Bedîüzzamân ve Urfa

Bediüzzaman ve Urfa

Bedîüzzaman ile Urfa şehri arasındaki münasebet önemlidir. Bu münasebetin târihî açıdan da önemi bilinmektedir. Urfa, târihî olarak mânevîyat ihtiva eden bir şehir olması ve bu târihî seyir içinde pek çok hadisenin yaşanması hasebiyle tarihimizin sayfalarında altın harflerle yazılıp yâd edilmiş ve pek çok muhterem zatların-ki başta enbiyâlar ve evliyâların- yaşadığı şehirdir. Bediüzzaman’ın lisânında “Urfa taşıyla, toprağıyla mübarektir.”[1] Ayrıca “Şimdi Şam’a, Halep’e yakın olan Urfa’da bir Medrese-i Nuriye ileride teşekkül etmesini kuvvetli ümit ediyoruz.”[2] der. Urfa Peygamberler diyarı olarak bilinir ve Eyyûb (as)’ın kabr-i şerifi Urfa sınırları içerisinde bulunmaktadır. Ayrıca evliyâullahtan olan Şeyh Hayâtü’l-Harrânîve Hz. Hüseyin Efendimiz’in torunlarından İmam Bakır Hazretleri gibi pek çok zat da yine bu topraklarda yaşadığı bilinmektedir. Şeyh Hayâtü’l-Harrânî(ra) de Urfa’da medfun bulunmakta ve  vefatından sonra halen tasarrufu devam eden ehl-i kemal zatlardan biridir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle de “Mâruf-u Kerhî denilen bir kutb-u âzam ve Şeyh Hayâtü’l-Harrânî denilen bir kutb-u azîm, Hazret-i Gavs’tan sonra mematları hayatları gibidir.”[3]

Bediüzzaman Urfa’da…

1910 yılının yaz aylarından sonra Diyarbakır’dan Urfa’ya gelen ve burada bir hafta kalan Bediüzzaman Hazretleri’nin Urfa’dan Birecik’e, Birecek’ten Gaziantep’e, daha sonra da Kilis’e ve oradan Halep’e geçip 1911 yılının başlarında Şam’a gittiği biliniyor. Bediüzzaman Hazretleri Urfa’ya ömründe iki defa uğramıştır. Biri 1911 târihi başlarında Şam Emeviye Camii’nde içinde on bin kişinin ve Arap ulemasından meşhur yüz âlim zatın bulunduğu, daha sonra Hutbe-i Şamiye ismiyle basılan hutbesini okuduğu Şam-ı Şerif’e giderken uğrayıp, Urfa Yusuf Paşa Camii’nde halka hitap ettiği bilinmektedir. Diğer gelişi ise ömrünün son demlerinde olmuştur. Bediüzzaman, Urfa’ya ilk geldiğinde ilk önce medreseleri ziyaret eder. Medrese hocaları ve talebelerine Medresetü’z-Zehra hakkındaki düşüncelerini açıklar. Medreselerde kaldığı birkaç gün içinde dinî ve sosyal konularda sohbetler yapar. Daha sonra çevre köyleri dolaşmaya çıkar. Suruç’a kadar gider. Suruç ve çevre köylerini gezdikten sonra tekrar Urfa’ya döner. Bir gün Sarayönü Caddesi’nde yürüyüşe çıkar. Giydiği kıyafeti her zaman olduğu gibi dikkat çekicidir. Belinde tabancası, gümüş saplı kaması, elinde kamçısı ve dizlerine kadar gelen çizmeleri vardır. Bol elbisesi ve gür bıyıkları ile iki polisin dikkatini çeker. Giyinişi ağalara benziyordur. Ama polisler onu hiçbir Urfalı ağaya benzetememişlerdir. Kendisine müdahale ederler. Birkaç şey sorarlar. Neden böyle giyindiği şeklinde sözler söylerler. Aralarında tartışma çıkar. Bir polise vurduğu tokattan dolayı polisin dişi kırılır. Bunun üzerine kendisini Emniyet Müdürlüğü’ne götürürler. Bu olay, Urfa’da hemen yayılır. Urfa Milletvekili Siverekli Ali Efendi ile Badıllı Said Bey de bunu duyarlar. Siverekli Ali Efendi, Bediüzzaman’ı İstanbul’da iken görmüştür. Kendisini tanıyordur. İkisi birlikte Emniyet Müdürlüğü’ne giderler. Siverekli Ali Efendi, “Ne yapıyorsunuz, gözünüz kör ola. Bu zat, Bediüzzaman Molla Said-i Meşhur’dur!” der. Emniyet Müdürü ve polisler, Bediüzzaman’dan özür dileyip ellerine sarılırlar. Siverekli Ali Efendi, Bediüzzaman’ı alır, evine götürür. Bediüzzaman, bir hafta Siverekli Ali Efendi’nin evinde misafir kalır. Bediüzzaman’ın Urfa Yusuf Paşa Camii’nde bir konferans vereceği ilan edilir. Büyük bir dinleyici kitlesi toplanır. Avluya bir masa ve bir sandalye konulur. Bediüzzaman, camiye gelince sandalyede oturur. Gümüş saplı kamçısını masaya bırakır. Bir eliyle alnını tutmuştur. Caminin avlusu, eyvanları, evlerin üstü tıklım tıklım insan dolmuştur. Başını kaldırır. Gelen dinleyicileri birer birer süzer. Konferans; her Müslüman’ın, İslâm dinini bilmesi, dünyanın gelişmelerinden haberdar olmasının önemi, nemelazımcılık ve işi başkasına havale etmemesi gibi konular hakkındadır. Bediüzzaman, konferansın bir yerinde Suruç’taki köylüyle arasında geçen olayı da örnek olarak anlatır. Bu konferans bir buçuk saat sürmüştü.[4] Bediüzzaman, Yusuf Paşa Camii Medresesi’nde de birkaç gün kaldıktan sonra Birecik’e geçer.

Bediüzzaman:  “Urfa Taşıyla, Toprağıyla Mübarektir”

“Ben çok zaman evvel bekliyordum ki Urfa tarafından Nurlara karşı kuvvetli eller sahip çıksın. Çünkü orası hem Anadolu’nun, hem Arabistan’ın, hem Şark’ın bir nevi merkezi hükmündedir. Nurlar orada yerleşse o üç memlekette intişarına vesile olur. Cenâb-ı Hakk’a hadsiz şükürler ediyorum ki: O havalinin dindarları ve hamiyetkârları sahip çıkmağa başladılar. Ben de kendi paramla aldığım ve zehir hastalığının fazla rahahsızlığı içinde tashih ettiğim bana mahsus bir kısım mecmualarımı onlara gönderiyorum. Çok yerlerden ve çok mühim zatlar istedikleri halde ben Urfa’yı her yere tercih ediyorum, Urfa medrese-i Nuriyesine veriyorum. İnşâallah bir kısım daha onlara göndereceğim. Orada  inşâallah Kur’ân’a ve îmana tam hizmet edecek. Orayı Isparta’daki Medreset-üz-Zehra ve Mısır’daki Câmi-ül-Ezher’in küçük bir nûmunesi haline getirmeğe vesile olmağa ve Şam ve Bağdat’taki medrese-i İslâmiye’nin bir nûmunesini yapmağa yol açmalarını rahmet-i İlâhiyyeden ümid ediyoruz. Hem mâdem Risale-i Nur’un mesleği hıllettir. Ve Urfa ise, İbrahim Halîlullah’ın (as) bir menzilidir. İnşâallah bu meslek-i hıllet-i İbrahimiyye orada parlayacaktır. Hem ihtimal-i kavîdir ki; bu dehşetli, semli hastalıktan kurtulsam, gelecek kışta Urfa’ya gitmeyi cidden arzu ediyorum. Bütün Urfa halkına, çoluk ve çocuğuna ve mezarda yatanlarına her sabah dua ediyorum. Ve bütün Urfalılara selâm ediyorum. Urfa taşıyla, toprağıyla mübarektir. Ben çok hastayım. Onlar da bana dua etsinler.[5] Bediüzzaman’ın bu mektubundaki“Çok yerlerden ve çok mühim zatlar istedikleri halde ben Urfa’yı her yere tercih ediyorum” cümlesiyle neşredilen eserleri kastetmesine rağmen, son nefesini vermek istediği yeri de  (Allah u âlem) bizlere haber vermiş olduğunu düşünüyoruz. Bir diğer rivayette“Niçin bu hasta halinizle Urfa’ya kadar geldiniz?” diye sorulduğunda: “Kardeşim rüyamda pederim İbrahim (as)’ı gördüm. Beni Urfa’ya çağırdı.” diye cevap verir.

Ben de Senin Ağanın Cebinde Olan Aklınla Konuşurum

Bediüzzaman, kısa sürede Şark vilayetlerini gezmeye başlar ve bölge genelinde yaptığı seyahatler sırasında, Diyarbakır’dan Urfa’ya gitmiş; hemen ardından Urfa’nın çevresindeki bazı bölgeleri ve mahalleri ziyaret ettikten sonra tekrar Urfa’ya dönmüştür. Bu esnada bir gün, Yusuf Paşa Camii’nin bahçesinde toplanan büyük bir topluluğa hitap eder. Konuşmasında, yaptığı ziyaretler sırasında bir çiftçiyle aralarında geçen diyalogu aktarır. Bediüzzaman, çiftçiye önce o beldedeki ziraatın durumunu sorar. Çiftçi kendisine “Ağamız (veya aşiret reisi) bilir.” cevabını verir. Ardından, çiftçiye hangi soruyu yöneltmişse, hep aynı cevabı alır. Bunun üzerine Bediüzzaman, ona, “Ben de senin ağanın cebinde olan aklınla konuşurum” der. Ardından ona, her şeyi ağaya havale etmemesini; müteşebbis olmasını, köyün meselelerinden haberdar olması gerektiğini anlatır. Bu misalden sonra Bediüzzaman, kendisini dinleyen kalabalığa, aynı doğrultuda iki saat vaaz ve nasihatlerde bulunur.”[6] Görüldüğü gibi Bediüzzaman, Şark insanlarının ilerleme ve gelişme imkânının kendi ellerinde olduğunu muhataplarına vurgulamak ister. Milletin hâkimiyeti, bundan ibarettir.

Bir Büyük Adama, Bir Velîye, Bir Şeyhe ve Bir Büyük Âlime Karşı Nasıl Hür Olacağız?

Bir defasında, ağalar, büyükler ve şeyhler tarafından şekillendirilen geleneksel kabile toplumunda beylerin ve ağaların konumlarının nasıl olması gerektiğine dair bir soruya şöyle cevap verir:

Sual: “Bir büyük adama, bir velîye, bir şeyhe ve bir büyük âlime karşı nasıl hür olacağız? Onlar, meziyetleri için bize tahakküm etmek haklarıdır. Biz onların faziletlerinin esiriyiz.[7]

Bediüzzaman bu soruya şöyle cevap verir: “Velâyetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe’ni tevazu ve mahviyettir; tekebbür ve tahakküm değildir. Demek, tekebbür eden, sabiyy-i müteşeyyihtir; siz de büyük tanımayınız.[8]  Ayrıca “Manen her bir zamanın bir hükmü ve hükümrânı vardır. Sizin ıstılahınızca o zamanın makinesini çeviren bir ağa lâzımdır. İşte zaman-ı istibdadın hâkim-i mânevîsi kuvvet idi. Kimin kılıncı keskin, kalbi kâsi olsa idi, yükselirdi. Fakat zaman-ı meşrutiyetin zembereği, ruhu, kuvveti, hâkimi, ağası haktır, akıldır, marifettir, kanundur, efkâr-ı âmme’dir. Kimin aklı keskin, kalbi parlak olursa yalnız o yükselecektir. İlim yaşını aldıkça tezayüt, kuvvet ihtiyarlandıkça tenakus ettiklerinden kuvvete istinat eden kurun-u vusta hükümetleri inkıraza mahkûm olup, asr-ı hazır hükümetleri, ilme istinad ettiklerinden Hızırvâri bir ömre mazhardırlar.”[9] Bediüzzaman, aslında bu yaklaşımıyla, bey ve ağalara hücum etmiyordu. Buna karşılık, dünyanın ve insanlığın geldiği noktadan habersiz olmanın ve gelişmelere duyarsız kalmanın zararlarından bahsediyordu. Bununla da kalmıyor, takip etmek zorunda oldukları temel çizgiyi tarif ediyordu. Ağa ve beylerin, yeni meşrutî sistemde milletin ve insanların hizmetçisi olması gerektiğini ifade eden Bediüzzaman, sözlerine şöyle devam etti: “Ey Kürtler! Sizin bey ve ağa, hatta şeyhleriniz dahi eğer kuvvete istinat ile kılınçları keskin ise, bizzarure düşeceklerdir. Hem de müstahaktırlar. Eğer akla istinat ile cebir yerine, muhabbeti isti’mâl ve hissiyatı efkâra tâbi’ ise, o düşmeyecek belki yükselecektir.”[10]

Yalnız Hakkın Hatırı Kırılmasın

Bediüzzaman’ın aşiret ağalarına yönelttiği temel eleştirilerden bir diğeri, Münâzarât’ın başka bir yerinde karşımıza çıkar. Burada, “Şimdiki rüesaya tevbih ve ta’nifte hakkım yoktur. Ben taşımı sabıka atıyorum. Bazılarının hatırı kırılsa da mazur tutulsun. Yalnız hakkın hatırı kırılmasın. Zira, milletin hatırı, onların hatırından daha âlî, daha galîdir.[11] diyerek, şimdiki reisleri değil, önceki reisleri hedef aldığını belirtmiş ve onları “istibdadın seyyiatından” bir hata olarak tarif etmiştir. Bu önemli hata ise, “Bazı rüesa ile haksız olarak millete fedakârlık iddia eden sahtekâr hamiyetfüruşlar veya velâyeti dâvâ eden ehliyetsiz bazı müteşeyyihlerdir.[12]diye ifade ederek milliyet duygusunu söndürmeleri; milletin tüm unsurlarından meydana gelen şahs-ı mânevîyi öldürerek ve o şahs-ı mânevîye zarar vererek milletin maddî ve mânevî kaynaklarını kurutmalarıdır.

Zaman Cemaat Zamanıdır

Milletin veya bir sosyal grubun şahs-ı mânevîye sahip olduğuna dair fikir ve değerlendirmeler, Risale-i Nur’un muhtelif yerlerinde sıklıkla karşımıza çıkar. İçinde yaşadığı dönemi ve şartları “Zaman cemaat zamanıdır. Cemaatin ruhu olan şahs-ı mânevî eğer müstakim olsa, ziyade parlak ve kâmil olur. Eğer fena olsa, pek çok fena olur.[13] şeklinde tarif eden Bediüzzaman, Şark insanının yerine getirmesi gerekli bazı vazifeleri, işte bu zaviyeden dile getirir. Bu vazifelerin en başında ise, dar çerçeveli geleneksel menfaat ve bağlılıkları aşmak; fikir ve düşünce ufkunu geliştirmek ve İslâm milliyetine dâhil olma şuurunu elde etmektir. Bu istikamette, aşiret mensuplarına şunları söyler: “Bir menfaat veya cüz’i bir haysiyet veya itibari bir şeref için veya “Filân yiğittir” sözlerini işitmek gibi küçük emirlere hayatını istihfaf eden veya ağasının namusunu isti’zam için kendini feda eden kimseler, eğer uyansalar, hazinelere değer olan İslâmiyet milliyetine, yani üç yüz milyon İslâm’ın uhuvvetlerini ve mânevî yardımlarını kazandıran İslâmiyet milliyetine, binler ruhu da olsa, acaba istihfaf-ı hayat etmezler mi?[14]

Biz Ölsek, Milletimiz Olan İslâmiyet Haydır, İlelebet Bâkidir

Bediüzzaman’a göre, İslâm’ın yüksek ahlâkî değerlerinin önemli bir parçası ve zarûrî bir şartı, ferdin kendi hayatını, gerektiğinde milleti için feda edebilmesi ve bu yönde kararlılığa sahip olabilmesidir. Ancak, geçen zamanla ve değişen şartlarla birlikte, Müslümanlara ait olan böylesi yüce ve yüksek ahlâkî bir vasıf, gayr-i müslimler tarafından âdeta çalınmış, yani onlar bu değere sahip çıkmaya başlamışlardır. Bu da, batı medeniyetinin ve ilerlemelerin temelini oluşturmuştur. Hemen ardından, Müslümanların yerine getirmeleri gereken sorumlulukları şöyle izah eder: “Biz ruhumuzla, canımızla, vicdanımızla, fikrimizle ve bütün kuvvetimizle demeliyiz ki: “Biz ölsek, milletimiz olan İslâmiyet haydır, ilelebet bâkidir. Milletim sağ olsun. Sevâb-ı uhrevi bana kâfidir. Milletin hayatındaki hayat-ı maneviyem beni yaşattırır; âlem-i ulvide beni mütelezziz eder.”[15]

Abdülbâkî Çimiç

[email protected]


[1] Emirdağ Lahikası-II, 2013, s. 785

[2] Emirdağ Lahikası-II, 2013, s. 529

[3] Barla Lahikası, 2013, s.536

[4] Mufassal Tarihçe-i Hayat, Cilt-I, s.273-274

[5] Emirdağ Lahikası-II, 2013, s. 784

[6] Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi, 1974 Baskı, s.111

[7] Eski Said Dönemi Eserleri(Münâzarât), 2013, s.239

[8] Age, s.239

[9] Eski Said Dönemi Eserleri(Münâzarât), 2013, s.217

[10] Age, s.217

[11] Age, s.266

[12] Age, s.266

[13] Tarihçe-i Hayat, 2013, s.225

[14] Eski Said Dönemi Eserleri(Münâzarât), 2013, s.138

[15] Eski Said Dönemi Eserleri(Münâzarât), 2013, s.139

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir