Vazîfeyi Yapıp,Vazîfe-i İlâhiyeye Karışmamak!

Bir vesîleyle tevafuk ettiğim ve hepimizin dünya ve ahiret hayatına mihenk olabilecek bir kıssayı önce paylaşmak sonra da o kıssadan hayatımıza düşen hisseleri yazmak istedim. Hikâyemiz şöyele:

Fakîr fakat müttakî bir genç adam, gece istirâhata çekildiği kulübesinde uyurken, uyku ile uyanıklık arasında odasının ışıkla dolduğunu görmüş. Gâibten gelen bir ses, ona şöyle demiş:

“- Bundan böyle yalnız Allah için çalışacaksın ve kulübenin önündeki büyük kayayı bütün gücünle iteceksin!”

Bunun Allah’’tan gelen bir emir olduğuna inanan genç adam, ertesi sabah kayayı itmeye başlamış. Daha ertesi gün ve devam eden haftalar devam etmiş. Güneşin doğuşundan batışına kadar yalnız bu işle meşgul olmuş ve o kayayı itmiş, durmuş… Bu şekilde aylar süren gayrete rağmen, kaya yerinden bile kımıldamamış. Genç adam bir gece kulübesine yorgun-argın dönerken, o kayayı itmekle geçen günlerinin boşa geçtiğini düşünüyormuş. Onun şevkinin kırıldığını hisseden şeytan da, kalbine vesveseler vermeye başlamış:

“- Ne kadar zamandır bu kayayı itip duruyorsun, bir milim bile kımıldamadı. Kendine bunun için niye yazık ediyorsun? Anladın, onu yerinden oynatman zaten mümkün değil. Bırak artık bu işi! ”

Böyle sözlerle şeytan, o gence bu vazifeyi yerine getirmesinin imkânsız olduğunu, dolayısıyla bu işte muvaffak olamayacağı duygusunu aşılamaya çalışmış.

O gencin şevki daha da kırılmış ve ümidini gitgide kaybetmiş.

“-Doğru ya, kendimi bu iş için niye paralıyorum ki?” diye kendi kendisine söylenmiş.

“- Bundan sonra, bu itme işini bırakacağım. Şimdiye kadar yaptığım yeter de artar bile.. Koca kaya yerinden kımıldamayacağına göre…” diye düşünmüş.

Ve kararını verince, duâsında nazdârâne Allah’a yalvarmış.

“-Allah’ım, uzun zamandır durmadan dinlenmeden senin emrettiğin gibi hareket ettim. Bütün gücümle istediğin şeyi yaptım. Her gün çok yoruluyorum, ama kaya bir milim bile kımıldamadı. Neden böyle oluyor? Neden muvaffak olamıyorum?”

Gâibten bir ses şefkatle ona cevap vermiş:

“- Ey kulum, uzun zaman önce sana emrime uymamı istediğimde kabul etmiştin. Sana, görevinin kayayı bütün gücünle itmek olduğunu söylemiştim ve sen de itmeye başladın. Ben sana, hiçbir zaman onu yerinden oynatmanı beklediğimi söylemedim ki!.. Senin görevin onu itmekti. Şimdi gücünün tükendiğini, muvaffakiyetsizliğe uğradığını söylüyorsun. Kendine şöyle bir bak, bakalım. Kolların daha da güçlendi, pazuların büyüdü. Sırtın ağırlığa dayanıklı hale geldi. Bacakların kalınlaştı ve kuvvetlendi. Taşı itmeye başladığından çok daha kuvvetlisin şimdi. Evet, kayayı kımıldatamadın; kaya kımıldamadı ama, senden istenen şey, emre itâat etmen ve kayayı sadece itmendi.

Kayayı yerinden oynatacak olan benim, Ben!..”

Yaptığı hatasını anlayan genç, ertesi gün kendi görevinin kayayı yerinden oynatmak değil, onu var kuvvetiyle itmek olduğunu, neticeyi halkedenin Allah olduğunu düşünerek, verilen vazifeyi yerine getirmiş. Ona lazım olan yalnızca hareket, neticeyi yaratmanın ise Allah’ın olduğunun idrakiyle…

Bu idrak ve gayretle, ikinci gün, üçüncü gün derken, kaya birden yerinden kımıldamış. O zaman, kayayı yerinden kımıldatanın kendisi değil, Allah olduğunu açıkça anlamış ve mezkûr hakikatleri hakkalyakin tasdik etmiş. Hatta, biraz daha uğraştığında, kaya daha da oynamış ve kenara yuvarlanmış. Kayanın altından da büyük bir hazine çıkmış.

Bu kıssadan şöyle bir hisse çıkarabiliriz. İnsan kul olarak Rabbinin emirlerini yapmak ile mükelleftir. Neticesini düşünmek vazifesi bile değildir. Çünkü neticeyi halk etmek Allah’ın vazifesidir. Çünkü din bir imtihandır. Akla kapı açar iradeyi elden almaz. İnsan ise taallümle tekemmül etmeye muhtaçtır. İnsanın vazifesi tevekkül edip neticesini Allah’tan beklemek olmalıdır. Tevekkül, insanın üzerine düşen vazifelerinde sebeplere yapışmasıdır. Fiilî ve kavlî duâlarını yapmasıdır. Bu duâlarını yaptıktan sonra neticeyi Allah’a havale etmesidir. Netice verildikten sonra da o neticeye rıza gösterilmesidir.

Bir adam başında ve belinde taşıdığı yük ile bir gemiye biner. Gemide olduğu halde yine yükünü başında ve belinde taşıyorsa akılsızlık eder. Çünkü gemi hem onu hem de yüklerini taşıyordur. O yolcunun yapacağı en akıllı iş gemiye bindikten sonra yükünü yere koymak ve göz kulak olmaktır. Önemli olan geminin sahibini itham eder konumuna düşmemektir. Madem gemi sahibine itimat edip gemiye binmişiz, o halde yükümüzü de gemiye bırakmalıyız. Ancak yükümüze nezaret etmek ve üzerine oturup muhafaza etme vazifesi bize aittir. Geminin götürülmesi, masrafları ve ulaşacağı netice olan liman bize ait değildir.

Madem şu Sefine-i Rabbaniye olan küre-i arz gemisinde yolcuyuz. O halde dünyanın bütün yükünü başımızda ve belimizde taşıyamayız. Hem Rabbimiz bizlere götüremeyeceğimiz yükler yüklememiştir. Öyleyse bu Rabbani küre-i arz(dünya) gemisinde gemi sahibini tanıyarak emirleri olan ubûdiyet ve duâ olan vazifemizi yapıp ona tevekkül etmeliyiz. Yoksa başımız ve belimiz hiç de vazifemiz olmayan lüzumsuz ve gereksiz yükleri taşıyamaz ve başımız döner belki de gemiden düşeriz. Hem o geminin sahibi de “Bize itimat etmiyor mu?” diye bize asi cezası verebilir.

Çünkü bizler uzun bir seferdeyiz. Bu yolculuk ruhlar âleminde başladı, anne karnından, bebeklikten, çocukluktan, gençlikten, ihtiyarlıktan, kabirden, berzahtan, haşirden, sırattan geçen ve sonsuz ahiret âlemlerine uzanan bir yolculuktur.

Öyleyse bizim vazifemiz kıssada geçtiği gibi sadece kayayı itmektir. Kayayı kımıldatmak değil. Vazifemizi yapıp vazife-i ilâhiyeye karışmamalıyız. Biz emredileni yapacağız, kabûl edip neticede hazineye bizi kavuşturacak olan ise Allah’tır.

Bâkî ÇİMİÇ

[email protected]

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir