Bediüzzaman İstanbula’da ne kadar kaldı?

Bediüzzaman İstanbula’da ne kadar kaldı?

Bediüzzaman’ın İstanbul’dan Şark’a dönüş için ayrıldığı târîhin, hangi ayda olduğu ve Bediüzzaman’ın Divan-ı Harp Mahkemesi’nde beraatinden sonra İstanbul’da ne kadar zaman kaldığı kesin belli olmamakla beraber, onun hayatıyla ilgili yazılan bütün tarihçeler, 31 Mart Hâdisesi sebebiyle Divân-ı Harb’den beraatinden sonra, İstanbul’da fazla durmadığını kaydederler. Ancak daha sonra İnebolulu merhûm Ahmed Nazif Çelebi’nin 1939’da kaleme aldığı bir yazısında, Bediüzzaman’ın 1326 Rumi (1910) yılında İnebolu’ya uğrayarak geçtiğini kaydeder. Eğer bu seyâhat 1326 senesinin hemen başında gerçekleşmişse, Milâdî Mart ayı başlarında olmuş olabilir. 31 Mart Hâdisesi Milâdî 13 Nisan 1909’da olduğuna göre, İsyan Hareketi’nin on bir günlük devamı buna eklense, 24 Nisan 1909 olur. Bundan sonra Divân-ı Harb Mahkemesi’nin kurulması, i’dam ve tenkillere(cezalandırmalara) başlaması, Rumî Mayıs’ın başlarında, Milâdînin ortalarında olmakla, Bediüzzaman Hazretleri’nin bir aya yakın hapis müddeti ve Divân-ı Harb’teki duruşma ve müdâfa’aları dâhil hepsi 23-24 Mayıs 1909’da neticelenmiştir. Buna göre, mahkemeden beraat ettikten sonra İstanbul’da on ay kadar daha kalmış olduğu ortaya çıkmış olur. Bediüzzaman’ın hayatını yazan eski ve yeni talebeleri onun İstanbul’dan bu ayrılış târihini, ayını ve gününü yazmadıkları için, ister istemez İnebolulu merhûm Ahmed Nazif Çelebi’nin yazdığına istinâd ettirerek, Bediüzzaman’ın 1910 yılı Mart ayının ilk günlerinde İstanbul’dan ayrıldığını söyleyebiliriz.

Bediüzzaman İstanbul’da iki sene beş ay kadar kalır

Yukarıda da bahsettiğimiz üzere Bediüzzaman Hazretleri’nin İstanbul’da ne kadar kaldığı kesin olarak bilinemiyor. Yaklaşık ve tahmini hesaba göre, Bediüzzaman Hazretleri’nin İstanbul’a ilk gelişi olan 1907’nin sonu ve ayrılışı olan 1910’un Mart başı arasındaki zaman dikkate alınırsa, iki sene beş ay kadar bir zaman olduğu ortaya çıkar. “Risâle-i Nur’un tercümanı, müellif ve sahibi olan zât, 1324[1908-1909] ve 25 Rumi [1909-1910] senelerinde İstanbul’da iştiharla Bediüzzaman nâmı ve lâkabıyla matbûatın sitayişle neşriyâtından mütehassis olarak, o zaman on yedi yaşında bulunduğum ve çok câhil ve çocukluk devresinde iken, bu mübarek isim kalbimde yer tutmuş ve bu lâkabı, muhabbet hürmeti için olacak ki; 1326 [1910] senesinde Hazret-i Üstâd’ın, Bediüzzaman Said-i Kürdî lâkabı altında Karadeniz seyâhatinde iki hizmetkârı ile İnebolu’yu ziyaret ederek…”[1] Görüldüğü üzere Ahmed Nazif Çelebi’nin mektupta da ifade ettiği üzere Bediüzzaman Hazretleri 1907’de İstanbul’a gelmiş ve 1910’da da ayrılmıştır.

Bahar’dan güze bir rıhlet-i sayfiye

Bediüzzaman Hazretleri’nin hayatında iki rıhlet hadisesi çok önemli bir yer teşkil eder. Burada bahsedilen iki göç ve seyâhatin birincisi İstanbul’dan Şark vilayetlerine yapılan rıhlet-i sayfiyedir. Bu seyâhat sonrası Münâzarât eseri vücuda gelir.Bir diğer göç ve seyâhati de rıhlet-i şitaiyedir. Bu seyâhat sonrası da Hutbe-i Şamiye eseri vücuda gelmiştir. Bu seyâhatlerle ilgili matbû’ Münâzarât eserinin baş tarafında teşbihli ve kinâyeli olan şöyle bir ibâre vardır: “Vakta Meşrûtiyetin ikinci yaşında, İstanbul, temsil ettiği asırdan, târihvâri bir nazarla göçüp, Kurûn-ı Vustâ’ya karşı aşağıya inmekle; Âşâir-i Ekrâd’ın(Kürd aşiretlerinin) içinde cevelan ile bahardan güze bir rıhlet-i sayfiye(yaz göçü ve yolculuğu), güzden bahara Bilâd-ı Arabiye’den bir rıhlet-i şitâiye(kış göçü ve yolculuğu) ettim. Dağ ve sahrayı bir medrese ederek meşrutiyeti ders verdim.[2] Bu teşbihli ibarede Meşrûtiyet’in ikinci yaşında İstanbul’dan ayrıldığını, o ise 1910 tarihi olduğunu te’yid eder.

Bediüzzaman İstanbul’u terk etmeye hazırlanıyor

Bediüzzaman Hazretleri İstanbul’a çok büyük ümid ve hedefler için gelmişti. En büyük gaye-i hayâllerinden birisi olan din ve fen ilimlerinin birlikte okutulacağı Medresetü’z-Zehra projesinin hayata geçirilmesiydi. Bu okulların öncelikle Van, Bitlis ve Diyarbekir’de tesis edilmesi, sonrasında da Osmanlı Devleti’nin bütün mahallerinde inşa edilerek hem Osmanlı’nın, hem de âlem-i İslâm’ın kurtuluş reçetesini bizzat Sultan Abdülhamid’e iletmekti. İstanbul’a gelir gelmez bu teşebbüsüne başlamasına rağmen netice alamamış hatta tımarhane ve hapishaneye kadar sürüklenmişti. Bediüzzaman’ın bu hayat serüvenini kendisinden okuyalım: “Bitlis vilayetinin Nurs köyünde doğan ben; talebe hayatımda rast gelen bütün âlimlerle mücadele eder, ilmî münakaşalarla karşıma çıkanları inayet-i İlahiyye ile mağlub ede ede İstanbul’a kadar geldim. İstanbul’da bu afetli şöhret içinde mücadele ederken nihayet rakiplerimin ifsadatıyla, Sultan Abdulhamid’in emriyle tımarhaneye kadar sürüklendim. Hürriyet ilanıyla ve Otuzbir Mart Vakıası’ndaki hizmetlerime İttihad-Terakki hükümetinin nazar-ı dikkatini celbettim. Cami-ül-Ezher gibi Medresetü’z- Zehra namında bir İslâm Üniversitesinin Van’da açılması teklifi ile karşılaştım. Hatta temelini attım.”[3] Böylece Bediüzzaman “İstanbul’dan Vedâname” isimli yazısında da belirttiği gibi, İstanbul’da insanların ikiyüzlülükleri ve gazetelerin gerçek dışı beyanlarının kendisini rahatsız ettiğini yazar. Medeniyet ve uygarlık adı altında dindeki lakaytlıkların, böyle bir ortamda kendisini dayanamaz hâle getirdiğini belirtir. İstanbul’da bulamadığı gerçek hürriyet ile düşünce özgürlüğünü, doğup büyüdüğü topraklarda yaşamak için Van’a döneceğini ifade etmiştir.

Abdülbâkî Çimiç

[email protected]


[1] Kastamonu Lahikası,2013, s. 70

[2] Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat), 2013, s.206

[3] Şualar, 23013, s.782

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir