Almanya için hazırlıklar ve yolculuk
Önce 9-28 Aralık 2021 tarihleri arasında Güney Avrupa Yeni Asya Meşvereti tarafından davet edildiğimiz, ancak o günlerde Almanya’nın pandemi kısıtlamaları nedeniyle ertelenen müdebbirler okuma programına 24-28 Haziran 2022 tarihleri arasında katılmak nasip oldu. Yaptığımız görüşmeler neticesinde Risale-i Nur’dan yirmi civarında mevzu üzerinde mutabık kaldık ve bizler Risale-i Nur’dan ilgili mevzuların hazırlığını yaparak Almanya yolculuğuna hazırlandık. Yeşil pasaport sahibi olduğumuz için Almanya için vize almamız gerekmiyordu. Direkt yeşil pasaport ile Almanya’ya giriş yapabilecektik. Öyle de oldu.
Almanya yolculuğu başlıyor
Bizim açımızdan ilk yurt dışı seyahati olacak olan Almanya’nın Augsburg şehrine ulaşmak için 24 Haziran 2022 Cuma günü 03.00’de havaalanına geçerek seyahatimiz başlamış oldu. Saat 04.10 gibi uçağımız Samsun Çarşamba(SZF) Havaalanı’ndan direkt Almanya’nın Stuttgart(STR) havaalanına 06.45 gibi indi. Yolculuk esnasında havadan da Avrupa topraklarına girdiğimiz belli oluyordu. Şehirler ve arazi ekim alanları gayet düzgün ve planlı olarak inşa edilmiş görülüyordu. Müşahede ettiğimiz manzara Bediüzzaman’ın Avrupa’nın fıtrî ahvalini derhatır ettirmişti. Bediüzzaman Hazretleri Sünûhât Risalesi’nde[1] Avrupa kıt’asını tahlil etmiş olup; Avrupa’nın terakkisine sebep olan coğrafî, iklimsel, ekonomik ve demokrafik yapısını tarif etmiştir. Yazı serimizin sonunda bu noktalara temas edeceğiz inşâallah.
Pasaport kontrol işlemleri
Almanya’nın Stuttgart şehrine 24 Haziran 2022 saat 06.45 gibi indik. Almanya’ya avdet etmeden önce polis pasaport işlemlerinde bazı sualler tevcih edileceği konusunda bilgilendirilmiştik. Kendi İngilizce bilgimiz ile birkaç cümle kurarak sorulan suallere cevap vermek niyetindeydik. Pasaport kontrolü sırası bize geldiğinde Alman polisi bazı sualler sordu. Kısaca bu ülkeye niçin geldiğimizi, ne yapacağımızı, hangi şehre gitmek istediğimizi sordu. Bizler de bir seminer programı için geldiğimizi, öğretmen olduğumuzu İngilizce olarak ifade ettik. Ancak polis bu kısa bilgilerin yeterli olmadığını, daha fazla sual tevcih ederek ayrıntılı bilgi istedi. Bizim İngilizce bilgimiz bu sualleri ne anlamaya, ne de bunlara cevap vermeye yeterli olmadığından bir tercüman temin edildi. Tercüman, polisin suallerini tercüme etti. Polis bize nereye gideceğimizi, nerede kalacağımızı, seminer programlarının belgelerini göstermemizi, kiminle görüşeceğimizi soruyordu. Biz de havaalanı dışında bizi almaya gelen Ali İhsan kardeşin telefonunu vererek ondan bilgi alınabileceğini söyledik. Polis ile Ali İhsan kardeşin karşılıklı konuşmasından sonra polis Almanya’ya girişimizi onayladı. Bu kontrol esnasında uçaktan giriş yapan yolculardan sadece bizim kalmamız lisân konusunda ne kadar noksan olduğumuzu ispat etmeye yetmişti. Lisân konusu belki de en önemli bir mevzumuzdu. Ne yapıp edip en azından her yerde geçerli olan İngilizceyi geliştirmemiz lâzım vesselam.
Stuttgart’tan Augsburg’a geçiyoruz
Ali İhsan kardeş ile Stuttgart’tan Augsburg’a geçtik. Yol boyunca Ali kardeşin Almanya ve çevresi ile ilgili açıklamalar yapması bizim açımızdan istifadeli bilgilerdi. Hem Almanya’yı, hem de yol güzergâhındaki mahalleri tanıyorduk. Ayrıca Almanya’nın sosyal hayat prensipleri hakkında da bilgi almış oluyorduk. Buradan kendisine çok teşekkür ediyorum. Almanya seyahati boyunca bizimle hususi olarak alakadar oldu ve her türlü yardımı esirgemedi. Allah kendilerinden razı olsun.
Augsburg medresesindeyiz…
Augsburg Almanya’nın en eski şehirlerinden birisiymiş. Şehrin tarihi dokusu halen kendi kadim ahvalini muhafaza ediyor. Çok katlı binalara tevafuk etmek zor. Şehrin cadde ve sokakları tarihi binalarla uyum içinde. Ali İhsan kardeş ile Augsburg dershanemize geçiyoruz. Augsburg medresesi mülk. Bu medresenin açılmasında merhum Mehmet Köse ağabeyimizin çok gayretleri olmuş. Mehmet ağabey vefat ettiğinde Augsburg’a defnedilmesini vasiyet etmiş. Şimdi bu şehirde medfun. Medresenin üst katında evlatları kalıyor. Medreseye gelip kısa bir istirahatten sonra Cuma namazını dershanede kardeşlerle birlikte idrak ettik.
Medrese ve Deutsches Haus
Medrese binasının yola bakan kısmında Deutsches Haus yazıyor. Bu “Alman Evi” demek. Yapıldığı yıl 1876. Bu tarih buradaki kardeş ve ağabeylere güzel bir tevafuku derhatır ettirmiş. Bilindiği üzere birçok kaynakta Bediüzzaman Hazretleri’nin doğum tarihi 1876 yazar ve böyle bilinir. Bu cihetle de medresenin yapıldığı yıl ile Bediüzzaman’ın doğum tarihinin tevafuk ettiği cemaat fertleri arasında şevke medar olmuş. Gerçi son araştırmalar Bediüzzaman’ın doğum tarihini belgelere istinad ederek 1878 olarak tespit etmiştir. Böyle de olsa genel kabul noktasında binanın yapılış tarihi ile Bediüzzaman’ın doğum tarihi Arasında münasebet kurup güzel bir tevafuk ile meseleye yaklaşılması çok hoş olmuş. Medresenin girişinde “Barla Kultur Zentrum(Merkezi) e.V.(Derneği)” Risale-i Nur Medresesi yazıyor. Meşhur katran ağacı sembolü de ayrı bir güzellik katmış. Medrese üç katlı binanın giriş katında. Geniş ve ferah bir kullanımı var. Binanın giriş ve arka kısmında ise bahçe var.
Sonthofen şehrinde okuma programı
Cuma namazı sonrası Almanya’nın güneyinde Alpler bölgesi olan Bavyera Eyaleti, Allgäu Bölgesi, Sonthofen şehrine Güney Avrupa müdebbirler okuma programı için hareket ettik. Yaklaşık iki saat süren yolculuk sonrasında program yerine ulaştık. Burası Alman devletine ait resmî bir yer. Okullar ve farklı gruplar burada kamp yapıyorlar. Bizler gittiğimizde bir bisiklet grubunun kampı vardı. İşletmesi devlete ait olan bu mütevazı ve şirin mekân gayet ferah ve rahat bir ortama sahip. Her taraf yeşil ve ağaçlarla kaplı bir yer. Dere kenarında kurulmuş olan bu binaya yerleştik. Düzenli ve bakımlı olan bina ahşaptan yapılmış ve tabiat ile uyumlu vaziyette. Bir erkek iki hanım vazifeli kişi var. Yemekleri ve diğer işleri bu kişiler yapıyor. Bizim durumumuz daha önceki görüşmelerde bildirildiği için helal gıda konusunda çok hassas davranılıyor. Hatta bizler için özel yemekler çıkarıldı.
Müdebbirler programa geliyor
24 Haziran Cuma günü öğleden sonra Sonthofen’de başlayan programımıza İsviçre, Fransa, Almanya, Nürnberg, München, Basel, Arau, Fürth ve Augsburg gibi şehirlerden gelenler oldu. Gelen kardeş ve ağabeylerle tanışıyor, kucaklaşıyor ve hasbihal ediyoruz. Kısa sürede birbirimize ünsiyet ettik. Herkesin mutluluğu simasındaki tebessüme inikâs ediyor. Hoş bir mekân ve müşfik bir grup ile beraber olmak bizlere de müspet manada inikâs ediyor. Akşam yemeği sonrası namaz kılmak için hazırlanan yerde namazımızı eda edip tesbihat yapılıyor. Böylece program başlama saati de gelmiş oluyor.
Seminer Programları başlıyor
Kısa sürede toparlanan müdebbirler grubu ile ilk akşam iki program yaptık. Programlarımız sunu şeklinde projeksiyon ile yansıtılarak icra edildi. İlk seminer konumuz Şahs-ı mânevî mevzusuydu, ikincisi Risale-i Nur’da dört rükün konusu. Geç saatlere kadar müzakeresi yapılan konular alaka ile takip edildi. Sualler, katkılar ve cevaplar ile istifadeli bir seminer olduğu kanaatindeyiz. Özellikle Dört Rükün mevzusu ilgi ile takip edildi.
Seminerler devam ediyor
25 Haziran Cumartesi günü seminer programları geç saatlere kadar devam ediyor. Risale-i Nur dersleri nasıl yapılır? Konusunu işliyoruz. Meşveret ve şura konusu başka bir program olarak icra ediliyor. Risale-i Nur mesleği ve meşrebi, Asr-ı sadet metodu ve Sahabe mesleği, Nur-Topuz meselesi, Şeriat-ı İslâmiye gibi konuları müdebbir ağabey ve kardeşlerle paylaşıyoruz. Merak edilen noktalar üzerinde duruluyor, mevzular müzakere ediliyor. Katkılar yapılıyor ve meraklı sualler cevaplanıyor. Aralarda çay saatleri ihmal edilmiyor. Yemek ve namazlar eda ediliyor. Dinlenme aralarında bahçedeki banklarda ve masalarda sohbet ve muhabbetler devam ediyor. Program tam bir kaynaşmaya ve uhuvvete vesile oluyor. Hatıralar, fikir teatileri, içtimai ve hizmet mevzuları da aralarda ihmal edilmeyen konular olarak yerini alıyor. Bazı okumalarımızı bahçedeki boş alanlarda temiz ve serin gölgelerde yapıyoruz. Böylece bir günü daha bitiriyoruz. Bu arada ikinci gün yeni katılanlar ve ayrılanlar da oluyor. Çalışma ve mesai durumuna göre günübirlik programa gelenler de oluyor.
Üçüncü gün toplu olarak ayrılıyoruz
26 Haziran Pazar günü de programımız devam ediyor. Öğleye kadar kamp yerinde kalıyoruz. Kısa bir çevre gezisi yapıp kamp yerimizden ayrılıyoruz. Alp Dağları’nın eteklerinde bulunan köylere doğru bir ziyaret gezisi yapıyoruz. Bu köylere hayran kalmamak mümkün değil. Bu kadar temiz, düzenli ve tabiat ile uyumlu bir yerleşim çok nadir bulunur diye düşünüyorum. Köy hayatı ile tabiat bir biri ile öyle mütesanib bir vaziyette ki, insan hayran kalıyor. Köy evleri bahçeli ve her tarafı çiçekli. Köylere kadar asfalt yollar, hatta bisiklet yolları yapılmış. Bu ziyaretimizi yaptıktan sonra Augsbur’a dönüş için yola devam ediyoruz. Yol boyunca muhabbet ve müzakereler devam ediyor. Dinlenme yerlerini boş geçmiyoruz. Kahve ve ihtiyaç için birkaç yerde duruyoruz. Yol boyunca hem köylerin, hem de şehirlerin düzeli ve temiz vaziyeti dikkatimizi çekmeye devam ediyor.
Augsburg Medresesine dönüyoruz…
Sonthofen’den Augsburg Medresesi’ne dönüp bir süre istirahat ettikten sonra kardeşlerle ders ve muhabbet bu sefer Medresede devam ediyor. Medresede okuduğumuz bahisler On Altıncı Lem’a ile On üçüncü mektuptan oluyor. Akşam namazını kılmak üzere şehir merkezinde bulunan Augsburg Merkez Camii’ne gidiyoruz. Camii şehrin tam merkezinde ve işlek bir caddede bulunuyor. Elazığlı Camii imamı ile tanışıyor ve bir süre sohbet ediyoruz. Akşam namazını kıldıktan sonra kısa bir şehir turu yaparak tekrar Medreseye geçiyoruz.
(Augsburg Merkez Camii)
Dachau Esir Kampı’nı ziyaret
27 Haziran 2022 pazartesi günü München şehrine yakın olan Dachau Esir Kampı’nı ziyarete gidiyoruz. Dachau Esir Kampı,Almanya’nın güneyinde, Münih’in 10 mil kuzeydoğusunda bulunan Dachau’da bulunuyor. Mihmandarımız Ali İhsan kardeş ile hem sohbet, hem muhabbet, hem de hizmetler ile ilgili hasbihal ederek yaklaşık bir saati aşkın bir sürede Dachau Esir Kampı’na ulaşıyoruz. Farklı ülkelerden akın akın gelen otobüsler dikkatimizi çekiyor. Özelikle gençler ve okullar toplu olarak burayı görmeye gelmişler. Burası ibretlik bir müze haline çevrilmiş. Belki de dünyada en hüzünlü ve hiç bir insanın tebessüm dahi etmeden gezdiği bir müze mahiyetinde. İnsanlar müzede sergilenen resim, belge ve mekânları izlerken simalarına yansıyan hüzün dikkat çekiyor. Gelen öğrenci ve diğer gruplar başlarında bulunan kişiler tarafından bilgilendiriliyor. Her bir belge ve canlı mekânlar insanı hüzne gark ediyor. Burada tam bir insanlık dramı yaşanmış. Bu zulmü işleyenler tarihe öyle bir teşhir edilmiş ki, kıyamete kadar bu zulüm insanlığın ibret nazarına sunulmuş. Esir Kampı’nın giriş kapısında “Arbeit Macht Frei” yazıyor. Manası “Çalışmak özgürleştirir.” Yani “Çalış kurtul.” Ancak bu yazı manası ile tam zıt bir muamele ile karşılık bulmuş. Yani bu kampa girenler çalıştırılmış, ancak neredeyse ekseriyeti ölüme mahkûm edilmiş.
Bahtiyar Almanya
Alman devletinin burayı canlı müze haline getirmesi Bediüzaman Hazretleri’nin “Bahtiyar Almanya” tabirini boşuna söylemediğinin hakikati daha net anlaşılıyor. Risale-i Nur’da Almanya ile ilgili şu cümleleri istimal ediyor: “Risale-i Nur, Avrupa, Amerika ve Afrika’da da hüsn-ü teveccühe mazhar olmuş; başta bahtiyar Almanya ve Finlandiya olmak üzere, birçok memleketlerde okunmaya başlanmıştır.”[2] Ve “ Nitekim bu hakikatin idrak edilmeye başlandığını gösteren emareler, bahtiyar Alman milleti içinde görülmektedir.”[3]
Görüldüğü üzere Risâle-i Nur’da “bahtiyar Almanya” ve “bahtiyar Alman milleti” ifadeleri boşu boşuna istimal edilmiş değildir. Bahtiyar Almanya, tarihe dehşetli bir zulüm olarak geçen bu hadiseyi bütün belgeleriyle ortaya koymuş. Bu kamp 1933-1945 yılları arasında aralarında 23 Türk vatandaşının da bulunduğu yaklaşık 45 bin kişiye mezar olmuş. Tam bir katliamın yaşandığı kamp ziyareti esnasında vuku bulan hadiseler insanın şiddet-i rikkatine dokunuyor. Bediüzzaman’ın “Şiddet-i şefkat ve rikkatten, bu kışın şiddetli soğuğuyla beraber mânevî ve şiddetli bir soğuk ve musibet-i beşeriyeden biçarelere gelen felâketler, helâketler, sefaletler, açlıklar şiddetle rikkatime dokundu.”[4] Dediği hadise buraya da bakıyor diye düşünüyorum. Çünkü bu zulme duçar olan insanlar sadece bir ırka sahip olanlar değil. O zamanlar yapılan bu zulme karşı çıkar diplomat, siyasetçi, doktor, bilim adamı, gazeteci, yazar, edebiyatçı gibi farklı kesimlerden çok insan da bu kampa getirilmiş ve malum akıbet ile ölüme gitmiş. Bu noktada Bediüzzaman Hazretleri’nin “Eğer o felâketi çekenler mazlumların imdadına koşanlar ve istirahat-i beşeriye için ve esasat-ı diniyeyi ve mukaddesat-ı semaviyeyi ve hukuk-u insaniyeyi muhafaza için mücadele edenler ise, elbette o fedakârlığın mânevî ve uhrevî neticesi o kadar büyüktür ki, o musibeti onlar hakkında medâr-ı şeref yapar, sevdirir.”[5] Cümleleri bu noktayı izah ediyor olmalı. Bu nedenle Bahtiyar Alman Milleti insanlığın önüne öyle bir ibret tablosu teşhir etmiş ki, zulmün zirve noktasını yaşayan bu fiillerin bir daha insanlığa karşı işlenmemesi için Dachau Esir Kampı’nı müzeye çevirip ziyarete açarak Bediüzzaman’ın Bahtiyar Almanya tabirine yakışan bir davranış sergilemiş. Biz de tebrik ediyoruz.
Esirlerin kaldığı kovuşlar
Esirlerin kaldığı kovuşlar ve ranzalar halen muhafaza ediliyor. Dolapları, wc’leri, yemek yedikleri yerler ve toplu banyo yapılan salonlar halen duruyor. Ayrıca çalıştıkları yerler ve toplanma alanları da muhafaza edilmiş. Hasta olan, ölüme terk edilen insanların resimleri teşhir salonunda bulunuyor. İdari binanın her oda ve salonları resim, bilgi ve belgelerle donatılmış. Binanın bir kısmı sinema salonu olarak hazırlanmış, her saat başında farklı dillerde bu kamp ile ilgili belge ve canlı şahitlere dayanarak gerçekleri gün yüzüne çıkaran bir film izlettiriliyor. Biz de filmi İngilizce olarak izledik.
Gaz odaları ve fırınlar
İbretli ve bir o kadar da hüzünlü bir bölüm olan fırın ve gaz odalarını gezerken çok etkilendik. Belki her bölüm çok etkili, ancak burası zulmün zirve yaptığı bir mekân. Risale-i Nur mesleği müsbet hareket metodunu takip ettiği için menfiyi tasvir etmemek olan düstur cihetiyle fazla teferruata girmek istemiyoruz.
Kampın çevresindeki su kanalları
Kampta ilgimizi çeken bir başka özellik kampın çok ciddi olarak korunması. Kaçmak neredeyse mümkün değil. Kamp yüksek tellerle çevrilmiş ve gözetleme kuleleri ile korunuyor. Bu tel koruma ve gözetleme kuleleri halen duruyor. Ayrıca tel örgülerin hem iç, hem de dış kısmında çok derin su kanalları mevcut. Tel örgüler geçilse de bu kanallardan geçmek mümkün görünmüyor. Geçilse bile gözetleme kulelerinden kaçmak isteyenler her an etkisiz hale getiriliyor.
Kamptan dönüyoruz
Ali İhsan kardeşin kamp gezisi boyunca bize tercümanlık yaparak bilgi vermesi takdire şayandı. Kendisine çok teşekkür ediyorum. Tarihe şahitlik eden bir ibret mekânını birlikte gezmiş ve bilgi sahibi olmuştuk. Bundan sonra Kastamonu Lahikası’nda yer alan “Üstad Bediüzzaman’ın İkinci Dünya Harbi Esnasında Yazdığı Mühim Bir Mektubu” okurken daha dikkatli ve müteyakkız olarak okuyacağımı düşünüyorum. O mektubun farklı kısımlarının bu esir kampı ile ilgili münasebeti olduğunu düşünüyorum. Kamptan Augsbur şehrine dönüyoruz.
Augsburg’taki Katedral’da bulunan Osmanlı Sancağı
Dachau Esir Kampı gezisinden sonra tekrar Augsburg şehrine geliyoruz. Bu sefer şehrin önemli mekânlarını gezeceğiz. Önce Augsburg’ta bulunan büyük bir Katedrali gezmeyi planlıyoruz. Çünkü bu kilisede bir Osmanlı Sancağı’nın asılı olduğunu öğreniyoruz. Bu sancağın ne zaman ve niçin bu kiliseye asıldığı konusunda fazla bir bilgiye sahip olan yok. Kilise çok görkemli, giriş kısmı ve kapısı ile muhteşem bir bina olarak şehrin merkezinde bulunuyor. Kilisenin meşhur kapısından içeri girdiğimizde bahsedilen Osmanlı Sancağı’nın asılı olduğu bölüme gidiyoruz. Hakikaten üzerinde ayet yazılı olan sancak orada asılı olarak duruyor. Resimlerini çekip kilisenin ilgili kısımlarını inceledikten sonra çıkıyoruz. Ancak bu sancak ile ilgili bir araştırma yapmayı düşünüyoruz. Yaptığımız araştırmada şu bilgilere ulaşıyoruz: “Almanya’nın Augsburg kentindeki ünlü Dom Kilisesi’nde asılı bulunan bir Osmanlı sancağı var. Sancağı gören ziyaretçiler şaşırırken, özellikle Müslüman Türkler duygulu anlar yaşıyor. Dom Kilisesi basın bürosundan edindiğimiz bilgiye göre; Osmanlılarla yapılan bir savaşta ele geçirilen Osmanlı sancağı, 21 Ekim 1689’da Prens Louis von Baden tarafından kiliseye asılmak üzere “Dom Dekanı”na verilmiş. Bir yüzünde;“Lâ ilâhe illâllah Muhammedü’r-Rasûlullah” diğer yüzünde ise; “Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Allâh’ın Rasûlü’dür. Allâh’ın yardımıyla zafer inananlarındır.” yazan sancağın kumaşı ipek ve kenarları altın sarısıdır. Sancağın orta bölümü ise kırmızı renktedir. 1957 yılında, Münihli Cornelia Knörle-Jahn tarafından temizlenen ve bakımı yapılan sancak; zamanla yıpranarak asılamayacak duruma geldiği için,1992’de bir kopyası yapılarak tekrar bugünkü yerine asılmış.”[6]
Augsburg Parlamento Meclis binası ve Belediye Meydanı
Augsburg şehir gezimiz Parlamento binasını ziyaret ile devam ediyor. Bu bina şehrin belediye meydanında ve Hitler zamanında parlamento binası olarak kullanılmış. Şimdi de aktif olarak hem ziyarete açık, hem de bazı katlarında sosyal faaliyetler yapılıyor. Bina çok görkemli ve iç dizaynı ve altın kaplamalarla göz kamaştırıyor. Binanın ilgili bölümlerini gezerek belediye binası ve diğer tarihi yapıları izleyerek oradan ayrılıyoruz.
Çilek Topluyoruz
Aynı gün Augsburg kenar mahallelerinde bulunan çilek tarlalarına gitmeyi de ihmal etmiyoruz. Ebuzer ağabey ve Ali İhsan kardeş ile birlikte çilek tarlasında kendimiz çilekleri topluyoruz. Toplarken tatmaya izin var. Kendi ellerimizle 10 kg kadar çilek toplayıp bahçenin girişine kurulmuş olan kulübede tarttırıp ücretini ödüyoruz ve çileklerimiz alarak tekrar medreseye geçiyoruz. Çünkü akşam tekrar ders var. Merdesede kardeşler bekliyor, biz de İşârâtü’l İ’câz’dan ve Kader Risalesi’nden bir ders okuyoruz. Ders sonrası sohbet ve muhabbet devam ediyor. Akşam namazı kılınıyor, tesbihat ve namaz dersinden sonra herkes ayrılıyor.
Almanya’dan ayrılıyoruz
Artık ayrılık vakti geliyor. 28 Haziran 2022 Salı günü sabah kahvaltısına aslen Adıyamanlı olan Ebuzer ağabeyin evine davet ediliyoruz. Ali İhsan ve Mehmet kardeş ile birlikte kahvaltıya katılıyoruz. Kahvaltı sonrası Ali İhsan kardeş ile birlikte Münich Havaalanına doğru yola çıkıyoruz. Uçağımız saat 13.00’te hareket edecek. Ancak iki saat rötar yapıyor. İki saat gecikme sonrası tekrar Türkiye’ye uçuyoruz.
Programın değerlendirilmesi
24-28 Haziran 2022 tarihleri arasında icra edilen Yeni Asya Güney Avrupa Müdebbirler programı bizim açımızdan gayet verimli ve istifadeli geçtiğini ifade edelim. Önceki senelerde defalarca yapılmış olan bu programa pandemi vesilesiyle ara verilmiş. Hem konular, hem de işlenen mevzular ve yapılan izahlar noktasında bizlere geri dönüşlerin gayet müsbet yönde olduğunu da ifade edelim. İnşâallah bu tür programların devamı gelir ümidindeyim. Avrupa’nın şartları elbette Anadolu’dan çok farklı. Hem imkânlar yönüyle çok kolay, hem de çalışma şartları cihetiyle zor. Buna rağmen hasbi ve gayur ağabey ve kardeşler Risale-i Nur hizmetleriyle iştigal ediyorlar. Risale-i Nur’un müteferrik yerlerinin bir araya getirilerek okunması resmin ve hakikatlerin tekmiline hizmet ettiği için istifadesi ve istifazası ziyade oluyor. Bunu bu programda da müşahede ettik. Risale-i Nur meslek ve meşrep prensipleri noktasında Yeni Asya hizmetlerinin Avrupa’da önemli bir yere sahip olduğunu gördük. Avrupa’nın her ülkesinde meşverete dayalı hizmetler devam ediyor. Bazı ülkelerde hizmetler daha sistemli hale gelmiş. Almanya bu noktada epey mesafe kat etmiş durumda. Diğer Avrupa ülkeleriyle de koordineli bir şekilde hizmetler sürdürülüyor. Avrupa’nın demokrasi ve hürriyetler açısında ve maddî cihetten terakki etmesi hizmetlerin de inkişafına vesile olmuş. İmanın hürriyet ile parlaması bu kıtada daha fazla hissediliyor. Hür olan insanın hür kalbine iman ve Kur’ân hakikatlerinin yaklaştırılması daha kolay gibi görünüyor. Elbette bunun zorlukları da var. Yine de yapılan Risale-i Nur derslerinde Avrupa’nın hürriyet ortamının rahatlığını bizzat hissedebiliyorsunuz. Kanaatim odur ki Risale-i Nur’a mümanaat eden perdelerden heyecanlı vaziyet-i siyasiyenin dağılmasıyla, Avrupa ve Anadolu’da hizmetler kısa sürede çok daha fazla inkişaf edecektir. Umumi bir ferec ve fütuhatın şartları tahakkuk edecek zaman ve zemini bekliyor. İnşallah gelecek seneler bu müjdelerin tahakkuk etmesiyle fecr-i sadık emarelerinin tam görünmesine vesile olur.
Avrupa’nın fıtrî ahvali
Bu gezimizde bizzat müşahede ettiğimiz Avrupa’nın planlı ve sistemli sosyal hayatı dikkatimiz çekti. Şehirler, köyler, yollar ve tarlalar çok düzenli, temiz ve sistemli bir vaziyette. Şehirlerde gürültü yok, çok kalabalık insan toplulukları da yok. İnsanlar gayet sakin ve herkes işinde, gücünde. Her yerde işleyen bir sistem var. Mehasin-i medeniyet denilen terakki ve tekâmül hayata hâkim vaziyette. Bedîüzzamân Hazretleri Sünûhât Risâlesi’nde Avrupa kıt’asını tahlil etmiş olup; Avrupa’nın terakkisine sebep olan coğrafî, iklimsel, ekonomik ve demokrafik yapısını tarif etmiştir. Bu noktaları birkaç maddede tasnif edelim:
1. Avrupa’nın coğrafî durumu ve konumu:
Avrupa hem yeraltı zenginlikleri olarak hem de iklim ve nüfus bakımından mehâsin-i medeniyete ulaşmakta çok avantajlı bir kıt’adır. Avrupa’nın vaziyet-i fıtrîyesi şöyledir: “Zira dardır, güzeldir, demir madenidir, girintili çıkıntılıdır, deniz ve enharı(nehirleri) bağırsaklarıdır; bâriddir(iklim olarak soğuktur).(Sünuhat)” Avrupa’nın bu bârid hâli insanların seciyelerine de in’ikâs etmiş olup, insanların soğukkanlı yapıları çalışma hayatlarına da yansımış vaziyettedir.
2. Avrupa’nın dünyadaki konumu ve nüfus yapısı:
“Evet, Avrupa küre-i zeminin hums-i öşrü(ellide biri) iken, nev-i beşerin(insan nevinin) bir rub’unu(dörtte birini, çeyreğini) letafet-i fıtriyesi(fıtrî güzelliği) ile kendine çekmiş. Hikmeten sabittir ki, efrad-ı kesîrenin(kalabalık insan topluluğunun) içtimaı(bir araya toplanması), ihtiyacatı intaç eder(ihtiyaçları netice verir). Görenek gibi çok esbap ile tekessür eden(çoğalan) hacat(ihtiyaçlar), zeminin kuvve-i nâbitesine(bitkilerde bulunan bitme, büyüme meyline)sığışmaz. (Sünuhat)” Öyleyse Avrupa kıtasında yaşayan nüfus, kıt’anın diğer avantajlarını kullanarak mehâsin-i medeniyet denilen şeylerde terakki etmişler ve içtimâî hayatı tanzim ederek mesailerini düzenlemişlerdir.
3.Avrupa’nın gelişmesine sebep olan noktalar:
“İşte şu noktadan ihtiyaç san’ata ve merak ilme ve sıkıntı vesait-i sefahate hocalık edip tâlime başlarlar. Evet, fikr-i san’at, meyl-i marifet, kesretten çıkar. Avrupa’nın darlığı ve deniz ve enharî olan vesait-i tabiiye-i münakale(tabiî ulaştırma araçları) içinde dolaşması sebebiyle, tearüf(birbirini tanıma) ticareti, teavün(yardımlaşma) iştirak-i mesaiyi(çalışma birliğini, ortaklığı) intaç ettikleri gibi, temas dahi telâhuk-i efkârı(fikirlerin birleşerek kuvvetlenmesini), rekabet de müsabakatı tevlit ederler.(Sünuhat)” Görüldüğü üzere Avrupa kıt’asının fıtrî yapısı, coğrafî avantajları ve insan topluluklarının kalabalık vaziyeti nedeniyle ihtiyaç şiddetlenmiştir. Bu vaziyet o toplumu san’at ve ilimde tâlime sevk etmiştir. Böylece fikr-i san’at, meyl-i marifet, ulaşım ve ticaret gelişmiş; insanlar arasında tanışma, kaynaşma, yardımlaşma ve işbirliği artmış olup, birbiriyle görüşen ve temas halinde olan insanların fikirleri birleşerek yeni yeni gelişmelerin ve müsabakaların yolunu açmıştır. Bu vaziyetler de Avrupa’nın gelişmesine büyük katkı sağlamıştır.
4.Avrupa’nın terakkisinde yer altı kaynakları ve demir madeninin önemi:
“Ve bütün sanayiinin maderi olan demir madeni, kesret ile içinde bulunduğundan, o demir, medeniyetlerine öyle bir silâh-ı kuvvet vermiştir ki, dünyanın bütün enkaz-ı medeniyetlerini gasp ve garat edip(yağmalayıp) gayet ağır bastı, mizan-ı zeminin muvazenetini bozdu.(Sünuhat)” Avrupa kıt’ası yer altı zenginlikleri olarak özellikle demir ve çelik madeni yönünden zengin rezervlere sahiptir. Demir ve çelik üretiminde dünyada önde olan bu kıt’a bu madenlerle medeniyetlerine büyük kuvvet bulmuşlardır. Bu kuvvetle dünyanın geri kalan medeniyetlerine galip gelmişler, hatta daha da ileri gidip o enkaz-ı medeniyetlerini gasp ve garat edip(yağmalayıp) onlara karşı galebe vaziyetini almışlardır. Bu durumda da Avrupa’nın terakkisinde yer altı kaynakları ve demir madeni çok büyük katkı sağlamıştır.
5.Avrupa’nın gelişmesine iklimin etkisi:
Avrupa kıt’ası iklim olarak bârid(soğuk) bir kıt’adır. Avrupa kıt’asında yaşayan insanların çalışma şartlarına bârid olan iklimleri de etkili olmuştur. “Hem de her şeyi geç almak, geç bırakmak şanından olan bürudet-i mutedilâne(ılıklık, orta şiddetteki soğuklar), sa’ylerine(çalışmalarına) sebat ve metanet verip, medeniyetlerini idame etmiştir. (Sünuhat)” Avrupa’da yaşayan insanların itidalli oluşları, sebat ve metanetle işlerine bağlılıkları, çalışma ortamlarında iş ahlâkına ehemmiyet vermeleri medeniyetlerinin gelişmesine önemli katkılar sağlamıştır. Çünkü “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.”[7]
6.Avrupa’nın gelişimine etki eden unsurlar:
“Hem de ilme istinat ile devletlerinin teşekkülü, mütekabil kuvvetlerinin tesadümü(çarpışması), gaddarâne istibdatlarının iz’acatı(can sıkmaları), engizisyonâne(kilisenin engizisyon denilen işkenceci mahkemeleri gibi) taassuplarının aksülamel yapan tazyikatı, mütevazi unsurlarının rekabetle müsabakatı, Avrupalıların istidatlarını inkişaf ettirip, mezâyâ(meziyetleri) ve fikr-i milliyeti uyandırdı. (Sünuhat)” Evet, Avrupalılar Rönesans ve Reform hareketleriyle ortaçağın engizisyonlarından kurtularak ilme istinad etmeye çalışarak devletlerini teşekkül ettirmişlerdir. Bunun yanında mütekabil kuvvetlerin çarpışması ve gaddarâne istibdad ve tazyikatların da kuvvetiyle milletlerinin istidad ve kabiliyetleri inkişaf etmiştir. Böylece insanların meziyetleri ve kendi devletlerinin bekasına duydukları fikr-i milliyet uyanarak gelişmelerine büyük etki yapmıştır.
7.Avrupa’nın terakkisinin önemli bir diğer sebebi: Nokta-i istinattır
“Evet her bir Hristiyan başını kaldırıp, müteselsil ve mütedâhil maksatların birine el atsa, arkasına bakar ki, istinat edecek, kuvve-i mâneviyesine daima imdat edip hayat verecek, gayet kavi bir nokta-i istinat görür. Hatta en ağır ve büyük işlere karşı mübarezeye kendinde kuvvet bulur. İşte o nokta-i istinat, her taraftan ellerini uzatan dindaşlarının uruk-i hayatına(hayat damarına) kuvvet vermeye ve İslâmların en can alacak damarlarını kesmeye, her vakit amade ve dessas, medenî engizisyon taassubu ile, maddiyyunun dinsizliği ile yoğrulmuş ve medeniyetlerinin galebesi ile mest-i gurur olmuş bir müsellâh(silahlanmış) kitlenin kışlası veya büyük bir kilisesi olan Avrupa’nın medeniyetidir…”[8] Demek ki Avrupalı kendi dindaşına sahip çıkmış ve birbirlerine nokta-i istinat olmuşlar. Bu vaziyet onlara kuvve-i mânevîye olup hayat vermiş. En müthiş ve ağır işlerde bile bu nokta-i istinat ile mübareze etmişler ve kendilerinde büyük bir kuvvet bulmuşlar. Bir nevi menfi Avrupa’nın medeniyetini tevellüt ettiren bu nokta-i istinat ile, İslâmların da can damarlarını kesmişler ve İslâm medeniyetinin tahribatında kullanmışlar. Menfî Avrupa medeniyetinin İslâmlar için kullandıkları en mümeyyiz vaziyet her vakit amade ve dessas, medenî engizisyon taassubu, maddiyyunun dinsizliği ile yoğrulmuş olan gaddar medeniyetlerinin galebesidir.
Risâle-i Nur’dan Müsbet Avrupa’ya Bakış
“Yanlış anlaşılmasın, Avrupa ikidir. Birisi, İsevîlik din-i hakikîsinden aldığı feyizle hayat-ı içtimâîye-i beşeriyeye nâfi san’atları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip eden bu birinci Avrupa’ya hitap etmiyorum.”[9] diyen Bediüzzaman müsbet Avrupa’ya nasıl bakmamız gerektiğinin ölçüsünü vermektedir.
Birinci Avrupa feyzini İsevîlik din-i hakikîsinden almaktadır. Bu feyiz ile hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nâfi san’atları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip etmektedir. Kur’ân bu müsbet Avrupa ile mübâreze etmiyor. İslamiyetin; müsbet Avrupa’nın nâfi sanatlarından, adalet ve hakkaniyatından ve sosyal hayata hizmet eden fünunlarından istifade edilmesinden yana olduğunu görüyoruz.
Yine Risâle-i Nûr’un barışık olduğu ve hücum etmediği felsefe ise Asay-ı Musa’da şöyle ifade ediliyor. “Risâle-i Nûr’un şiddetle tokat vurduğu ve hücum ettiği felsefe ise, mutlak değildir; belki muzır kısmınadır. Çünkü, felsefenin hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye ve ahlâk ve kemâlat-ı insaniyeye ve san’atın terakkiyatına hizmet eden felsefe ve hikmet kısmı ise, Kur’an ile barışıktır. Belki Ku’an’ın hikmetine hâdimdir, muaraza edemez. Bu kısma Risâle-i Nur ilişmiyor.”[10]
Ecnebilerden alacağımız bilgi, sanat ve terakki için söylenen şu cümle çok müşkülümüzü hallediyor. “Ecnebilerden alınan maddi bilgiler, sanat ve terakkiye ait ise lâzımdır, sefahata dair ise muzırdır.”[11] Buraya göre neye talib olduğumuz ve neyin muzır olduğu çok açık olarak ortaya konulmuştur.
Müspet Avrupa nâfi sanatları, adaleti ve mehâsin-i medeniyeti ızdıraren kabul edip tekrar beşeriyete hediye etmiştir. Buradaki müspet Avrupa’dan kastımız “İsevîlik din-i hakikîsinden aldığı feyizle hayat-ı içtimâîye-i beşeriyeye nâfi san’atları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip eden bu birinci Avrupa”[12]’dır. Medeniyetin heva ve hevese dayalı kısmına değil, beşere menfaatli kısmına muhatap olduğumuz bilinmelidir. Medeniyetten muradımız ise ”Biliniz ki: Bizim muradımız, medeniyetin mehâsini ve beşere menfaati bulunan iyilikleridir. Yoksa medeniyetin günahları, seyyiatları değil ki; ahmaklar o seyyiatları, o sefahetleri mehâsin zannedip; taklid edip, malımızı harap ettiler. Ve dini rüşvet verip, dünyayı da kazanamadılar. Medeniyetin günahları, iyiliklerine galebe edip, seyyiatı hasenatına râcih gelmekle, beşer iki harb-i umûmî ile iki dehşetli tokat yiyip, o günahkâr medeniyeti zir-ü zeber edip öyle bir kusdu ki, yeryüzünü kanla bulaştırdı.”[13] Yaşanan hadisâd-ı âlem buna şahittir.
Evet, medeniyetin güzellikleri ve beşere menfaati bulunan iyiliklerine talip ve müşteri olmak nazarlardan kaçırılmamalıdır. Zaten medeniyetin günahları ve seyyiatı içimize alabildiğince girmiş malımızı, mukaddesatımızı ve ahlâkımızı harap etmiş durumdadır. Ümitvarız ki; ”İnşâallah istikbaldeki İslâmiyetin kuvvetiyle, medeniyetin mehâsini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umûmîyi de te’min edecek.”[14] Bedîüzzamân müjde insanı olduğu için bu müjdeleri de rahmet-i İlâhiyeden ümit ediyoruz inşâallah.
Medeniyetin güzellikleri ve iyilikleri inhisar altına alınamaz ve mal-i umûmîdir. Buna işareten Bedîüzzamân şöyle der: “Bunu da inkâr etmem, medeniyette vardır mehâsin-i kesire. Lâkin, onlar değildir ne Nasrâniyet malı, ne Avrupa icadı, Ne şu asrın san’atı. Belki umûm malıdır. Telâhuk-u efkârdan, semâvî şerâyiden, hem hâcât-ı fıtrîden, husûsî şer-i Ahmedî, İslâmî inkılâptan neş’et eden bir maldır. Kimse temellük etmez.”[15] Demek ki medeniyetteki mehâsin-i kesire bir kavme, bir topluluğa, bir millete, bir kıt’aya münhasır değildir. Umûmun ortak malı olan mehâsin-i medeniyet denilen şeyler asırlardır beşeriyetin ortak aklının neticesi ve ürünüdür. Ayrıca medeniyetteki güzellikler ne Nasrâniyetin, ne Avrupa’nın ve ne de şu asrın san’atı ve malıdır. Bu güzellikler beşeriyetin umûmî fikirlerinin ve çalışmalarının mahsulü ve semeresidir. Asırlarca birbirine eklenen ve birbirini besleyen düşüncelerin mahsulüdür. Semavî şeriatların neticesidir. Ve insanlığın fıtrî ihtiyacından ortaya çıkmıştır. Özellikle Peygamberimizin(sav) şeriatından ve İslâmîyetin getirdiği yeniliklerden doğan ve bütün insanlığa faydalı olan san’at, hak, adalet ve hakkaniyetin bir bileşkesi ve ortak paydasıdır. Yani insanlığın ortak ve umûmî malı olan medeniyetin kaynağı semâvî dinlerdir.
Öyleyse müsbet Avrupa’dan ürkmemek gerekiyor. Çünkü “Şeriat-ı Ahmediyenin (asm) tazammum ettiği ve emrettiği medeniyet ise ki; medeniyet-i hâzıranın inkışaından (yarılmasından) inkişaf edecektir. Onun menfî esasları yerine, müspet esaslar vaz’eder.”[16] İşte medeniye-i hâzıra, İslâmî medeniyetin müsbet esasları ile tamir edilecek ve onun menfî esasları yerine müsbet esaslarını tekrar vaz’edecek ve beşeriyet sulh-u umûmîyi yaşayacaktır inşâallah.
Bedîüzzamân’ın da dediği gibi “Evet, Avrupa’dan ahz-u iktibasa(aktarma yapmaya) muhtacız. İhtiyacımız idare-i mülk(kamu yönetimi) ve tanzim-i kuva-i harbiye-i bahriyeden(ordu ve deniz kuvvetlerinin düzenlenmesinden) ve fünun-i sanayiden(sanayi fenlerinden) işimize yarayanlarıdır (dinimizin emriyle). Avrupa da bizden yalnız adaleti ister ve medeniyeti bekler; tâ muvazenesi bozulmasın.”[17]
Avrupa ve batıdan neye müşteri olduğumuzu bilmeliyiz. Müşteri olduklarımız esasta ve özde İslâmın malıdır. Malımıza sahip çıkacağız ve onu geri alıp istimal edeceğiz. Amma ecnebilerde müşteri olmadığımız günah ve kötülükler ise malumdur. Onlar zaten büyük hatalar yapılarak içimizde epey müşteri bulmuştur. Onlara tekrar müşteri olmak ise ahmaklık olur. Bedîüzzamân buna da şöyle işaret etmektedir. “Ecnebiyede terakkiyât-ı medeniyyeye yardım edecek -fünun ve sanayi gibi- maalmemnuniye alacağız. Amma medeniyetin zünub ve mesâvisi(günah ve kötülükleri)olarak bazı âdât ve ahlâk-ı seyyiye ki…”[18] onları almayacağız.
Avrupa’nın güzelliklerinin tahsil edilmesinin zorluğundan dolayı, kolay taklit edilen günahlarını ve kötülüklerini aldığımız için kadınlaşmış erkek ve erkekleşmiş kadın durumuna düştüğümüzü de beyan eden Bediüzzaman; ”Biz ise aldığımız vakit sû-i tâlî cihetiyle ve sû-i intihap tarikıyla müşkilü’t-tahsil mehâsin-i medeniyeti terk edip, çocuk gibi heva ve hevese muvafık zünub-i medeniyeti(medeniyetin günahlarını) kesbettiğimizden, muhannes gibi, yani erkekleşmiş kadın gibi oluruz. Kadın erkek gibi giyinse maskara olur. Erkek kadın gibi süslense muhannesliktir, yakışmaz. Mert ve âlihimmet, zîbüziverle(süs ve ziynetle) müzahref(geçici, aldatıcı şeyler ile süslenmiş) cilveli hanım gibi olmamalı.”[19] tespitlerinde bulunur.
Avrupa’dan mehâsin-i medeniyeti iktisab etmeye muhtacız…
“Kesb-i medeniyette Japonlara iktida bize lazımdır ki; Onlar Avrupa’dan mehâsin-i medeniyeti almakla beraber âdât-ı milliyeyi muhafaza ettiler.“[20] diyen Bedîüzzamân Hazretleri ne kadar güzel bir tespit yapmış. Mehâsin-i medeniyeti alırken âdât-ı milliyeyi muhafaza etmek ve kesb-i medeniyette Japonlara benzemek vaz geçilmez bir düstur olmalıdır. Çünkü Bediüzzaman Japonların ”müteharrî-i hakîkat” olduklarını beyan eder. ”Bizim âdât-ı milliyemiz İslâmiyette neşvünema bulduğu için, iki cihetle sarılmak zaruridir.”[21] diye ifade eden Bediüzzaman Hazretleri milli âdetlerimizin İslâmiyetle ortaya çıktığını söylemektedir. Onun için de İslâmiyet’ten elimizi gevşetmeden mehâsin-i medeniyeti iktibas etmek durumundayız. O nedenle de; ”Avrupa’dan mehâsin-i medeniyetin iktibasına muhtacız…“[22] Çünkü mehâsin-i medeniyet umum akvamın fikirlerinin ve çalışmalarının neticesidir. Asırların ortak aklının ürünüdür.
Bedîüzzamân, medeniyetin mehâsini ile mesâvisini de nazara veriyor ve şöyle diyor. “Medeniyetin mehâsiniyle beraber mesavisi (kötülükleri) de terakki edip garip ve aldatıcı bir surete girmiş. Bu seyyiatın en fenası ve medeniyetin muharribi (yıkıcısı) ve bâr-ı giranı(ağır yükü), sefahat ve havaic-i gayr-ı zarurîde(zorunlu olmayan ihtiyaçlarda) israfat ve maişetteki müsavatsızlıktır.”[23] Burada çok dikkat çekici tespitler yapılmıştır. Medeniyetin en fenası ve yıkıcı tahribini yapan fiiller sefahat, israfat ve adaletsiz geçim dağılımıdır. İşte sefih medeniyet bu cihetlerle beşeriyete çok fena tahribatlar yapmış ve yapmaya da devam etmektedir. Ancak mehâsin-i medeniyet; hakkaniyet, adalet ve kanunda inhisar-ı kuvvet prensipleri ile inşâallah medeniyet-i hakikiye tebdil edip, sefih medeniyetin tahribatını tamir ederek insanlığa sulh-u umûmîyi yaşatacağından ümitvarız inşâaallah.
Medeniyetin iyiliklerini kötülüklerinden temyiz edici bir hâkim gerektiğini de şu cümlelerden anlıyoruz. Medeniyetin iyilikleri ile beraber kötülüklerinin de içimize sokulmaması için bize temyiz edici (ayırıcı) hâkim bir kanun, bir prensip gerekir. ”Mehâsinle beraber seyyiat da medeniyetimiz içine sokulmamak için bize öyle bir kanun-u hâkim ve mümeyyiz lâzım ki, heva ve hevese galebe etsin.”[24] Elbette bu temyiz edici hâkim vazifesini Kur’ân ve sünnet-i Resulullah(asm)’ın bu asrımızda mânevî bir dersi ve tefsiri olan Risâle-i Nur yapabilir ve yapmaktadır.
Mehâsin-i medeniyetin iktibasında ve istimalinde çok endişe edilecek bir durum yoktur. Çünkü ”Avrupa ve Amerika’dan getirilen hakîkatler yine İslâm’ın malı olan fen ve sanatı tevhid nuru ile yoğurarak hayata geçirmeliyiz.“[25] Bedîüzzamân bunun da ölçüsünü vermiş olup, fen ve sanatın tevhid nuru ile yoğrularak bizleri marifetullah miraçlarına terakkî ettirmesi gereğine de işaret etmiştir. Çünkü her bir fen esma-i hüsnayı tecellilerini göstererek Allah’ın isimlerine istinad etmekte ve esma tecillisi olarak nur-u tevhidi göstermektedir. Bedîüzzamân hem ümit, hem de denge insanıdır. İstikbale ait İslâm’ın taliini müjdelemekte ve bunun yolunu da Şeriat-ı Garra’nın terbiyesi ile olacağını söylemektedir. “Asaya’nın bahtını, İslâmiyetin taliini açacak yalnız meşrutiyet ve hürriyettir. Fakat Şeriat-ı Garra’nın terbiyesinde kalmak şartıyla.”[26] demektedir.
Bütün bunlarla beraber medeniyetteki güzelliklerin daha mükemmel olarak İslâmiyet’te var olduğu bir hakîkattir. Bu mânâda Bedîüzzamân şu ifadelerde bulunur. ”Acaba istikbale karşı ehl-i imân ve İslâm için böyle maddî ve mânevî terakkiyata vesile ve kuvvetli, sarsılmaz esbab varken ve demiryolu gibi istikbal saadetine yol açıldığı halde, nasıl meyus olup ye’se düşüyorsunuz ve âlem-i İslâmın kuvve-i mâneviyesini de kırıyorsunuz? Ve ye’is ve ümitsizlikle zannediyorsunuz ki, “Dünya herkese ve ecnebilere terakki dünyasıdır. Fakat, yalnız biçare ehl-i İslâm için tedennî dünyası oldu” diye pek yanlış bir hatâya düşüyorsunuz. Mâdem meylülistikmal (tekâmül meyli) kâinatta fıtrat-ı beşeriyede fıtraten derc edilmiş. Elbette, beşerin zulüm ve hatasıyla başına çabuk bir kıyamet kopmazsa, istikbalde hak ve hakîkat, âlem-i İslâmda nev-i beşerin eski hatîatına kefaret olacak bir saadet-i dünyeviyeyi de gösterecek inşâallah.”[27]
Medeniyetteki bütün güzelliklerin; ya açık bir şekilde emredilerek ve ya o güzelliğe taraftarlık göstererek veyahutta onu yasaklamamak suretiyle, bunların veya bunlardan daha güzelinin İslâmda mevcut olduğu görülecektir. Bedîüzzamân ecnebilere karşı tavır ve duruşumuzun da ölçüsünü vermekte ve onlara bakışımızı şöyle ifade etmektedir. ”Ecnebilere düşman nazarı ile değil, belki saadetimizi ve i’lay-ı kelimetullaha bu zamanda vasıta olan terakki ve medeniyete bizi teşvik ve icbar ettiklerinden dost ve hadim nazarı ile bakacağız.”[28]
Bu mânâda Hutbe-i Şamiye’deki şu kısım da çok manidârdır. ”Hem de düşmanlarımız onlar değil; asıl bizi bu kadar düşürüp i’lâ-yı kelimetullaha mâni olan ve cehalet neticesi olan muhalefet-i şeriattır. Ve zaruret ve onun semeresi olan su-i ahlâk ve harekettir ve ihtilâf ve onun mahsulü olan ağraz ve nifaktır ki, ittihadımız bu üç insafsız düşmânâ hücumdur. Amma ecnebîlerin vahşî oldukları kurun-u vustada, İslâmiyet vahşete karşı husumet ve taassuba mecbur olduğu halde adalet ve itidalini muhafaza etmiş. Hiçbir vakit engizisyon gibi etmemiş. Ve zaman-ı medeniyette ecnebîler medenî ve kuvvetli olduklarından, zararlı olan husumet ve taassup zâil olmuştur. Zira din nokta-i nazarından medenîlere galebe çalmak ikna iledir, icbar ile değildir. Ve İslâmiyeti, mahbup ve ulvî olduğunu, evâmirine imtisalen ef’al ve ahlâk ile göstermekledir. İcbar ve husumet, vahşîlerin vahşetine karşıdır.”[29]
Abdülbâki Çimiç
[1] Eski Said Eserleri, s.384
[2] Tarihçe-i Hayat, s.1105
[3] Tarihçe-i Hayat, s.1066
[4] Kastamonu Lahikası, s.146
[5] Kastamonu Lahikası, s.148
[6] https://www.yuzaki.com/2018/03/kilisede-bir-osmanli-sancagi/
[7] Necm Sûresi, 53:39
[8] Eski Said Eserleri,2009, s.384
[9] Lem’alar,2005, s.291
[10] Asay-ı Musa,2005, s.15
[11] Mesnevi-i Nuriye,1999, s.98
[12] Lem’alar,2005, s.291
[13] Tarihçe-i Hayat, s.94
[14] Tarihçe-i Hayat, s.94
[15] Sözler,2004,s.1163
[16] Sünuhat,1996,s.61
[17] Eski Said Dönemi Eserleri,2009,s.34
[18] Eski Said Eserleri,2009,s.174
[19] Eski Said Eserleri,2009,s.174
[20] Eski Said Dönemi Eserleri, s.175
[21] Eski Said Dönemi Eserleri, s.175
[22] Eski Said Dönemi Eserleri, s.42
[23] Eski Said Dönemi Eserleri, s.42
[24] Eski Said Dönemi Eserleri, s.42
[25] Tarihçe-i Hayat, s.140
[26] Muhakemat, s.47
[27] Eski Said Dönemi Eserleri, s.337
[28] Eski Said Dönemi Eserleri, s.92
[29] Eski Said Dönemi Eserleri, s.72