Ecnebi diyarında yapılan zarûretten verilen fetvalara diyar-ı İslâmda verilmez

Sadeleştirme mes’elesi tartılışırken o kadar fazla kıyas-ı fâsid yapılıyor ki, insan şaşırıyor kalıyor. Hâlbuki Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri bizlere öyle mükemmel prensipler göstermiştir ki, onları atlamak ve sadece aklımızla mes’eleleri çözmeye çalışmak işi içinden çıkılmaz noktalara getirebiliyor.

Risâle-i Nûrları sadeleştirme çalışmalarını tercüme ile eş tutmaya çalışanları görüyoruz. Hiç sadeleştirme ile tercüme aynı mânâda kabûl edilebilir mi? Bu mümkün mü? Biri adı üzerinde bir dilden başka bir dile çeviridir. Hem kesin bir zarûrettir. Zarûrette ise diğer yollar bitmiş, sadece bu yol kalmış olmalı ki cevaz verilir. Bakınız İslâm’ın hükümleri noktasında diğer ülkelere verilen cevaz için Üstâd ne diyor?

“Şeâir-i İslâmiyeyi tağyire teşebbüs edenlerin senetleri ve hüccetleri, yine her fena şeylerde olduğu gibi, ecnebîleri körü körüne taklitçilik yüzünden geliyor. Diyorlar ki: “Londra’da ihtidâ edenler ve ecnebîlerden imana gelenler, memleketlerinde ezan ve kamet gibi çok şeyleri kendi lisanlarına tercüme ediyorlar, yapıyorlar. Âlem-i İslâm onlara karşı sükût ediyor, itiraz etmiyor. Demek bir cevaz-ı şer’î var ki sükût ediliyor.”

“Bu kıyasın o kadar zâhir bir farkı var ki, hiçbir cihette onlara kıyas etmek ve onları taklit etmek zîşuurun kârı değildir. Çünkü, ecnebî diyarına, lisan-ı şeriatta “dâr-ı harp” denilir. Dâr-ı harpte çok şeylere cevaz olabilir ki, diyar-ı İslâmda mesağ olamaz.(Yirmi Dokuzuncu Mektup)” Neymiş efendim? Ecnebi diyarında  zarûretten verilen fetvalara diyar-ı İslâmda o fetva verilmez.

Risâle-i Nûrların kelimâtı Kur’ân’ın kudsîyetine istinâd ediyor. Ayrıca o kelime ve kavramlar Şeâir-i İslâmiyeyi de temsîl ediyor. Çünkü Risâle-i Nûr dilde de imâm olacaktır. Âlem-i İslâm’ın din dili noktasında umûmî ittifakına hizmet edecektir. Bu açıdan da bakıldığında Risâle-i Nûr’un dili muhâfaza edilmelidir.

Öyleyse şu memleketin taşı toprağı, camiisi, minâresi, ramazanı, orucu, mübârek geceleri ve bayramları gösteriyor ki bu memleket diyar-ı İslâmdır. Ecnebi diyarlarına uygulanan yöntem, bu memlekette uygulanamaz.

Bu memlekette kullanılan Kur’ânî ve İslâmî olan mübârek kelimelerin veya Risâle-i Nûr’un Kur’ân’dan mülhem kelimâtının icmâlî maânisini insanlarımız anlayabilir. Anlamasa da akıl, kalb ve rûhu hissedebilir. Onlara mes’elenin ehemmiyeti izâh edilse çok insanın uyguladığı gibi orijinal Risâleleri okuyacağından emin olabiliriz. Yeter ki iknâ’ edelim ve hizmet edelim.

“Hem frengistan diyarı, Hıristiyan şevketi dairesidir. Istılahât-ı şer’iyenin maânîsini ve kelimât-ı mukaddesenin mefâhimini lisan-ı hal ile telkin edecek ve ihsas edecek bir muhit olmadığından, bilmecburiye, kudsî maânî, mukaddes elfâza tercih edilmiş; maânî için elfaz terk edilmiş, ehvenüşşer ihtiyar edilmiş. Diyar-ı İslâmda ise, muhit, o kelimât-ı mukaddesenin meâl-i icmâlîsini ehl-i İslâma lisan-ı hal ile ders veriyor. An’ane-i İslâmiye ve İslâmî tarih ve umum şeâir-i İslâmiye ve umum erkân-ı İslâmiyete ait muhaverât-ı ehl-i İslâm, o kelimât-ı mukaddesenin mücmel meallerini, mütemadiyen ehl-i imana telkin ediyorlar. Hattâ, şu memleketin maâbid ve medâris-i diniyesinden başka, makberistanın mezar taşları dahi birer telkin edici, birer muallim hükmündedir ki, o maânî-i mukaddeseyi ehl-i imana ihtar ediyorlar. Acaba kendine Müslüman diyen bir adam, dünyanın bir menfaati için bir günde elli kelime frengî lügatından taallüm ettiği halde, elli senede ve hergünde elli defa tekrar ettiği Sübhanallah Elhamdü lillâh ve Lâ ilâhe illâllah ve Allahu ekber gibi mukaddes kelimeleri öğrenmezse, elli defa hayvandan daha aşağı düşmez mi? Böyle hayvanlar için bu kelimât-ı mukaddese tercüme ve tahrif edilmez ve tehcir edilmezler. Onları tehcir ve tağyir etmek, bütün mezar taşlarını hâkketmektir; bu tahkire karşı titreyen mezaristandaki ehl-i kuburu aleyhlerine döndürmektir.(Yirmi Dokuzuncu Mektup)”

Hem bakınız Üstâd’ın;”Adalet namazında kıbleniz dört mezhep olsun. Tâ ki namaz sahih ola” cümlesinde ne kadar harîka ölçü var. Veya çok iyi niyetli veya safî kalb görünen “O biçareler, “Kalbimiz Üstâdla berâberdir” fikriyle kendilerini tehlikesiz zannederler. Halbuki, ehl-i ilhâdın cereyanına kuvvet veren ve propagandalarına kapılan, belki bilmeyerek hafiyelikte istimal edilmek tehlikesi bulunan bir adamın “Kalbim sâfidir, Üstadımın mesleğine sadıktır” demesi bu misale benzer ki: Birisi namaz kılarken karnındaki yeli tutamıyor, çıkıyor, hades vuku buluyor. Ona “Namazın bozuldu” denildiği vakit, o diyor: “Neden namazım bozulsun? Kalbim sâfidir.(Yirmi Dokuzuncu Mektup > 6.Kısım: Şeytanın Desiseleri >)”

Bâkî ÇİMİÇ

[email protected]

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir