katılmamak mümkün değil. Kurban kesmeniz ve hulûs-u kalb ile Allah’a yakın olmanız çok güzel bir ubûdiyet. Kurban kesmek fiili bir hadise ancak önemli olan Allah’a yakın olan kulların niyetleridir değil mi? Biz kurbanı Allah emrettiği için keseriz. Yanî kulluğumuzun bir gereğidir. Çünkü ubûdiyetler Allah emrettiği için yapılır. Neticesi ise Allah’ın rızâsıdır. Faydası ahirettedir. Dünyada bir fayda için yapılan ibâdetler semeresizdir. Hatta dünyada bir maslahat ve fayda görmek niyetiyle yapılan ibâdetlerde ihlâs ve Allah rızâsı kalkar o ibâdet de ibâdet olmaktan düşer. Onun için de ibâdetler sırf Allah emrettiği için yapılır. İbâdetin rûhu niyettir. Niyet ise bir rûhtur, o rûhun rûhu da ihlâstır. İhlâs ise sadece Allah rızâsı için çalışmak ve ibâdet yapmaktır. Yani karşılığında dünyevî hiç bir menfaat beklemeden yapmaktır. İnsan bu duruşu ve inanışı ile ibâdet yapar da Allah kul istemeden ve niyet etmeden dünyevî faydalar verirse o fazlındandır ve ibâdetleri iptal etmez. Çünkü kul bizzat kasti olarak ne niyeten ne de fiilen o matlupları istememiştir. Kulun niyet ve fiillerinden razı olan Allah o kulana fazlından ve ikramından dünyevi matluplar verebilir. Bunlar kalbde rahatlık, geçim kolaylığı, bereketli rızık gibi faydalar olabilir.

Bu yazdıklarımızı dikkate almayan dostumuz meseleyi sık sık yaptığı gibi siyâsî noktalara çekmeye devam etti. Şu gelen cümleleri yazdı:

-“Bu memlekette çise yağsa elektrik kesiliyor nedenini soramıyoruz, eleştirince de kızıyorlar. Vergiyi alırken iyi, hizmete gelince keyfe keder. Haram nedir bilir misin Üstad? Hakkım varsa haram olsun, zehir zıkkım olup, ağızlarından burunlarından gelsin din bezirgânlarının.”

Görüldüğü gibi bizi devamlı kendince kusurlu gördüğü dindarların hatalarına ve siyâsî noktalara çekmeye çalışıyor. Biz de uygun bir uslûb ile devam ederek şöyle yazdık:

-Aziz dostum, insanlar birbirini anlamakta ve dinlemekte zorlanıyor. Özgürlük ve hürriyet tanımları ve sınırları dahi tam yapılamamış. Din ile dünya elde etmek ve mukaddes değerlerin siyâsete, ticarete alet edildiği de bir gerçek. Ancak burada dinin ve mukaddes değerlerin ve samîmî olarak dinini sadece Allah rızâsı için yaşamak isteyenlerin elbette ki suçları yok. Onların haklarını ve hukûklarını korumak ve suçlular yüzünden onları da mağdur etmek ne kadar adaletli? Esâsında hep birlikte bir öz eleştiri yapmamız gerekmiyor mu? Nedir paylaşılamayan? Eneler ve nefisler değil mi? Çünkü insanın enesi ve nefsi hâkimiyet duygusuna sahip. O duygu ile hareket edildiği sürece ne yazık ki her kesimden insan bu hastalığın tezâhürlerini yaşayacaktır. Ben meseleye çok farklı noktalardan yaklaşmak istiyorum. Diyelim ki bir dindar kişi dini kullanarak siyâset ve ticaret yapıyor ve onun rantını yiyor. Bunlara yazıklar olsun diyorum ve yaptıklarının cinayet olduğunu haykırıyorum. Çünkü din ve mukaddes değerler umûmun ortak malıdır ve tekelcilik kabûl etmez ve bir gruba has gösterilemez. Gösteren dediğim noktada dinden nemalanmaya çalışır ve cinayet işlemiş olur. Bunu net olarak söylüyorum. Pekalâ, ya başka ideolojilere dayanarak ve kendilerine imtiyaz elde edip rant elde edenlere ne diyelim? Anlayış ve kafa yapısı olarak dini kullananlarla meselâ laikliği, Kemalizmi kullananlara ne demeli? Bunları bir ideoloji yaparak insanların haklarına ve hukûklarına yapılan hukûksuzluklara niye dokunamıyoruz? Esâsında ülkemizde problem tek tarafta değil. Her tarafta bir çürüme ve çıkar hesapları olduğu için meseleleri doğru dürüst bir şekilde konuşamıyor ve tartışamıyoruz. Herkes bir tarafa taraftar oluyor kendi tarafından başkalarına veriyor veriştiriyor. Böylece bir baskı ve dayatma ile karşı karşıya kalınıyor. Meselâ siz insanların inançlarını başkalarına dayatmasından şikâyet ederken ba’zıları da kendi dinî hak ve yaşayışlarını yaşayamamaktan ve kendilerine baskı yapıldığından bahsediyor. Niçin böyle oluyor? Çünkü insanlar ortak akıl ve değerler noktasında daha tekâmül etmiş değil. Demokratlık insanların sadece dillerinde, daha fillilere geçmedi. Farklılıkları sindirecek erdeme ve eğitim seviyesine daha erişemedik. Ne yapmak gerekir? Elbette ki zaman büyük bir ilaçtır. Çalışmak ve her bulduğumuz zeminde az da olsak her meselemizi yerli yerine oturtacak şekilde ta’rîf etmek ve asgari müştereklerde birleşmek. Bu noktada demokratik cumhuriyet en güzel ortak paydamız olmalıdır. Ancak isim ve resimden ibâret bir demokrasi değil, adalet, hürriyet ve kuvvetin kânunda olduğu üstünlerin hukûku değil hukûkun üstünlüğünü hâkim kılabileceğimiz bir demokratik sistemi yerleştirip işletebilmeliyiz. Bu iş sen ben dâvâsından çıkıp biz dâvâsına dönüşmelidir. Çünkü bu ülke hepimizin.

Şahsım adına siyâsî ve dünyevî konularda çok maharetli değilim çünkü çalışma alanım daha çok mânevî konulardır. Yazmış olduğunuz mesajlardaki atıf yaptığınız noktalar ile ilgili yerlere de yazmak istiyorum. Meselâ; ibâdetler konusu ilgimi çekmiş durumda.

Öncelikle şu “insanlar neden kendi inançlarını, öteye beriye empoze etmeye kalkarlar?” cümlesini de konuşmak gerekir. Hakîkaten bunu neden yapar insanlar? Ben şöyle düşünüyorum. Özellikle İslâm dininin insanlara bir dayatması yoktur. Senin dinin sana, benim dinim bana ve dinde zorlama yoktur gibi ayetler zorlama ve empoze fiilini tekzip eder. Din hür olan ve kendi irâdesi ile îmân eden insanlara elbette ki bir yükümlülük getirir. O yükümlülükler de hakîkatte kalbî bir teslimiyet ve istek ile olur. İbâdetlerdeki zorlamada Allah rızâsı esâs olmaz. O ibâdet zorlama ile yapılırsa zaten ibâdet olmaz. İbâdette gönüllü olmak ve huşû içersinde yapılanı makbûldür. Öyleyse din noktasında zorlama ve empoze bireyseldir ve dine mal edilemez. Yapanlar da hatalıdır. Savunulacak bir yeri de yoktur. Bu zorlama ve empoze yapanların yaptıkları yanlarına elbette ki kalmamalı. Bir vesîle ile onlara bu yapılanların yanlış olduğu ve dine çok büyük zararı bu davranışların verdiği muhakkak anlatılmalıdır.

O halde empoze ve zorlama ile tebliğ ve ikâz meselesini ayırmamız gerekecek. İslâm dininde empoze ve zorlamayı kabûl etmiyoruz, ancak îmânın bir gereği olarak emr-i bil ma’rûf ve nehyi a’nel münker sırrınca yani iyilikleri ve güzellikleri söyleme kötülükleri ve yanlışlarda uyarma vazîfesini yüce Rabbimiz bütün kullarına bir vazîfe olarak göstermiş ve emretmiştir.

Bir baba göz göre göre bir evladının hatasını, ateşe ve zarara gitmesini gördüğü halde onu şefkati gereği uyarması gerekmez mi? Bu ihtâr, uyarı ve tebliğ tamamen evladına gösterdiği muhabbet ve sevgiden ileri gelir. Ona zarar gelmemesi için çırpınır durur. İşte müslümanlar da birbirine zerre kadar zarar gelmemesi ve onun dünya ve ahiret hayatında mutlu ve mes’ut olması için birbirini uyarması gerekir. Bu mânânın dışındaki tavır ve davranışlar doğru olmaz.

Öyleyse her işte olduğu gibi dînî meselelerde de ölçü elbette ki kaçırılmış durumdadır. Hata ve yanlış kimden gelirse gelsin hata, güzellik ve doğru da kimden gelirse gelsin güzel ve doğru deme basîretini ve olgunluğunu göstermek gerekiyor.

Biz insancasına hak ve hukûkumuza hep birlikte birbirimize destek vererek yaşayabiliriz. Yeter ki birbirimizi anlamaya çalışalım ve farklılıklarımızı birbirimize empoze etmeyelim ve zorlamayalım. Tebliğ, ikâz ve ihtâr vazîfemize ise her daim hepimizin şiddetle ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.

Muhatabımız yazdıklarımızı okumuştu ancak yine çok problemli ve lüzûmsuz bir mesaj daha yazdı. Bu kadarını beklemiyordum. Çünkü mesafe aldığımızı düşünüyor ve giderek daha müsbet bir müzâkere beklerken aşağıdaki cümleler geldi:

“Senin dinin sana, benim dinim bana Muhammed’in ilk zamanlardaki stratejisi. Sonra güçlendikçe fütûrsuzlaşıyor Müslümanlar. Yahûdi’nin malı ve ırzı helaldir diye.”

Elbetteki çok büyük bir itham ve iftira söz konusu bu cümlelerde. Muhakkak bir şeyler yazmamız gerekiyor ve şöyle devam ettik:

-Kesinlikle İslâm dininin böyle bir anlayışı ve tatbikatı yok. Taassubu söylüyorsanız o insanların nefislerinin neticesidir. Dünyaya ve kültürlere hâkim olma sevdasıdır. Din insanların kılavuzudur. Düşünün en küçük bir elektronik bir eşyanın bile kullanma kılavuzu vardır. Niçin? Çünkü o aleti sağlam olarak hakîkî gâyesine uygun olarak zarar vermeden kullanmak için değil mi? Öyleyse insan gibi maddî ve mânevî bir kudret mucîzesinin temsilen söylüyorum bir kullanma kılavuzu olması zarûrî değil mi? Şimdi bu cihetten meselemizi değerlendirelim. Problem esâsında çok net. Bütün mesele ve sıkıntı insanın kullanma kılavuzuna göre hareket etmemesi ve kendi nefsî ve hevesî arzularına ve hırslarına göre yaşamaya kalkmasıdır. İnsanlık kendi ihtiraslarının cezasını ve problemini yaşıyor. Eğer insan başıboş bırakılsaydı bütün olup bitenlerin belki bir mânâsı olabilirdi. Ancak başıboş bırakılmamış ve onun eline maddî ve mânevî hayatını mutlu ve huzurlu geçirebileceği bir kitap ve kılavuz verilmiştir.

Ben çok önemli bir misal daha vermek istiyorum. Meselâ bir orkestra var. Bu orkestranın her bir elemanının önünde çalınan müziğin notaları var. Ancak her bir eleman farklı bir alet çalıyor. Şimdi bu orkestradan bozuk bir müzik çıksa ne düşünürüz? Demek ki orkestra elemanları önlerindeki notalara bakmak ve uymak yerine kafalarına göre çalıyorlar. Bunun neticesi de gürültü ve kaostur. Eğer her orkestra elemanı şeflerinin idaresinde ve önlerindeki notalara uygun hareket etse sonuç mükemmel bir ahenk ve müzik olmaz mı? Şimdi insanlık âlemindeki kaosların ve gürültülerin nedenini daha iyi anlayabiliriz.

Muhterem dostum, meselelere bir de bu açıdan bakabilir miyiz?

Bu dünya imtihân yeridir. Herkes zerre kadar iyiliğinden ve kötülüğünden hesaba çekilecektir. Ba’zen bakıyoruz ki bu dünyada zalim zulmü ile mazlum da mazlûmiyeti ile öbür âleme göçüyor. Zahiren büyük bir adaletsizlik ve haksızlık görünüyor. Demek ki mahkeme-i kübraya tehir ediliyor. Çünkü zalimin zulmü arşı titretiyor. Mazlumun ahı da arşa kadar çıkıyor. Öyleyse o mazlumun hakkı zalimden alınacaktır. Burada zalimin zulmü cezasız gibi görünse de cehennem o zalimi bekliyor. Mahkeme-i kübrada herkes hesabını verecektir.

Nasıl ki küçük suçlar küçük mahkemelerde görülür ve cezası verilir değil mi? Ancak büyük suçlar büyük mahkemelerde görülür ve cezası orada verilir sırrınca da zalimlerin zulümlerine bu dünya yetmiyor. Onun için burada verilecek cezalar o zulümlere yeterli olmuyor ki ahirete tehir ediliyor. Onun için yaşasın zalimler için cehennem dedik.

Yine yazdıklarımızdan bir yere takılan dostumuz şu cümleyi yazma gereği duydu:

-“Zalimlere cehennemi layık gören, kendi günahlarını hangi ateşte dağlayacak ki?”

Bu yazdığına da şu cevabı yazdık:

-Gelelim günahlar meselesine. Günah bir insanın Allah’ın emirlerine uymamasından kaynaklanır. Burada müthiş bir noktayı izah etmek gerekir. Meselâ bir insan bir günah işlese Rabbimiz o günahı hemen yazdırmaz. Belki kulum pişman olur ve tövbe eder ümidi ile hadislerin bildirmesine göre altı saat bekletilir. Bu arada yapılan tövbe ve ibâdetler bu günahı affettirebilir. İnanın bir müslümanın i’tikâtı ve inancı böyledir. Diyelim ki bu süre içersinde günah işleyen insan pişman olmadı ve tövbe etmedi. O zaman bu günah bir günah olarak amel defterine yazdırılır.

Ancak sevaplar böyle değildir. Yani bir sevap işleyen kişiye anında hem de bir iyiliğe bir sevap değil on sevap yazılır. Bu rabbimizin fazlı ve kullarına olan rahmeti ve şefkatidir. Hâlbuki günahı on yazmak ve sevabı bir yazmak zahiren daha makul ve adaletli iken Rabb-i rahimimiz böyle yapmaz.

Şimdi düşünelim ki bir sevap işleyen bir kişi bir iyiliğin karşılığı olan on sevapla on günahını sildirebilir. Onun içindir ki ayette “De ki: Ey günahta aşırı giderek nefislerine zulmetmiş olan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Muhakkak ki Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.” (Zümer Sûresi, 39:53) denilmiştir. Allah’ın rahmeti gazabını aşmıştır. Bu rahmetten zalimler ve kâfirler istifâde edemezler. Çünkü kâfir, küfrü ile bütün kâinatı tahkir eder ve inkâr eder. Böylece onlara hakaret eder ki o kâinattaki her bir mahlûka yaptığı cinayetin cezasını ve onların hukûkuna yaptığı hakareti cehennem cezası ile çekecektir. Çünkü zerreden kürelere kadar bütün mahlûkat o kâfirden ve zalimden hak dâvâ edecek ve o hakkı ödemek de ancak ebedî cehennem ile ancak karşılanır. Öyleyse zalim ve kâfirler titresin ve mahlûkatı başıboş olmakla ve onları sahipsiz ve tesadüfe havale etmekle yaptığı cinayet ve hakaretin cezasına hazır olsun.”

Tekrar ilginç bir itham ve düşünce ile karşı karşıya daha kalmış durumdaydım. Bu sefer muhatap dinin insanların çıkarımı olduğunu iddia ediyordu. Bir nevî iç dünyasındaki düşüncelerini cümlelerle ifşâ’ ediyordu ve şöyle diyordu:

“Soyut düşünüp somut örnekler veren insanlar binlerce senedir varlar. İnsan çıkarmasından oluşan dine, yine insanların ürettiği fikirlerle ve kurallarla açıklama getirmeye çalışmak cahillikten başka birşey değildir. Hiçbir din ilâhî değildir, fakat ilâhî olduğuna inanılır. Günümüze kadar oluşan tüm dinler (İslâmiyet de dâhil) insan ürünüdür. İnsan bilincinin olmadığı yerde din-tanrı hükümsüzdür. İnançların kanıtlanmaya ihtiyacı yoktur. Ya inanırsın ya inanmazsın o kadar. Ama size tavsiyem en az İslâmiyeti bildiğiniz kadar diğer dinleri de bilin. Bakın neler göreceksiniz? Öncelikle Yahudilikten başlamanızı tavsiye ederim. Oturduğunuz yerden internetten bulabileceğiniz çok bilgi var.”

Çok ilginç ve bir o kadar da problemli bir noktaya geldiğimizi anlamış durumdaydım. Olsun biz zaten gerekli tebliğ vazîfemizi yapmayacak mıydık? Öyleyse devam edip gerekli cevapları yazmalıydık. Biz de öyle yaptık ve devam ettik.

-Bakınız aziz dost, din bir imtihândır, bir tecrübedir; ervâh-ı âliyeyi ervâh-ı sâfileden tefrik eder.” Nasıl ki bir talebenin kabiliyetleri geliştirmek ve ilerlemesini sağlamak için okuduğu derslerden imtihân yapılır ve o imtihân neticesinde çalışanla çalışanla çalışmayan ayrılır. Aynen öyle de din bir imtihândır. Şöyle de düşünebiliriz: “Cenab-ı Hak, verdiği cüz-ü ihtiyarî ile ef’âl-i ihtiyariye âlemini kesbiyle teşkil etmeye insanı mükellef kıldığı gibi, ruh-u beşerde vedia olarak ekilen gayr-ı mütenahi tohumları sulamak ve neşvünemalandırmak için de beşeri teklifle mükellef kılmıştır. Eğer teklif olmasaydı, ruhlardaki o tohumlar neşvünema bulamazdı.

Evet, nev-i beşerin ahvâline dikkatle bakılırsa görülür ki, ruhun mânen terakkisini, vicdanın tekâmülünü, akıl ve fikrin inkişaf ve terakkisini telkih eden, yani aşılayan, şeriatlardır; vücût veren, tekliftir; hayat veren, Peygamberlerin gönderilmesidir; ilham eden, dinlerdir. Eğer bu noktalar olmasaydı, insan hayvan olarak kalacaktı ve insandaki bu kadar kemâlât-ı vicdaniye ve ahlâk-ı hasene tamamen yok olurlardı. Fakat insanların bir kısmı, arzu ve ihtiyarıyla teklifi kabûl etmiştir. Bu kısım, saadet-i şahsiyeyi elde ettiği gibi, nev’in saadetine de sebep olmuştur.

Amma insanların büyük bir kısmı, ihtiyarıyla küfrü kabûl ve tekâlif-i İlâhiyeyi reddetmişlerse de, teklifin bazı nevilerinden süzülen terbiyevî, ahlâkî vesaire güzel şeyleri aldıklarından, teklifin o nevilerini zımnen ve ıztıraren kabûl etmiş bulunurlar. İşte bu itibarla, kâfirin her sıfatı ve her hali kâfir değildir.( İşârâtü’l-İ’câz)”

“Yazdıklarınızı dikkatle okudum, saygılı üslûbunuzdan dolayı teşekkür ederim. Çok Arapça-Osmanlıca kelime var sizi tamamen anladığımı söyleyemem. Eğer daha Türkçe, İngilizce yâda kabardeyce (!?) yazarsanız anlamadığım yerleri de anlamış olurum. Ama bilmediğim bir şeyle karsılaşacağımı sanmıyorum.”

Enterasan değil mi? Muhatabımız bir anda her şeyi bilebileceğini söylerken bizim Risâle-i Nûrlardan yaptığımız alıntıyı ne hikmetse anlayamadı ve çözemedi! Her neyse biz de en azından uslûb meselesine de değinerek devam etmek istedik.

-Aziz dost, uslûb meselesini çok önemsiyorum. Hele ki medenî insanların uslûp noktasında numûne-i imtisâl (örnek) olması gereğini önceliyorum. Onun için de müsbet mânâda farklı fikirlerle konuşmak ve istifâde etmek noktasında devam etmeyi kendi açımdan faydalı buluyorum. Elbette ki bir hakîkate ve doğruya ulaşmak için farklı düşünceler olacak ve de olmalıdır. Zorlamak ve hakarete varan uslûplardan çekiniyor ve uygun da bulmuyorum. Bizler mâdem dîn konusunda farklı düşünüyoruz o zaman bu düşüncelerimizi medenice paylaşabilir ve konuşabiliriz. Evet, yukarıdaki yazdıklarımda osmanlıca kelimeler var. O metni anlaşılabilir seviyede tekrar yazalım inşâallah.

Allah, insana bir irâde-i cüz’iyye vermiştir. Yanî insan seçme, dileme ve meyletme hakkına sahiptir. Her insan kendi vicdanına ve kalbine baksa bu seçme ve serbest hareket edebilme özelliğini hisseder. Bu seçme ve meyletme insanın fiillerini seçmede serbest olduğunu gösterir. Yanî insan dahâ önce kendisine dayatılan fiilleri değil kemdi hür irâdesi ile seçtikleri ile mükelleftir. Bu mesele kadere de taalluk ettiği için şu an bu konuya girmeyelim. İşte böyle bir irâde-i cüz’iyeye sahip olan insanın rûhuna Allah emânet olarak sınırsız duygular ve kabiliyetler yerleştirilmiştir. İnsan bu kabiliyetlerini ve yeteneklerini inkâr edemez. Öyleyse bu kabiliyetler ve sınırsız duyguları insanın rûhuna kim derc etmiş ve yerleştirmiştir? Bu soru elbette ki cevaplanmalıdır. Yoksa o kabiliyetler yitik bir mal değil ve kimse de bir yerlerden satın almış ve kıymetsiz başıboş bulmuş değildir. İşte insanın rûhuna yerleştirilen bu sınırsız kabiliyet ve duyguların gelişip büyüyebilmesi ve ilerlemesi için insan teklif dediğimiz imtihânla mükellef kılınmıştır. Çünkü imtihân insanın seviyesini ve ilerlemesi için zarûrî bir vesîledir. İmtihân olmazsa talebenin kabiliyetleri inkişaf etmez ve insanda tohumlar hükmündeki bulunan kabiliyetler açılmaz ve ilerlemez.

Öyleyse insanın haline ve yaşayışına baktığımızda da bu sırrı görürüz. İnanan ile inanmayanın ve insanın rûhunun ilerlemesi ve terakkisi için vicdanının ve duyguların tekemmül ve mükemmelleşmesi ive insanın akıl ve düşüncelerinin açılması ve yükselmesi için onlara emirler ve kânunlar misüllü kurallar mecmuası olan şeriatlar olmalı ve o şeriatlarla imtihân vesîlesi olan teklif sunulmalıdır. Peygamberler ise o şeriatların ve imtihânın vasıtaları ve mübeliğleridir. Yani muallimleridir. Anlatan, yaşayan ve îzâh edenlerdir. İşte insanın rûhuna yerleştirilen sınırsız duygu ve kabiliyetlerin ilerleyip gelişmesi ve insanın maddî ve mânevî gelişimini sağlayan ve insana bunları ilhâm eden dindir.

Eğer şeriatlar, peygamberler ve dinler olmasaydı insan hayvan olarak kalacaktı ve insandaki bu kadar vicdanî mükemmellikler ve güzel ahlâk tamamen yok olacaktı. Bu ise insana hem bir zulüm hem de eziyet olurdu.

İşte bu noktada insanlar dinler ile kendilerine verilen potansiyel kabiliyetlerini inkişaf ve inbisât ettirmekte irâde-i cüz’iyyesi ile serbesttir. İnsanın sadece maddî cephesi var değil bir da mânevî cephesi vardır. İnsanın terakkisi ve ilerlemesi hem maddî hem de mânevî olarak iki cihettedir.

Bir talebenin okula gitmesi onun kabiliyetlerine hizmet ediyor. Kitaplar ve öğretmenler o talebe için büyük bir rahmettir. Her dersin bir programı vardır ve o program tamamen çocukların kabiliyetleri ve yeteneklerinin gelişimi için uzmanlarca hazırlanmıştır.

Şimdi şöyle düşünebilir miyiz? Okulu çocuk yaptı ve hazırladı, kitapları ve öğretmenleri de çocuk düşündü ve hazır etti. Hatta en önemlisi çocuk kendi kabiliyetlerini biliyordu ve ona göre derslerin de programını kendisi yaptı. Bunları sanırım aklı başında olan bir çocuk dahi kabûl etmez ve gülüp geçer.

Çocuklara sorsak ki okulu düşünen ve yaptıran kimdir? Öğretmenleri gönderen ve kitapları sizin seviyenize göre hazırlayan, hatta o kitapların programlarını düzenleyen kimdir dediğimizde o çocuk dahi çocuk aklıyla bu sorulara daha makûl cevaplar verecektir.

Öyleyse insan yaratılmıştır ve mükemmel olarak hazırlanan bir vücût ve kabiliyetlerle yine önceden onun bütün ihtiyaçlarına cevap verebilecek şekilde yaratılmış bir âleme gönderilmiştir. Bu insanın maddî ve mânevî bütün ihtiyaçları düşünülmüş ve onun ilerlemesi ve manen de gelişmesi ve yükselmesi için din ile imtihâna tabi tutulmuştur.

Onun için “ Din hayatın hayatı, hem nûru, hem esâsı. İhyâ-yı dinle olur şu milletin ihyâsı.”

Aziz dostumuz ” Hiçbir din ilâhî değildir, fakat ilâhî olduğuna inanılır. Günümüze kadar oluşan tüm dinler (İslâmiyet de dâhil) insan ürünüdür.” demiş. Bu bir düşüncedir. Elbette ki bizler böyle düşünmüyoruz. Beşerî dinler de vardır, ancak bizim üzerinde durduğumuz ilâhi dinlerdir. Yukarıda akla yaklaştırmak için misaller vermeye çalıştık. Bir öğrencinin kendi derslerinin programlarını ve imtihân sorularını kendisinin hazırlaması mümkün değildir. Çünkü konumu gereği o durumda değildir. Çünkü talebedir ve kabiliyetlerinin açılması ve yükselmesi için imtihâna tabi tutulmaya mecburdur. O imtihânı da konumu faklı olan birisi ona uygulayacaktır. Öğrencinin çalışıp başarılı olması ve kabiliyetlerinin yükselmesi ise kendi tercihi ve seçimidir. Ancak imtihânı ve soruları hazırlayan başkasıdır. O imtihân öğrencinin faydasınadır. Çünkü onu yüksek ilim seviyelerine çıkaracaktır.

Öyleyse din de bir imtihândır. Akla kapı açar ihtiyarı elden almaz. Bu noktada insanın konumu ve mahiyeti üzerine de yazmak gerekir. İnsan kendi kabiliyetlerinin açılması ve yükselmesi için kendisine sonsuz isti’dadlar ve yetenekler veren yüce yaratıcı tarafından imtihân edilmektedir. Bu imtihân din ile olmaktadır. Öyleyse o dini insan kendisi hazırlayamaz, eğer hazırlar ise o din, din olmaz ve onun kabiliyetlerini inkişaf ettirmez. Çünkü din insanın yaratıcısı tarafından kendisine tevcih edilen isti’dadları düşünülerek teklif edilmelidir. O isti’dadları insan kendisi dahi bilmiyor. İnsan kâinatta aciz ve fakir bir mahlûktur. Konumu böyledir. Her şeyden etkilenen ve nihayetsiz ihtiyaçları ve düşmanları olan nazik, nazdar ve aciz bir kuldur. İnsanın konumunu ve mâhiyetini de konuşabiliriz ve konuşmalıyız. Çünkü insan mükemmel bir mucîze-i kudrettir. Bu mükemmel insanın fıtratına da nihayetsiz kabiliyetler derc edilmiştir. O kabiliyetlerin en yüksek seviyesine çıkması için de insanın halıkı tarafından imtihâna tabi tutulması zarûrîdir. Yoksa çok abes bir durum olur.

Öyleyse “Din bir imtihândır. Teklif-i İlâhî bir tecrübedir. Tâ, ervâh-ı âliye ile ervâh-ı sâfile, müsabaka meydanında birbirinden ayrılsın. Nasıl ki bir madene ateş veriliyor, tâ elmasla kömür, altınla toprak birbirinden ayrılsın. Öyle de, bu dâr-ı imtihânda olan teklifât-ı İlâhiye(din) bir iptilâdır ve bir müsabakaya sevktir ki, istidad-ı beşer madeninde olan cevâhir-i âliye ile mevadd-ı süfliye birbirinden tefrik edilsin.

Madem Kur’ân, bu dâr-ı imtihânda, bir tecrübe sûretinde, bir müsabaka meydanında, beşerin tekemmülü için nâzil olmuştur. Elbette şu dünyevî ve herkese görünecek umur-u gaybiye-i istikbaliyeye yalnız işaret edecek ve hüccetini ispat edecek derecede akla kapı açacak. Eğer sarahaten zikretse, sırr-ı teklif bozulur. Adeta gökyüzündeki yıldızlarla vâzıhan Lâ ilâhe illâllah yazmak misilli bir bedâhete girecek. O zaman herkes ister istemez tasdik edecek. Müsabaka olmaz, imtihân fevt olur. Kömür gibi bir rûhla elmas gibi bir rûh beraber kalacaklar.( Yirminci Söz)”

Şunu merak ettim. Madem her şey insan aklının ürünü o vakit o aklı insan nereden aldı ve nasıl düşündü?

Madem her şey insan aklına münhasır o vakit insan şu ölüme niçin çare bulamıyor?

Din aklı olana mükellefiyet getiriyor değil mi? Aklı olmayan o mükellefiyetten mes’ul değil.

Hem o bahsedilen akıl nasıl akıl ki her şey onun ürünü oluyor. O akıl daha kâinattaki belki de milyonlarca sırrı çözememiş ve daha kendi vücûdundaki sırları ve mucîzeleri anlayamamış ve devamlı anlamaya ve bulmaya çalışıyor. Eğer sizin dediğiniz gibi her şey(Bu her şeyin içine bütün kâinat girmelidir çünkü sizin düşüncenize göre her şey insan aklının ürünü ve dini de o akıl düşünmüş ve koymuş.) insan aklının ürünü ise bu akıl madem her şeyi düşündü, planladı ve meydana getirdi ise o zaman bilemeyen bir şey düşünemez ve yapamaz. O halde o akıl her şeyi bilmesi gerekmez mi? O zaman her şey insan aklının ürünü ise o akıl niye asırlarca kâinattaki sırları ve bilinmeyenleri araştırmaya ve öğrenmeye çalışıyor. Hâlbuki her şey aklın ürünü ise, o ürün bir neticedir. O netice biliniyor ki netice olarak var edilmiş olmalı. Burada bir tezat var. Her şey ve her ürün zerreden kürelere kadar aklın ürünü ise o akıl niçin düşünmeye ve bilmeye çalışıyor?

Şimdi vesselam diyorum muhterem dostum. İnşâallah farklı konularda ve müzâkerelerde tekrar görüşmek dileğiyle… Hoşcakalınız.

Son yazdıklarımız muhatabımızın âleminde nasıl etkiler bıraktı bilemiyoruz. Ancak bizim için rahat-ı kalb ile münâzaramız artık bitebilirdi ve öyle oldu. İşte gelen son cevap cümlesi:

– “Saygılar sunuyorum. Katılmadığım noktalar olduğu gibi istifâde ettiğim bir münâzara oldu. Farklı konularda, dahâ başka dünyevî paylaşımlarda buluşmak dileğiyle hoçcakalınız.”

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir