Risâle-i Nur’un mâhiyeti

Risâle-i Nur, Kur’ân’dan mülhemdir. İlm-i vehbî ile te’lif edilmiştir. Risâle-i Nur’da vehbî olan ledünnî bir ilim vardır. Günümüze İslâmı doğru olarak aktarmıştır. Kanâatimiz o ki, Risâle-i Nur’daki bu muvaffakiyet, mânevî bir ilm-i ledün menbâının mahsülüdür. Başka bir şey değildir. Risâle-i Nur, şahıs merkezli değil, fenâ fi’l-ihvân merkezli bir yol ta’kip etmiştir. Şahıs odaklı değil, ortak akılla, mehdiyet merkezli fenâ fi’l-ihvân düsturunu tesis etmiş, şahs-ı mânevî ruhunu ortaya çıkarmıştır. Meşveret ruhunu hâkim kılmıştır. Ahirzamanın mehdiyet vazîfesini deruhte ediyor.

Risâle-i Nur, şu içinde bulunduğumuz dağdağalı, fırtınalı bir zamanda dünyaya güneş gibi ziya ve nur saçıyor. Öyle bir köşk ve bir saraydır ki, mücevhârâtın bütün envâından yapılmış ve temeli sünnet-i seniyye üzerine vaaz’edilmiş. Risâle-i Nur, min-indillâh mânevî büyük bir vazîfe ile muvazzaftır ve asrın müceddididir. Zulmün perdelerini yırtan, hak, hakîkat ve sırat-i müstakîm yolunu gösteren, bütün ehl-i îmân üzerine rahmet saçan bir şaheserdir.

Risâle-i Nur, dinî ve fennî ilimleri mezcetmiş, geleneği inkâr etmeyerek yeni bir dil ve üslûp kullanmıştır. Risâle-i Nur’un Kur’ân’dan mülhem kelimâtının icmâlî maânîsini samimî olarak okuyanlar anlayabilir. “Eğer anlamasa da, madem Risâle-i Nur şakirtlerinin bir şahs-ı mânevîsi var; şüphesiz o şahs-ı mânevî bu zamanın bir âlimidir.”[1] O şahs-ı mânevînin üstadlığı yeter.

Risâle-i Nur dilde de imâmdır. Âlem-i İslâmın din dili noktasında umûmî ittifakına hizmet edecektir. Risâle-i Nur’un dili muhafaza edilmeli. Çünkü “Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın “Her peygamberi Biz ancak kendi kavminin diliyle gönderdik.”[2] kavl-i şerifinin îma ve işârâtından şu devrede Türk lisânının sadmeler geçirmesine bakılırsa, “Risâle-i Nur”, Türkçe’de, lisân üzerinde de imâm olacağına; yani yarın hâlis Türkçe olan Risâle-i Nur’un kesb-i imtiyaz edip diğerlerini terkedeceklerine dair işaret-i Kur’aniyedendir…”[3] Yani “Hak dini onlara açıklasın diye, her peygamberi Biz ancak kendi kavminin lisânıyla gönderdik. ”[4] cümlesi makam-ı cifrîsiyle ve baştaki âyetin işaretleri karinesiyle, Risâlet ve nübüvvetin her asırda veraset noktasında naipleri, vekilleri bulunmak kaidesiyle, bir mânâ-yı remzî cihetinde, vazîfe-i ırsiyeti yapan Risâle-i Nur’u efradı içine husûsî bir iltifatla dahil edip lisân-ı Kur’ân olan Arabî olmayarak Türkçe olmasını takdir ediyor.”[5] Bu cihetle Risâle-i Nur’un dili ve kelimâtı Kur’ân’ın kudsîyetine istinâd ediyor. Ayrıca Şeâir-i İslâmiyeyi de temsil ediyor.

Risâle-i Nur İslam düşünce geleneğini günümüze daha istikametli olarak taşımıştır. Kur’ân’a dayalı, daha selametli, daha eşmel, daha umûmiyetli bir yoldur. Acz, fark, şefkat ve tefekkür Risâle-i Nur’un dört hatvesidir. Risâle-i Nur kısa bir yol ortaya koymuştur. Bu cihetle acz, fark, şefkat ve tefekkür tariki esâs alınmıştır. En derin mesâili en âmiye, belki bir çocuğa dahi zararsız olarak bildiriyor. Hiçbir bulantı vermeden en derin mesâil-i hakîkatı en âmi bir adama dahi ders veriyor. Feyz-i Kur’ân ile, Risâle-i Nur bir senede o on senelik vazîfe-i îmâniyeyi görüyor. Asa-yı Musa gibi vurduğu yerden su çıkarıyor. Borularla su taşımıyor. Kur’ân-ı Hakîm’in hakîkatı ve mu’cizâne mesleği, her şeyde marifetullaha bir pence­re açıyor.

Risâle-i Nur Kur’ân’ın malıdır ve O’na herkes muhtaçtır. Risâle-i Nur hak ve hakîkati haykırır. Hak ve hakîkat ise inhisâr altına alınamaz. Risâle-i Nur da inhisar altına alınamaz. Risâle-i Nur hayata hayat olsa, ondaki hakaik-i imâniye hayata te’sir etse maksat hâsıl olmuş olur. Risâle-i Nur bize muhtaç değil, biz Risâle-i Nur’a muhtacız. Öyleyse konumumuzu ve durumumuzu Risâle-i Nur’a göre ayarlamalıyız.

Risâle-i Nur, ucuz hesapları ve süfli ihtirasları kabul etmez! İnsan emânet-i kübrayı taşıması cihetiyle çok önemlidir. Ene ise, bir muamma-yı müşkilküşâdır, bir tılsım-ı hayretfezâdır. İman ve sırr-ı ihlâs ile insanda kapalı olan o acip tılsım açılır. “O ene, mahiyetinin bilinmesiyle, o garip muammâ, o acip tılsım olan ene açılır ve kâinat tılsımını ve âlem-i vücubun künûzunu dahi açar.”[6] Böylece Risâle-i Nur enenin nübüvvet veçhesinde kullanma kılavuzudur denilebilir.

Risâle-i Nur’a girenin birinci vazifesi, ihlâs-ı tammeden sonra tam sadakat ve tam sebat etmektir. Risâle-i Nur, her kesime hitap etmiş, meselelerin özünü ve lüzûmlu olan yönlerini nazara vermiştir. Risâle-i Nur, hüsn-ü mücerret ve hüsn-ü menezzeh ile imânı ruh-u aslisine dönüştürmüştür. Herkes Risâle-i Nur meslek ve meşrebi ile İslâma hizmet etmeyebilir. Ancak Risâle-i Nur’dan istifade ve istifaza edebilir. Bu yol her daim açıktır.

Risâle-i Nur hizmeti, kitaba dayalı bir hizmettir. Geleneksel İslâm ulemasını incitmeden meseleleri izah etmiştir. Kısa bir yol ortaya koymuştur. Risâle-i Nur, en derin mesâili en âmiye, belki bir çocuğa da zararsız olarak bildiriyor. Hiçbir bulantı vermeden en derin mesâil-i hakîkatı, en âmi bir adama dahi ders veriyor. Böylece Risâle-i Nur, nurânî bir cerrahi operasyon yapıyor. Doğrudan doğruya Kur’ânî bir yol olan mi’rac-ı Kur’ânîyi ta’kip ediyor. Risâle-i Nur, mevcut imândan istifade cihetine gitmez, tecdid-i imân eder. Kur’ân’ın bir mânevî mu’cizesi olarak imânın esâsatını kurtarıyor. Belki çok deliller ve parlak burhanlarla imanın ispatına ve tahkikine ve muhafazasına ve şübehattan kurtarmasına hizmet eder. Bu tecdid-i imân te’sisinde müsbet bir yol ve metod takip eder. Risâle-i Nur, bütün latifeleri ve duyguları bir bütün olarak tatmin ediyor ve hepsine bir hitap ediyor. Bütün duyguları teshir eder. Risâle-i Nur imân, ibâdet ve diğer İslâmî mefhumlarda yeni bir inşa ve ihya metodu ortaya koymuştur. Bu zamanda ehl-i imânın selametli, kısa bir tarik-i Kur’ânîdir.

Bu asır hem acip, hem de meş’um bir asırdır.  İhbâr-ı Peygamerî(asm) ile -Âdem(as)’den kıyamete kadar- en dehşetli bir asır olarak haber verilmiş olup; ezdadın içiçe girdiği, hak ve hakîkatin ters-yüz edildiği, hakkı tutmanın ateş korunu tutmak gibi yakıcı olduğu bir asırdır! Helâket-felâket asrı; fitne-fesat asrıdır. Bu son ahirzaman asrında Risâle-i Nur, ümmet-i Muhammediyeye(asm) mânevî bir memur tayin edilmiştir. Madem Risale-i Nur, bu acip asırda, müstesna bir surette vazife yapıyor; O’nun kıymet ve ehemmiyeti takdir edilmelidir.

Bütün tarikler Kur’ân’dan teşâub etmiştir. Risâle-i Nur, daha kısa ve selametli bir miraç-ı Kur’ân yoludur.

Bediüzzaman, enfüsten afaka bir tasfiye te’sis etmiştir. Aklî, kalbî, ruhî bir tasfiyeden sonra afakî tasfiyeye geçmiştir. Risâle-i Nur’da önce enfüsî, sonra afakî tefekkür metodu tatbik edilir. Bediüzzaman Hazretleri, elbette ki ilhâmî bir gelenekten istifade etmiştir. Ancak Kur’ânî bir metodla hizmet etmiştir. Sünnet çizgisinde gelen tasavvufu takdir eder. Tasavvufun meşrûiyetini Kur’ân ve sünnetten ortaya koyar. Her meseleyi hakkaniyet içerisinde değerlendirir. İçinde kesinlikle mübalâğa ve mücazefe yoktur. Her daim hak üstün tutulur ve mübalâğa yapmadan hak, hak sahibine iâde edilir.

Bu zaman ve zeminde Bediüzzaman’ın fikri yaklaşımının alternatifi yoktur. Bu prensipler Kur’ânî prensiplerdir. Kur’ândan ilhâmlardır. Bediüzzaman, arama motoru gibi eski âlimlerin eserlerinden ihtiyacımız olan hakîkatleri eserlerine alarak bu asra taşımıştır. Bu ender görülen bir metoddur. Bediüzzaman, selef âlimlerini incitmeden onların doğru hakîkatlerini tasdik, noksan noktalarını tashih etmiştir. Risâle-i Nur ilim ve tasavvuf açısından geleneği özgün olarak kabul ediyor, desteklediği yerler olduğu gibi, tashih ettiği yerler de vardır. Bu duruş Bediüzzaman’a hastır, Bediüzzaman farkıdır ve Bediüzzamancadır. Çünkü Bediüzzaman hakkın tarafında ve hakkın peşindedir. Hakka perde ve gölge olacak noktalarda tavrını hakkın hatırını korumak üzere koymuştur. Bu noktada Bediüzzaman nettir ve merttir.

İslâmı siyasallaştıranlar maddî, Risâle-i Nur ise cihad-ı mânevî metodu uyguluyor. Cihad-ı mânevî metodu müsbet harekettir. Müsbet hareket esâsı, asr-ı saadet gibi alternatifsiz bir metoddur. Batı bizdeki uygulanan çatışmacı anlayıştan kuvvet alıyor. Bediüzzaman çatışma kültürünü müsbet hareket düsturu ve metodu ile kökünden kaldırıyor. Müsbet îmân hizmeti akıl, kalb ve ruhlar üzerinde azim bir tesir bırakıyor. Bediüzzaman’ın müsbet îmân hizmeti metodu asr-ı saadeti asrımıza taşıyor. Bu bir îmân inkılabı ve ihya hareketidir. Maddî değil, mânevî bir hizmettir. İslâmiyet, fikrî anlamda bütün medeniyetlere galip gelmiştir. Risâle-i Nur, bu fikrî galibiyeti temsil eder. Müsbet düşünce, esâsında müsbet hareketin neticesinde meydana gelmiştir.

Hürriyet, îmânın bir hassasıdır. İman ne kadar mükemmel olursa, hürriyet o kadar parlak olur. İnsan hürriyet ve meşveret-i meşrua ile tekâmül eder. Her alanda makes bulmalıdır. Biz insanca-Müslümanca yaşamak için; hürriyet-i şer’iye zemininde, imânın bizlere bahşettiği hürriyetten hakkıyla istifade etmek istiyoruz. Âlem-i İslâm’ın en büyük problemlerinin başında istibdadın içimizde hayat bulması ve hürriyet-i şer’îyenin te’sis edilememesi gelir. İnşâallah istibdadın kırılması ve hürriyet-i şer’iyenin te’sis edilmesi ile âlem-i İslâm nefes alabilir ve rahat edebilir. Bediüzzaman bu vazifeyi ahrar ve hürriyetçilerin yapacağını söyler. “İnşâallah, o Ahrarlar istibdad-ı mutlakı kaldırıp tam bir hürriyet-i şer’iyeye vesile olacaklar.”[7] der.

Medresettüz’zehra tam bir medeniyet projesidir. Din ve fen ilimlerini birlikte okutulur. Akıl ve kalbi ittifak ettirir. İnsanı arş-ı kemâlâta ve evc-i âlâya çıkarır. Medresettüz’zehra prejesi mektep, medrese ve tekkeyi tevhid eder. Bu metoda zaruret derecesinde ihtiyaç vardır. Cehaletin izalesi, münevverü’l kalb ve münevverü’l akıl ile mümkündür. Medresettüz’zehra projesi bu birlikteliği sağlar. Yani “intizam ve tefeyyüz ondan buna geçsin ve fazilet ve diyanet, bundan ona geçsin; tebâdül ile her biri ötekine bir kanat verip zülcenaheyn olsun.”[8] Risâle-i Nur bağımsız bir Kur’ân medeniyetini asr-ı saadete bağlayarak bütün dünyaya ilan etmiştir. İslâm medeniyetini tekrar te’sis etmiş, batı medeniyetini tasfiye ederek Medeniyet-i Ahmediye(asm)’nin inşasının yolunu açmıştır. Medresettüz’zehra projesi bu mânâda da çok ehemmiyetlidir. Mânen vücut bulduğu gibi, maddeten de vücut bulmalıdır.

Nur Talebeleri, Risâle-i Nur’dan aldıkları hakîkat dersleri ile vazifelerini karşılık beklemeden rıza-i İlâhî ile yerine getirmeye çalışırlar. Sırr-ı ihlâs, hiçbir dünyevî menfâati ve neticeyi niyet etmemektir. İçtimâî ve siyâsî hesaplara ve neticelere hizmetleri bina etmemektir. Risâle-i Nur Talebeleri, Risâle-i Nur’dan almış oldukları ders-i hakîkate istinâden ve ittibâen sırr-ı teslimiyetle dünyevî ve uhrevî neticelere hizmetlerini bina etmezler; sırf sırr-ı ihlâs gereği rıza-ı İlâhi ile vazifelerini yaparlar.

Enaniyet asrında şahs-ı mânevînin kevser-i Kur’âniye havuzunda erimekten başka çare yoktur. O havuzda erimeyen hizmet edemez. İsterse dâhi olsun! Zihniyet-i inhisar, hubb-u nefisten gelir. Nefis hep kendine yontar. Tekelcidir nefs-i nâdan! Ayrıca kıskançlık mikrobu, nefsin çöplüğünde mebzul miktarda oynar. Nefis o mikrobu çok istimal eder. Çünkü nefsin mânevî gıdası süfli hissiyattır. Süfli hissiyattan nefsin hissesini kesmek lâzım. Bu ise ancak ve ancak sırr-ı ihlâs ile mümkündür. Sırr-ı ihlâs ise ancak bir cemâatin kevser-i Kur’âniye havuzu olan şahs-ı mânevîde temerküz eder ve oradan âlem-i asgarımıza temessül ve tecelli eder. Karşılığında ise bedel olarak o şakirtlerden tam ve hâlis bir sadakat ve dâimî ve sarsılmaz bir sebat ister.

Her meşrep, kendi müntesibini celbeder. Fıtratın gereği de budur. Fıtratı kendi fıtrî seyrine bırakmak lâzımdır. Tekellüflü izahlardan ve zorlamalı tevillerden kaçınmak gerek. Meşrebî taassup, mânevî bir hastalıktır. Ancak taassub ile hamiyet ayrı hasletlerdir. Birbirine iltibas edilmemelidir. “Hamiyet ise, şiddet-i mevanie(manilerin şiddetine) karşı şiddetle metanet etmektir.”[9] Bir hizmet ekolünün “Hak yalnız benim mesleğimdir.”  veyahut “Güzel benim meşrebimdir.”[10] demediği sürece mesleğini ve meşrebini “hak” yahut “daha güzel” görmesi meşrudur ve sırr-ı ihlâsa aykırı değildir. Meşreben imtizaç edemeyenler, fıtrî temayül ile en yakın meşrebine su gibi akmalıdır. Sel gibi taşmadan, çevresine zarar vermeden, kendi fıtrî mecrasını bulmalıdır. İftirak çıkararak imtizacı ve tesanüdü bozmak müsbet harekete muhaliftir. Risâle-i Nur’un bize izin vermediği yollara başvurmamak lâzımdır. Yoksa sırr-ı ihlâs zarar görür. Zaten şahs-ı mânevî de kendi havuzunda erimeyenlere yol verir. Çünkü bu ve benzeri haller bazen bir zaruret halini alır. “Hayr-ı kesir için şerr-i kalil kabul edilir.”[11] prensibi devreye sokulur. Vazîfemiz, ihlâs, sebat, tesanüd, mümkün olduğu kadar ihtiyatla, sırren tenevveret irşad-ı Alevîyi fiilen tasdik etmek, ona göre hareket etmektir.

İnsan, harekâtını Canab-ı Hakkın vazifesine bina etmemelidir. İmân hizmeti, îmân hakâiki, bu kâinatta herşeyin fevkindedir, hiçbir şeye âlet ve tâbi olamaz. Sırr-ı ihlâs, karşılığında dünyevî ve uhrevî karşılık beklemeden amel yapmaktır. Bizim vazifemiz rıza-yı İlahîye göre sırf hizmet-i îmâniyeyi yapmaktır. Neticesi Allah’a aittir. Tarîk-ı Hakta çalışan ve mücahede edenler, yalnız kendi vazîfelerini düşünmek lâzım gelir. Canab-ı Hakkın vazifesine karışmazlar. Hizmette zahiren mağlûp da görünsek, kuvve-i mânevîyemize ve hizmetimize noksanlık vermeyecek. O noktada kanâat etmek lâzımdır. Vazîfemiz, ihlâsla Kur’ân’a hizmet etmektir. Bizi muvaffak etmek ve halka kabul ettirmek ve muarızları kaçırmak ise, o vazîfe-i ilâhiyedir.

Abdülbâkî Çimiç

[email protected]


[1] Lem’alar, s.404

[2] İbrahim Sûresi, 14:4

[3] Emirdağ Lahikası-I, s.181

[4] İbrahim Sûresi, 14:4

[5] Şualar, s.1121

[6] Sözler, s.873

[7] Emirdağ Lahikası-II, s.520

[8] Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat), s.292

[9] Eski Said Dönemi Eserleri(Münazarat), s.214

[10] Lem’alar, s.375

[11] Mektubat, s.71

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir