Bedîüzzamân’ın Rumeli seyahati

Bediüzzaman, 1911 yılı baharında, Mart ortalarından Mayıs ayına kadar bir tarihte, Şam’dan hareket ederek Beyrut, Kıbrıs(Larnaka), İzmir üzerinden deniz yolu ile İstanbul’a gelir. Aynı yılın Haziran ayında gerçekleştirilen Sultan Reşad’ın Rumeli seyahatine Şark Vilayetlerini temsilen iştirak eder. Bediüzzaman’ın bu seyahate katılmasını, Enver ve Niyazi Bey gibi dostları ister. Kendisi de onların hatırını kırmayarak bu kafileye dahil olur. Muhtelif durakları olan bu uzunca seyr-û seyahat üç haftadan fazla sürer. Sultan Reşad ile birlikte Rumeli seyahatine çıkan seçkin ve kalabalık bir Osmanlı heyeti, 5 Haziran 1911’de Dolmabahçe Rıhtımı’ndan hareket eder. 7 Haziran 1911 Çarşamba günü de Selânik limanına ulaşır. İstanbul’dan Selânik’e kadar Barbaros Zırhlısı’yla gelen Osmanlı heyeti, buradan Üsküp’e olan seyahatini ise trenle gerçekleştirir. Seyahatin önemli bir sebebi ise, Üsküp’te büyük bir İslâm Üniversitesi’ni vücûda getirmektir. Bu üniversitenin temeli atılır; ancak, peş peşe çıkan savaşlar ve ardından yaşanan mağlûbiyetler sebebiyle devamı gelmez, proje akîm kalır. Rumeli Seyahati’ne iştirak eden heyetin içinde, birçok devlet ve hükûmet erkânı ile birlikte, Bediüzzaman Hazretleri de vardır. Kendileri, Sultan Reşad’ın bu seyahatine Şark Vilâyetleri’ni temsilen katılır. Selânik’ten sonra trenle Üsküp’e giden padişah ve beraberindekiler, burada da büyük bir törenle karşılanır. Priştine’de Medresenin temelini atan Sultan Reşad, daha sonra Kosova Sahrası’na giderek buradaki “Meşhed-i Hüdavendigâr” diye tâbir edilen ceddi Sultan Murad-ı Hüdavendigâr’ın makamını ziyaret eder. Kosova ziyareti, yine Cuma gününe tevafuk eder. Kaynakların bildirdiğine göre, burada en az yüz bin kişiyle Cuma namazı kılınır. O günleri yaşayan Osmanlı tarihçisi İsmail Hami Danişmend’in aktardığı bilgilere göre, Selânik, Üsküp, Priştine ve Kosova Sahrâsı’nı içine alan bu seyahat, toplam 22 gün sürmüştür. Bediüzzaman muhtelif mektuplarda bu tarihî seyahata atıflarda bulunur, Emirdağ Lahikası’nda şunları ifade eder: “İttihatçılar zamanında Sultan Reşad’ın Rumeli’ye seyahati münasebetiyle Kosova’ya gittim. O vakit Kosova’da büyük bir İslâmî Dârülfünun tesisine teşebbüs edilmişti. Ben orada hem İttihatçılara, hem Sultan Reşad’a dedim ki: ‘Şark, böyle bir darülfünuna daha ziyade muhtaç ve âlem-i İslâmın merkezi hükmündedir.’ O vakit bana vaad ettiler. Sonra Balkan Harbi çıktı. O medrese yeri (Kosova) istilâ edildi. Ben de Van’a gittim. Ve bin lira ile Van gölü kenarında Artemit’te temelini attıktan sonra Harb-i Umûmî çıktı. Tekrar geri kaldı.”[1] Bediüzzaman’ın Hutbe-i Şâmiye isimli eserinin ortalarında bahsini ettiği “iki mütefennin muallim” ile olan muhaveresi de, işte bu tarihte ve trenle (şimendiferle) yapılan Rumeli seyahati esnasında vuku’ bulmuştur.

Bediüzzaman Trabzon ve Erzurum heyeti arasında ve oturanlar arasında.

(Servet-i Fünun, No:104, s.125, 9 Haziran 1327;Resimli Kitap, Sayı:30)

Medresetü”z-Zehra projesi

Bediüzzaman, düşüncelerini ancak merkez-i hilafette yapacağı temaslarla yürütebilirdi. Zaten bu ikinci İstanbul seyahatini bunun için planlamıştı. Bir yılı aşkın Şark ve Şam seyahatleri neticesinde tekrar merkez-i hilafet olan İstanbul’a dönmüştü.  Medresetü”z-Zehra” adını verdiği “Şark Üniversite’sinin” projesini gerçekleştirmek için yeni çalışmalar yapacak, bütün şartları ve imkânları zorlayacaktı. 1911 Haziran’ıydı ve Sultan Mehmed Reşad, Rumeli’ye bir seyahat planlamıştı. Padişah bu seyahate seçme bir heyetle gitmek istiyordu.  Dostlarının talebi üzerine Bediüzzaman da heyete dâhil edilmişti. Böylece Bediüzzaman Sultan Mehmed Reşad’la birlikte Rumeli seyahatine katıldı. Bilhassa Üsküp’te devrin tanınmış âlimleriyle tanıştı ve sohbetler etti. Padişah, maiyetiyle birlikte meşhur Kosova sahrasını da ziyaret etti. Kosova sahrası, tarihimize iki büyük zafer armağan etmişti, ama müstesna padişahlardan Murad Hüdavendigâr’a mezar olmuştu. Şimdi Hüdavendigâr’ın torunu Sultan Mehmet Reşad, yüz bin kişilik cemaat-ı kübra ile şanlı dedesinin makamı türbesi önünde cuma namazı kılıyordu. Her şey beş yüz sene öncesine dönmüş gibiydi. Sadece maddî mülâhazalarla padişahı bu seyahate teşvik etmiş bazı İttihatçıların bile göz pınarları taşmıştı. Mânevî hava Bediüzzaman’ın beklediği kıvamdaydı. Namazdan sonraki sohbette söz “Kosova’da bir üniversite açılmasının zaruretine gelip dayanınca, Bediüzzaman da gaye-i hayalini açtı: “Şark, böyle bir darülfünuna daha ziyade muhtaçtır; çünkü orası, bütün İslâm âleminin merkezi hükmündedir.”[2] Bediüzzaman Medresetü”z-Zehra gerekçelerini bir bir saydı. Bu konuşmanın neticesinde dinleyenler ikna olmuştu. Fakat sıra tahsisata gelince durum değişti. Tahsisat, Medresetü”z-Zehra’ya değil, Kosova Üniversitesi’ne çıktı. Tecelliye bakınız ki, az sonra Balkan Savaşı başladı ve Kosova düşman İstilâsına uğradı. Bunun üzerine Bediüzzaman, padişaha müracaat edecek ve Kosova Üniversitesi için ayrılan on dokuz bin altının “Medresetü”z-Zehra”ya tahsisini isteyecek, nihayet bunda muvaffak olacaktı. Bir süre sonra itminan-ı kalb ile Van’a döndü, Van Gülü kenarındaki Edremit(Artemit) semtinde, yıllardır hayalini kurduğu Medresetü”z-Zehra’nın temelini attı, rüyalarının bir bölümü böylece gerçekleşme yoluna girmişti. Lâkin heyhat! Birinci Harb-i Umûmî çıkmıştı, büyük badire, nice güzel tasavvurla birlikte “Medresetü”z-Zehra” tasavvurunu da akîm bıraktı. Bediüzzaman da bu noktaya “Ben de Van’a gittim. Ve bin lira ile Van gölü kenarında Artemit’te temelini attıktan sonra Harb-i Umûmî çıktı. Tekrar geri kaldı.”[3] diyerek bu neticeye işaret ediyordu.

Bediüzzaman’ın Üsküp, Kosova seyahati ve iki muallim ile mübahasesi

Bediüzzaman’ın da içinde bulunduğu hususi tren(Resimli Kitap, Sayı:30)

Bediüzzaman’ın Üsküp seyahati

Bediüzzaman, Şarkî Anadolu’da Medresetü’z-Zehra namıyla vücûda getirmek istediği dârülfünûnun küşadı için çalışmak üzere Şam’dan İstanbul’a gelir. Sultan Reşad’ın Rumeli’ye seyahati münasebetiyle Vilâyât-ı Şarkiye namına refakat eder. Yolda, şimendiferde iki mektep muallimi ile aralarında bir bahis açılır. Hadise şöyle gelişmiştir. Sultan Reşâd’ın kafilesi Selânik’te iki üç gün incelemelerini yaptıktan sonra, trenle Kosova’ya hareket ederler. 11 Haziran günü Kosova’nın vilâyet merkezi olan Üsküp’e trenle varılmıştır. Trenle yapılan bu yolculuk esnasında, Bediüzzaman’la iki genç muallim/öğretmen arasında bir mübahase cereyan etmiştir. Bunlardan birisi, yeni açılan ve modem eğitim veren mekteplerden birisinde görev yapmaktaydı. Yolculuk boyunca, Bediüzzaman ile bu iki muallim arasında günün problemleri ile ilgili sohbet başlar. Modem bir okulda görev yapan mezkûr öğretmenin yönelttiği “Hamiyet-i Diniye mi, yoksa Hamiyet-i Milliye mi?” hangisine daha çok önem verilip, ona çalışmak gerekliliği hakkında sualine; Bediüzzaman Hazretleri uzun, ilmî ve mantıkî burhanlarla; dinî hamiyet olmaksızın, milli hamiyetin hiç bir değerinin olamayacağını, hem İslâm milletinde dinî hamiyet ile millî hamiyetin ikisinin müttehid ve mümtezic olduğunu ispatlayarak, muhataplarını irşâd eder. Din hamiyetiyle millî hamiyet arasında ancak sureten bir ayrılık görüldüğünü, hem millî hamiyetin dinî hamiyete bir alet, bir zırh, bir kal’a şeklinde tasavvur edilmesinin zarûrî olduğunu anlatır. Bediüzzaman’ın verdiği cevap özetle şöyledir: “Biz Müslümanlar, indimizde ve yanımızda din ve milliyet bizzat müttehitir. İtibâri, zâhiri, ârızi bir ayrılık var. … Hamiyet-i diniye ve İslâmiyet milliyeti, Türk ve Arap içinde tamamıyla mezc olmuş ve kabil-i tefrik olamaz bir hâle gelmiş.[4] Bediüzzaman, daha sonra Müslümanların altı yaşındaki bir çocuk; Avrupalıların ve imanlı olmayan insanların Yunanlı Herkül ve İranlı Rüstem olarak temsil edildiği müşahhas bir misal ile, Allah’ın varlığı ve birliğine olan inancın nasıl mağlup olmaz bir güç ve kuvvet olduğunu bindikleri tren misaliyle anlatır ve gösterir.  Bediüzzaman, İstanbul’a dönüşünden sonra tren yolculuğundaki bu mübaheseyi bilâhare Rumeli seyâhatinden sonra bir Risâle şeklinde, evvela Arapça, sonra Türkçe olarak te’lif eder, ismini de Teşhis’ül-İllet koyar. Bu küçük Risâle aslında ehli yanında çok kıymetli, çok mühim ve ismi gibi büyük ve teşhisi yapılmamış sosyal müthiş bir hastalığın tedavisinin reçetesi mesabesindedir.

Üsküp’te Bediüzzaman’ı gören şahitler

Bir ziyaret esnasında Bediüzzaman’ı gören Üsküp’ün yaşlı bir sâkini, onu şöyle tarif etmiştir: “Bediüzzaman’ın ayağında çizme vardı. Bıyıkları kısa, gözleri parlak idi. Buğday tenli, yakışıklı, heybetli bir genç idi. Elinde altın savatlı, Çerkez yapısı kamçısı, belinde fildişi saplı hançeri vardı. Kısa zamanda Üsküp’te “Bediüzzaman Molla Said Efendi” diye tanınmıştı. Üsküp âlimleri grup grup ziyaretine gelerek sualler soruyorlardı. Üsküp’te daha sonra zelzeleden yıkılan idadiyenin balkonundan Sultan Reşad halkı selâmlarken, hemen yanında Bediüzzaman da vardı. Binlerce Üsküplü onlara büyük tezahürat yapmıştı.”[5]

Aslen Üsküplü olup İstanbul’a hicret etmiş, İstanbul eski Yüksek İslâm Enstitüsü öğretim üyelerinden Bekir Sadak ile aynı memleketten Saraç Kemâl Vardarlı, o günleri görmüş yaşlı Üsküplülerden duyup işittiklerini şöyle anlatırlar: “Sultan Reşâd Üsküp’ün i’dadiyesi balkonundan halkı selâmlarken, Bediuzzaman Hazretleri de onun hemen yanı başında duruyordu. Ayağında çizme, belinde kuşak, elinde gümüş saplı bir kamçı, beline asılı fildişi saplı bir kama, başında siyah puşusu, parlak şehla göz ve buğday tenli yakışıklı bir genç idi, Üsküp’te hemen ‘Bediüzzaman Molla Sa’id Efendi” diye tanındı. Üsküp hocaları grup grup ziyaretine gelerek sual soruyorlardı.[6] Üsküp’ün meşhûr âlimlerinden Hafiz Bekir Sadak’ın babası Hafız Mahmud Efendi ve onun hocası ve diğer ulemâ birlikte Bediüzzaman’ı ziyaret etmişlerdir.

Bediüzzaman Kosova’da…

Sultan Mehmed Reşad, beraberindekilerle birlikte 16 Haziran 1911’de Priştine üzerinden Kosova’ya geçer. 1389 tarihinde şehit olan Sultan Murad Hüdâvendigâr’ın şehitliğine gidilir. O gün cuma günüdür. Yüz bini aşkın bir kalabalık bulunur. Kafile, burada kılınan cuma namazından sonra Üsküp üzerinden Selanik’e döner. Rumeli seyahatine çıkan Sultan Reşad, beraberindekilerle birlikte Selanik’te yine Barbaros Zırhlısı ile İstanbul’a yola koyulur. Çanakkale Boğazı’ndan geçerken top atışları yapılır. Üç hafta süren bu yolculuk, 26 Haziran 1911’de İstanbul’da noktalanır. Sultan Reşad’ın İstanbul’a gelişi, büyük bir kalabalık tarafından coşkuyla karşılanmıştır.

Bediüzzaman Rumeli seyahatinden İstanbul’a dönüyor

Jandarma Subayı Nazmi Ören’in Aralık 1952 yılında Dünya Gazetesi’ndeki yazısı Bediüzzaman’ın hem Rumeli seyahati, hem de şahsı ile ilgili özellikleri göstermesi açısından değerlendirilebilir. Esasında Bediüzzaman’a muhabbet duymayan, hatta muhalif fikirler taşıyan Jandarma Subayı Nazmi Ören’in bu yazısından bölümler nakledelim. Nazmi Ören ne kadar muhalif fikirli olursa olsun, Bediüzzaman hakkında hoş olmayan ifadeler kullanmış da olsa, Bediüzzaman’ın kıymetli vasıflarını da itiraf etmekten kendisini alamamıştır. Rumeli gezisine katılan ve Erzurum heyeti içinde yer alan Nazmi Ören, Aralık 1952’de Dünya Gazetesi’nde yayımladığı anılarında Bediüzzaman’ın Kosova seyahati sırasındaki yazdıklarını takip edelim:

 “Size hatıralarımın başında Gümüşhane’den Meşhed-i mübarek adına bir parça gönderiyorum. Bu yazıda hala sahnede dolaşan Bediüzzaman dedikleri Said’in eski bir parçasını bulacaksınız… O (Molla Said) Erzurum heyetine İstanbul’da katılmıştı… O, otuz beş yaşında görünür kırk beşlik bir adamdı. Başında beyaz uzun bir külahı vardı. Külahın alt kısmına sardığı siyah ipek postunun kısa saçakları yüzüne sarkıyordu. Siirt veya Van el tezgâhlarında o havaliye mahsus bir nevi keçi kılından dokunan alacalı bulacalı kumaşlardan pike elbisesi vardı. Her parçasına iki bacak girebilecek genişlikte olan fakat kırmızı uçkurluğu açıkta bulunan bir şalvar giyinmiş kol ağızları yırtmaçlı, göğsü açık, kırmızı işleğinin üstüne yine kareli ve renkli şalvarının kumaşından kolsuz bir cepken geçirmişti. Ayaklarında çizmeler vardı. Şalvar paçalarının uçlarına çizmelerin içine sokulmuş artanı çizmelerin üstüne dökülmüştü. Bıyıkları kısa, gözleri parlak, boyu külahlı olduğu zaman çok uzun, külahsız bulunduğu zaman orta idi. Beyaz tenli, yakışıklı, heybetli bir gençti. Elinde altın savatlı, Çerkez yapması kamçısını hiç düşürmezdi. Daima Kürdçe konuşmak isterdi. Türkçe de konuşabilirdi… Türkçe okuyup yazdığını hiç görmedim. Geniş yapraklı Arapça risaleler okuduğunu gördüm. Gerçi İstanbul’da Kürd elbisesi vardı. Fakat böyle gösterişlisi, böyle mübalağalısı yoktu… Muhatabının en küçük alakasını kaçırmaz, hemen pek az medrese gördüğünü adeta ümmî olduğu halde zamanın en büyük âlimleri ile akaidde, fıkıhta, hadisde, kelam ve mantıkta imtihana girebileceğini ve dünya yuvarlak olup mustakâr olan güneşin etrafında döndüğünü ve bu kâinât hadisesini ayetle, hadisle ispat eylemek gibi yepyeni ve adetâ Allah vergisi bir mevkide bulunduğunu uzun uzadıya anlatır, asıl tuhafı saf bir takım zavallıları aldatmaz, onların hayranlığını çekmeğe de muvaffak olurdu… Selanik’te kaldığımız müddetçe bir mektep dershânesinde hazırlanan karyolalarda yatıp kalkardık. Bir gün sabah vakti beni uyandırdı. Veda için geldim dedi.”[7]

Netice olarak ‘Zaman İçinde Bediüzzaman’ kitabında bu mesele ile ilgili şöyle bir değerlendirme yapılır: “Nazmi Ören’in yazdıklarının olayın hakkaniyetiyle uyumsuzluğu ortadadır. Bediüzzaman’ın gezi boyunca birileriyle tartışmış olması mümkündür. Ancak çizilen zavallı adam tipi yersiz ve kasıtlı görünmektedir. Heyetlerin oluşumu dikkate alındığında Erzurum heyetinin Kürtleri de temsil ettiği söylenebilir. Bediüzzaman’ın bu geziye katılımı, katıldığı bölge açısından temsil kabiliyetinin olduğunu göstermektedir. Ki Bediüzzaman uzun yaşamı boyunca böylesi bir temsil kabiliyetine sahip olduğunu göstermiştir.”[8]

Bediüzzaman İstanbul’a dönüyor

Bediüzzaman’ın Rumeli seyahatinden sonraki İstanbul hayatı on dört ay kadar sürmüştür. Bu süre, Temmuz 1911 ile Ekim 1912 arasını kapsar. Bu dönemde daha önce yazdığı “Kızıl İ’caz” adlı Arapça mantık kitabı ile “Nutuk” adlı eseri, İçtihat Kütüphanesi sahibi Ahmet Ramiz tarafından yayımlanır. “Hutbe-i Şamiye” ve “Münâzarat” adlı eserleri de bu dönemde baskıya verilir. İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnâmesi’nin ikinci baskısı da bu zamanda yapılır. Bediüzzaman, bu dönemde dokuz adet kitabın baskı işi ile ilgilenir.[9]

Sultan Reşad’ın Rumeli seyahatinden sonra 8 Ekim 1912’de Balkan Savaşı ortaya çıkar. 3 Aralık 1912’de ateşkes anlaşmasıyla Kosova kaybedilir. Yunanistan, Karadağ, Sırbistan ve Bulgaristan’ın ortak saldırısı ile Osmanlı Devleti sarsılır, 1912 yılında Osmanlı Devleti büyük bir sıkıntı içine düşer. Beş asırdan fazla Osmanlı’nın himayesinde olan Balkanlardaki Müslümanlar, Anadolu topraklarına göç etmek zorunda kalır.[10]

Kosova’nın kaybedilmesiyle Üsküp’te kurulmasına karar verilen üniversitenin yapım işi de durdurulur. Bunun üzerine Bediüzzaman, Sultan Reşad’a yakın olan İttihatçılara İslâm dünyasının merkezi olan Doğu Anadolu’nun böyle bir üniversiteye daha fazla ihtiyaç duyduğunu tekrar anlatır. Üsküp Üniversitesi’ne tahsis edilen paranın Van’da Medresetü’z-Zehra’nın yapımı için aktarılmasını önerir. Bu teklif, hükümet tarafından uygun görülür ve Üsküp Üniversitesi’nin yapımına tahsis edilen altın, Van’da kurulması istenilen Medresetü’z-Zehra’ya aktarılır. Üniversitenin kurulması amacıyla Van Valiliği emrine bin altın gönderilir.

Rumeli seyahati dönüşü ve savaş yılları

Sultan Mehmet Reşad ile birlikte gidilen Rumeli seyahatinin sağladığı moral ve şevk atmosferinin ömrü çok uzun sürmez. Bölgenin önde gelen isimlerince bu seyahate büyük ilgi gösterilmesine ve Sultan’a büyük saygı, sevgi ve bağlılık tabloları sergilenmesine rağmen, bölgede gelişen hadiseler giderek tehlikeli boyutlara ulaşır. Şimdi Osmanlı Devleti’nin aleyhine gelişen olaylar ve sebeplerinden bazılarına temas edelim. Bölgedeki milliyetçiler ve ayrılık taraftarları, yabancı güçlerden destek alıyorlardı. Bu olumsuz tabloya İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin hatalarla dolu idaresi de katılınca, zaten gergin olan durum daha da kötüleşir. Çok geçmeden bu yanlışlar zinciri, önce Balkan Savaşları’nın çıkması; ardından Osmanlı’nın Avrupa’daki varlığının sona ermesiyle neticelenir. Kötü haberler sadece Balkanlardan gelmez. 1911 yılı sonlarında Trablusgarp Savaşı patlak verir. İtalya, günümüz Libya’sının sınırları dâhilinde yer alan Trablusgarp ve Bingazi’ye saldırır. Kısa zamanda buralar da kaybedilir. İtalyanlar, On İki Ada’yı da işgal ederler ve Çanakkale Boğazı’nın girişini bombalarlar. Balkan Savaşı’nın başlaması üzerine, Yunanlılar, 1912 yılı Kasım ayında Ege adalarını ilhak eder. Ardından Selanik kaybedilir. Daha önce tahttan indirilen Sultan Abdülhamid, aceleyle İstanbul’daki Beylerbeyi Sarayı’na nakledilir. Trablusgarp’ın beklenmedik işgali, diğer olaylarla birlikte İstanbul’da siyasi bir krize yol açar. Hadiseler peş peşe istenmeyen noktalara gelir.

Enver Paşa subayları ihraç ediyor

1913 senesi yazında Harbiye Nazırı Enver Paşanın ani bir kararıyla, içinde 150 paşa ve miralay da bulunan 1200 subay bir günde ihraç edilir. Meşrutiyetin ancak ordu desteğiyle kurulacağı inancı politikayı orduya sokar. Siyasetin cazibesine kapılan bazı subaylar, aslî görevlerini ihmale başlarlar… Subay adedince “kurtarıcı” vardır, fakat vatan bir türlü kurtulamaz. Osmanlı-Rus Savaşı’nın yaraları henüz sarılmamışken, cihan devletinin başına bir de İtalya belâsı açılmıştır. Almanya gibi diğer Avrupa devletlerine kıyasla sömürgeciliğin tadına geç varan İtalya’nın gözü Trablusgarp’a dikilir. Emeli, bugünkü Libya Devletini teşkil eden Trablusgarp vilâyeti ile Bingazi müstakil sancağını elde etmektir. Toplam 1 milyon 759 bin 450 kilometrekare Türkiye’nin iki misli toprakta 1 milyon 230 bin nüfus yaşıyordur. İttihatçılar Trablusgarp valisi ve kumandanı Müşir İbrahim Paşayı “Abdülhamitçi” olduğu gerekçesiyle azletmiş, yerine tayin edecek dirayette birini bulamadıklarından bölge tamamıyla başsız kalmıştır.

İtalya Mısır’a Savaş ilan ediyor, Balkan Savaşı Başlıyor

Fırsatı değerlendirmek isteyen İtalya, savaş ilân etti. Donanmasını Trablusgarp’a gönderdi. Şehri topa tuttu, Trablusgarp’ı ve Bingazi’yi işgal etti. Ancak iç kesimlere yürüyemedi. Halk canını dişine takmış, direnmeye başlamıştı. İtalyan ordusu, çete savaşlarıyla yıpranıyordu.  Koca ordu sahil şeridinde sıkışıp kalmıştı. İtalyan ordusuyla Avrupa gazeteleri alay ediyordu. Ordu, prestijini kurtarma derdine düştü. İtalyan donanması Çanakkale’yi geçmeyi denedi. Boğazı geçemeyince adalara saldırdı. Rados dâhil 12 adayı aldı (1912). Adaların, özellikle de Trablusgarp’ın kaybedilmesi, Osmanlı Devleti’ni yönetenlerde şok tesiri yapmıştı. Sadrazam İbrahim Paşa, kabineyi topladı. “Eski zamanlarda benim vaziyetime düşen vezirlerin kafasını padişahlar, binek taşında kestirirlerdi.” diyerek istifa etti. Sıkıyönetim uzatıldı. Ordu siyasete balıklama dalmıştı, İttihatçı ve “Halaskar Zabitan (Kurtarıcı Subaylar)” diye de ikiye bölünmüştü. Bazı subaylar çeteler kurarak birbirleriyle vuruşmaya başlamışlardı. İktidar ve ordu bu durumdayken, meş’um Balkan Savaşı çıktı (18 Ekim 1912). Rusya Balkanlar’da savaş çıkmayacağına dair garanti verince, Rumeli’deki yüz yirmi taburumuzu terhis etmiştik. Akabinde bizden alacakları toprakların bölüşülmesinde doğabilecek anlaşmazlıkları Rus Çarı’nın hakemliğiyle çözebileceklerinde anlaşan dört Balkan devletinin hücumuna uğradık. Öte yandan Bulgar orduları Edirne’ye girmişti. Balkanlardaki hâkimiyetimiz tökezledi. İstanbul bile tehlike altına girdi. Ordumuz Büyükçekmece Gölü yakınındaki Muratlı Tepelerine çekildi. Alman Kayzeri’nin estirdiği hava ile Bulgarlar İstanbul’a girmenin hazırlığını yaşıyorlardı. İstanbul’u bir hücumla işgal edebileceklerinden ve hatta onları Anadolu’nun herhangi bir yerinde de durduramayacağımızdan endişe eden Hükümetimiz ve paşalarımız, Enez-Midye hattının ilerisini bırakıp andlaşma istiyorlardı…

Yunanlılar Bozcaada’yı, Limni’yi, Nikarya’yı, Midilli’yi ve Sakız’ı işgal ettiler. Böylece Ege Adaları da kaybedilmiş oldu. Selanik de aynı akıbete uğradı. İttihatçılar buna tedbir düşünecekleri yerde, hükümeti bütünüyle ele geçirmenin planlarıyla meşgul oluyorlardı. Bu emellerine demokratik yoldan nail olamayınca, “Babıiâli Baskını” olarak tarihimize geçen olayı hazırladılar. İktidarı mutlak surette aldılar, ama Balkanlar’ı da mutlak surette kaybettiler.

Bab-ı Âli baskını

Sulh taraftarı olmakla beraber, mesuliyetten korkan Kamil Paşa, Meclis-i Mebusan toplu bulunmadığı için, büyük bir meşveret meclisi toplayıp, bu meclisten sulh yapılmasından başka çare bulunmadığı yolunda ittifak ile, bir karar elde etti. Bu karar tatbik edilemedi. Başlarında Enver ve Talat Bey’in bulunduğu İttihat ve Terakki’ye mensup bir grup Bab-ı Ali’yi basarak, mukavemet etmeye çalışan Harbiye Nazırı Nazım Paşa’yı, Yaveri Tevfik Bey’i, Sadaret Yaveri Nafiz Bey’i ve Polis komiseri Necip’i vurup öldürdüler. Kâmil Paşa’yı da istifa etmeye mecbur ve yerine Mahmut Şevket Paşa’nın sadrazamlığını temin ettiler (23 Kanunsani/Ocak 1913)[11]

İttihad ve Terakki Cemiyeti, bu yüzden, Temmuz 1912’den, Enver Bey’in yönetiminde meşhur Bâb-ı Âli Baskını’nın gerçekleştirildiği Ocak 1913’e kadar geçen altı aylık süre zarfında, iktidardan uzaklaştırıldı. Enver Paşa, 1913 Temmuz’unda, Edirne’nin kurtarılmasının ardından Harbiye Nâzırı yapıldı. Ertesi yıl, Türkiye’nin, İttifak Devletleri safında, Almanlarla birlikte Birinci Dünya Savaşı’na katılmasındaki en önemli aktör, yine o oldu. Ve henüz Birinci Balkan Savaşı’nın yaraları sarılmadan ikincisi patlak verdi (29 Haziran 1913). Ardından da Birinci Dünya Savaşı çıktı. Etraf yine toz dumana bulandı.

Bediüzzaman Balkan Savaşı’na Katıldı mı?

Bediüzzaman’ın Balkan faciasının yaşandığı kara günlerde İstanbul’da olduğu biliniyor. Bediüzzaman’ın ikinci İstanbul seyahati Balkan Harbi’nden birkaç ay önce başlamıştır. Sultan Reşad’ın 5 Haziran 1911 tarihinde çıktığı 22 günlük Rumeli seyahatine katılan Bediüzzaman çeşitli vesilelerle bu seyahate atıfta bulunur: “İttihatçılar zamanında Sultan Reşad’ın Rumeli’ye seyahati münasebetiyle Kosova’ya gittim. O vakit Kosova’da büyük bir İslâmî darülfünun tesisine teşebbüs edilmişti. Ben orada hem İttihatçılara, hem Sultan Reşad’a dedim ki: ‘Şark  böyle bir darülfünuna daha ziyade muhtaç ve âlem–i İslâm’ın merkezi hükmündedir.’ O vakit bana vaad ettiler. Sonra Balkan Harbi çıktı. O medrese yeri (Kosova) istila edildi.”[12] Bediüzzaman’ın Balkan Savaşı’na katılıp katılmadığı bazı tarihçiler arasında mevzubahis edilmiş olup tartışmalara konu olmuştur. Cemal Kutay’ın Teşkilat-ı Mahsusa dosyalarında gördüm diyerek Bediüzzaman’ı Edirne’ye giden Süvariler arasında gösteren beyanlarına, Bediüzzaman hakkında biyografi ve çalışmalar yapan araştırmacılar[13] tarafından belge istenilerek karşı çıkılmıştır.

Bediüzzaman’ın Balkan Harbi’ne katılması mümkün, ancak belge lâzım:

“Balkan Harbi esnasında Bediüzzaman’ın İstanbul’da olduğu kesin. Ancak bu harbe Bediüzzaman’ın iştirak edip etmediği belgelerle ortaya konulmuş değil. Bediüzzaman’ın meşrutiyetten önce İttihatçıların İttihad-ı İslâm taraftarı olan kesimi ile irtibat halinde olduğu da bilinen bir gerçek. Bediüzzaman’ın Hürriyetin üçüncü gününde Selanik’te -şöhret düşkünü bunca İttihatçı varken- meşhur Hürriyet nutku için tören alanında kürsüye çıkarılması, bu irtibatı ispat eden bir durumdur. Rumeli seyahati, Medresetüzzehra projesi de aynı yakınlığın işaretleri olarak kabul edilebilir. Bu pozisyonda bir insanın Enver Bey Trablusgarp’tan döndükten sonra onunla görüşmemesi, ya da Bulgarlar Çatalca’ya gelmişken Edirne için yapılan hazırlıklara ilgisiz kalması mümkün görünmemektedir.”[14] Bu noktalar dikkate alındıktan sonra yeni bir belge ve bilgi elde edilene kadar, kesin bir şey söylenemeyeceğini belirtelim. Öyleyse bu konuda bilgi ve belge aramaya devam edelim. Bediüzzaman araştırmacılarını bu konuda çalışmaya davet ediyoruz.

Millî İbrahim Paşa, Nasıl Bediüzzaman Yapıldı?

Bediüzzaman’ın Balkan Savaşı’na katılıp katılmadığı ile ilgili hadise öteden beri ilgi çeken bir konudur. Doğrusu bu konuda henüz ciddî bir belge de ele geçmiş değildir. Ancak şöyle bir hadise gazetelere düşmüştür. Bediüzzaman’ın Balkan Savaşı’na giderken at üzerinde çekilmiş bir resminin gazetelerde yayınlandığı bilinir. Hatta Necmettin Şahiner de Bediüzzaman’a benzeyen at üzerinde bir resmi elde ederek Bediüzzaman olarak saklamış olduğu bilgisini aldık.[15] Sonunda adı geçen resim İlhan Bardakçı’nın bir kitabında bulunmuştur. İlhan Bardakçı 19 Temmuz 1995 tarihli “İslâm âlemi Bosna bedelini çok pahalı ödedi” başlıklı yazısında “İstanbul’da sadece Kürt alaylarının başına bir büyük insan devletine yardıma hazırdı: Said Nursi Hazretleri. At üzerindeki resmini dünya basınına ilk kez ben eserimde tanıtmıştım.”[16] Yazısının bu paragrafına bir dipnot koyan İlhan Bardakçı dipnotta İlgili kitabına şöyle atıfta bulunuyor: “İlhan Bardakçı… İmparatorluğa Veda Balkan Savaşı Bölümü… İstanbul 1985” Bardakçı’nın bu kitabı o tarihte Milliyet gazetesinde yayınlamıştır. Yapılan araştırmalarda İlhan Bardakçı’nın “İmparatorluğa Veda Balkan Savaşı” kitabında Bediüzzaman olarak at üzerinde kullanılan resim Bediüzzaman’a ait değildir. Bu resim ile yıllarca Bediüzzaman ile başka bir şahıs iltimas edilmiştir. Hâlbuki bu resimdeki şahsın yapılan araştırmalarda Bediüzzaman olmadığı ispat edilmiştir. Bediüzzaman adıyla yayınlanan resim, Millî Aşireti Reisi meşhur Millî İbrahim Paşa’dır. Bu konu üzerinde çalışmalar ve araştırmalar yapan şahıslar resmin Bediüzzaman’a ait olmadığını,  Millî Aşireti reisi meşhur Millî İbrahim Paşa’ya ait olduğu tespit etmişlerdir.[17] Hatta Google sitesine Milli İbrahim Paşa yazanlar ilgili şahsın resminin değişik fotoğraflarını görebilirler. Ancak yıllardır İlhan Bardakçı’nın ilgili yazı ve kitabına istinaden ilgili resim Bediüzzaman olarak kabul edilmiş ve kullanılmıştır. Artık bu hata ve iltibastan dönülmesi gerekir diyoruz.

Bediüzzaman ve Yazılmamış Destanlar

Yazılmamış Destanlar kitabı Mehmed Niyazi’nin Ötüken Neşriyat’tan Birinci Baskısı 1991’de yapılan ve şu ana kadar 17 baskı yapmış Roman tarzında bir kitaptır. Bu kitapta Bediüzzaman’ın Balkan Savaşı’na Doğudan gelen gönüllü talebeleriyle birlikte katıldığı roman uslubuyla anlatılıyor. Ancak kitapta hiçbir kaynak ve belge serd edilmiyor. Kanaatimize göre Mehmed Niyazi, İlhan Bardakçı’nın “İmparatorluğa Veda Balkan Savaşı” kitabında at üzerinde aslı Millî İbrahim Paşa’ya ait olan resmi ve bilgileri dikkate alarak Bediüzzaman’ı gönüllü talebeleriyle Balkan Savaşı’na dahil etmiş olmalı. Kitabın giriş kısmından, arka kapağı ile içinde Bediüzzaman’ın gönüllü talebeleriyle savaşa dahil olduğu kısımları paylaşalım.

Kitap “Birinci Balkan Savaşı’nda şehid olan ağabeyi Süleyman’ın acısını ömrünün sonuna kadar yüreğinde taşıyan babam Hacı Mehmed Özdemir’in ruhuna fâtihalarla… “[18] diye başlamış. Yedinci Sayfada “Eşref Sencer Kuşçubaşı, Selim Sami, Cihangiroğlu İbrahim, Said Nursi, Süleyman Askeri, Zenci Musa, Mamaka Mustafa… Destanlar yazdınız. Ama bizler destanlarınızı ne okuduk, ne de okuttuk. Kiminizi vatan haini ilân ettik, kiminize mezarı bile çok gördük.”[19] şeklinde bir takdim yazılmış.

Kitapta Bediüzzaman ve gönüllü talebelerinin Balkan Savaşı’na katılmalarından geniş olarak bahsedilmiş. Gönüllülerin ilk katılımı şöyle tasvir edilmiş: “Sisli bir sabah yeni bir gönüllü grubuyla karşılaştılar. Bunların kıyafetleri değişik, başları sarıklıydı. Bellerini, omuzlarını armaları dolanıyor, sağ yanlarından da kamaları sarkıyordu. Tüfeklerini çatmışlardı. Başlarında uzunca boylu, levent endamlı, bıyıklı, çizmeli, her bakımdan gösterişli bir kumandan vardı.(Bediüzzaman tarif ediliyor.) Talime başlayacakları sırada gelen Gönüllü Kuvvetleri Genel Kumandanı Eşref Bey, yanındaki birkaç genç subayla yeni gönüllülere doğru yürüdü. Kumandanları da onları karşıladı. Askerî seramoniden ziyade dostane bir buluşma cereyan ediyordu.

– Aziz Üstadım, bu kara günümüzde öğrencilerinizle imdadımıza koştunuz. Eşref Bey ona devamlı “Aziz Üstadım” derdi; o da Eşref Bey’e “Kahraman Kumandanım” diye hitap ederdi.

– Ah benim Kahraman Kumandanım, kara gün hepimizindir. Böyle bir günde din ve devletin hizmetinde bulunmayacağız da ne zaman bulunacağız?

Eşref Bey’in yanında bulunan subaylar da saygıyla elini sıktılar. Eşref Bey’in sesi kahır doluydu:

– Böyle zelil duruma düşecek millet miydik Aziz Üstadım?

Said Nursi derin bir nefes almasına rağmen Eşref Bey’i teselli etmenin gereğini duydu.

– Kahraman Kumandanım, bu duruma düşmemizin sebebi ve suçlusu çoktur. Bunlar iç meselemiz; şimdilik bir kenara bırakalım. Düştüğümüz yerden kalkmaya çalışırsak, Rabbim yardımını esirgemez inşaâllah.

Konuşmaları devam ederken birkaç genç subayla Cemal Paşa geldi. Hepsi “Hoş geldiniz” deyip elini sıkarken bir başka araba ile Kaymakam Enver Bey nizamiyeden içeri girdi. Said Nursi bu genç subayla çok samimi dosttu. Yüzüne yerleşen matem uzaktan da belli oluyordu. Said Nursi’yi görünce gülümsemeye kendini zorladı.

– Geldiniz değil mi Canım Üstadım!

Ona her zaman “Gayur’ Kardeşim” diye hitap eden Said Nursi cevap verdi:

– Nasıl gelmeyeyim Gayur Kardeşim?

Said Nursi’nin boynuna sarılırken duygulu bir sesle sordu:

– Nasılsınız Canım Üstadım?

– Allah’a şükür, vatan ve milletimizin kederinden başka sıkıntınız yok. Siz nasılsınız?

– Nasıl olayım Canım Üstadım, nasıl olayım?

Said Nursi bir elini omuzuna koydu; sesi de teselli ediciydi.

– Üzüntüyle bir yere varamayız. Rabbü’l-Âlemin’in rahmetinden de ümit kesmeye hakkımız yok. Biz elimizden geleni yapalım. Askerler ve gönüllüler talime başladılar. Cemal Paşa, Enver Bey, Eşref Bey, Said Nursi durum muhakemesi yaparak tepeye doğru yürüyorlardı.”[20] Kitabın müteaddit sayfalarında hem savaşın serüveni, hem de Bediüzzaman ile konuşmalar devam ediyor. Bediüzzaman’ın eserlerinde ifade ettiği birçok konu edebî bir üslup ile diyalog şeklinde anlatılıyor. Ancak bu açıklamalar ve konuşmalara hiçbir bilgi kaynağı ve belge dipnotu koyulmuyor. Tamamen bir roman akışı içinde konular işleniyor.

Pekâlâ Balkan Harbi’ne Bediüzzaman Katıldı mı?

Bediüzzaman Hazretleri’nin 18 Ağustos 1951’de, za­manın Milli Eğitim Bakanı merhum Tevfik İleri’ye ve Bakanlar Kurulu’na yolladığı mektu­bunda; hayatının şimdi mevzu’ et­tiğimiz döneminin safhalarını tek-tek kaydetmektedir. Eğer bu zatın iddiaları gibi Bediüzzaman Hazretleri o pek büyük vatanî hizmette bulunmuş ve ifasına muvaffak olmuş olsaydı, herhalde tereddütsüz onları da ya­zardı. Sair lahika mektupla­rında da işaretli de olsa mutlaka kayde­derdi. Lâkin hiç bir îmada dahi bulunmamıştır. Sair müda­faat ve risale­lerinde de buna dair hiç bir işaret ve ima yoktur. Mezkûr mektupta, kendisinin Sultan Reşat’la bera­ber Rumeli’ye seyahat ettiğini, Kosova’ya gittik­lerini, orada te’sisine teşebbüs edilen da­rülfünuna yirmi bin altın li­ranın tahsis edilmiş olduğunu duyması üzerine, Doğu vilayetleri­nin böyle bir üniversiteye daha çok muh­taç bulunduğunu İttihadçılara ve Sultan Reşad’a orada arz ettiğini, onlar da ken­disine Şark Üniversitesi için vaadlerde bulunduklarını, sonra Balkan Harbi’nin çıkmasıyla Kosova Vilâyeti’nin isti­lâya uğraması üzerine, oraya tahsis edilmiş olan paranın be­he­mehal Van‘daki darül­fûnuna tahsis edilmesini teklif etti­ğini, onun bu teklifi ma’kul karşılanarak o paranın oraya (Van’a) tahsisi ka­rarlaş­tırıldığını ve bu paranın ilk bölümü olan bin altı­nın kendisine tes­lim edilmek üzere Vanvalili­ğine tevdi’ edildiğini, bunun üzerine İstanbul’dan Van’a döndüğünü ve Van’ın bir köyü olan göl kena­rındaki Artemit‘te Medreset-üz Zehra‘sının temelini attığını, fakat Birinci Cihan Harbi çıktığı için ikmaline imkân kalmayıp öyle kaldığını ve harbe iştirak ettiğini gayet açık ve sarih bir ifade ile yazmaktadır. Bu mevzuda Bediüzzaman‘ın kardeşi Molla Abdülmecid Efendi de hatıra defteri sayfa 10’da aynı şeyleri yazmaktadır. Keza, yeğeni Merhum Abdurrahman’ın yazdığı Tarihçe-i Hayat kitabında, Bediüzzaman‘ın Şam’dan İstanbul’a gitmesi ve yine İstanbul‘dan Van’a avdeti hususunda, İstanbul’da fazla kalmayıp Van’a geldiğini, Van’a geldikten sonra, bir taraftan Medreset-üz Zehra’sının temelini atma işiyle meşgul olmakla beraber, millî bir medreseyi de yeniden açarak tedrisatına devam etmekle meşgul olduğunu yazar. Bu hale göre, Bediüzzaman Hazretleri Doğu vilâyetlerinden getirdiği veya getirilen milis kuvvetlerinin başına kumandan olarak geçsin, büyük başarılar kazansın, lâkin bu büyük hadiseyi, bu muazzam vak’ayı hiç kimse duymasın. Gizli ve meçhul kalsın, yalnız Teşkilat-ı Mahsusa Reisi Eşref Bey bunu görsün, bilsin ve hiç kimseye anlatmasın, söylemesin.. dursun, beklesin, yalnız bir tek Cemal Kutay‘a anlatsın!… Bilmiyoruz ma’kul ve mantıkî karşılanacak bir şey midir bu? Bediüzzaman‘ın eserlerini okuyanların malûmudur ki: Onun başından geçen vak’a ve hadiseleri veya muvaffak olduğu hizmet ve hareketleri çeşitli vesilelerle -özellikle büyük ve önemlilerini, hususan memleket ve milleti alâkadar eden kısımlarını- yazmış ve kaydetmiştir. Bunların risalelerde, mektuplarda yüzlerce numunesi vardır. Lâkin sözü edilen bu Balkan Harbi’ne iştirâkine ve Teşkilat-ı Mahsusa’daki faaliyetlerine dair hiç bir imada, bir işarette bulunmamıştır. Gerçi Üstâd’ın: “Hayatımda görülen harikaların çoğunu gizlediğim…” şeklinde ifadesi de vardır. Fakat dikkat edilirse, sakladığı bu harikalar kısmı sadece onun şahsiyle ilgili olan hususi şeylerdir. Meselâ esaretten firar ederken, ta İstanbul’a kadar gelmesinde görülen kolaylıklar ve benzeri şeyler gibi… Lâkin dinî, millî ve vatanî hizmetlerini her münasebet geldikçe, ders-i ibret için anlatmış ve kaydetmiştir. Hatta onun tarihçelerini yazanların kaydettikleri hadiselerin yüzde doksan dokuzunu kendisi de risalelerinde veya şifahî sohbetlerinde yazmış ve anlatmıştır.

Abdülbâkî Çimiç

[email protected]


[1] Emirdağ Lahikası-II, 2013, s.776

[2] Emirdağ Lahikası-II, 2013, s.776

[3] Emirdağ Lahikası-II, 2013, s.776

[4] Eski Said Dönemi Eserleri(Hutbe-i Şamiye), 2013, s.358

[5] Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi, s.71-74

[6] Şahiner, Son Şahitler, Cilt-V, s.96-99

[7] Kaynak: 27 Aralık 1952, Dünya Gazetesi, Nazmi Ören, Eski Hatıralar serisi

[8] Zaman İçinde Bediüzzaman,2010, İletişim Yayınları, s.181

[9] Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayat, Cilt-I, s. 290.

[10] Cevdet Küçük, Balkan Savaşı, TDV İslam Ansiklopedisi, 1992, Cilt-V, s.23-25

[11] Ali Fuat Türkgeldi, Görüp İşittiklerim, s.87,90

[12] Emirdağ Lahikası, s. 402

[13] Bu araştırmacılardan birisi Mufassal Tarihçe-i Hayatı hazırlayan Abdülkadir Badıllı’dır.

[14] Prof. Dr. Ramazan Balcı- “İmam Bediüzzaman Balkan harbine katıldı mı?” makalesi.

[15] Osman Zengin’in İfadesiyle…

[16] İlhan Bardakçı, 19 Temmuz 1995 tarihli “İslâm âlemi Bosna bedelini çok pahalı ödedi” başlıklı yazısı.

[17] Prof. Dr. Ramazan Balcı- “İmam Bediüzzaman Balkan harbine katıldı mı?” makalesi.

[18] Mehmed Niyazi, Ötüken Neşriyat, Yazılmamış Destanlar, s.5

[19] Age,s.7

[20] Mehmed Niyazi, Ötüken Neşriyat, Yazılmamış Destanlar, s. 54-55-56

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir