Kalb ve İlhâm

İlhâm, kelime karşılığı anlamıyla, “bir şeyi birden yutturmak” anlamındadır. Kalbe bir şeyin ilkâsı; ‘kalbe feyiz yoluyla ilka’ edilen mânâ” demektir. İlhâm, belli bilgi vâsıtalarına başvurmadan Allah tarafından insanın kalbine veya zihnine indirilen mânâdır. Ya da feyiz yoluyla kalbe gelen mânâ, kalbte meydana gelen, delilsiz olarak anlaşılan ve insanı ibâdet ve amel etmeğe götüren ilimdir. Sâlihlerin, iyi kimselerin kalbine gelen İslâmiyet’e uygun mânâlar makbûldür. Çünkü insanın kalb-i mânevîsinde melek-i ilhâm denilen bir nokta vardır ki, ilhâm meleği oradan ilhâm eder. Melek-i ilhâm, insanlara iyi şeyler yapmayı ve kötü şeylerden çekinmeyi ilhâm eden melektir.

Kur’ân’da İlhâm

Kur’ân-ı Kerim’de; ‘ilhâm’ kelimesi sadece şems sûresi sekizinci ayette geçer. Hz. Musa(as)’nın annesine gelen ilhâm, ilhâm konusunda bize ufuk açıcı mesajlar verir. “Çocuğunu emzir. Onun başına bir şey gelmesinden korktuğunda, onu (sandık içinde) denize bırak korkma ve üzülme! Biz onu sana tekrar kavuşturacağız ve onu peygamberlerden yapacağız.”[1] Bu olayda ilhâmın şu üç hususiyeti karşımıza çıkar: Yönlendirme, teselli, müjde…

Bu ilhâmlar, kutsî bir teselliye muhtaç olduğunda gelmektedir. Şüphesiz ilhâma mazhar tek insan Hz. Musa(as)’nın annesi değildir. Gerek veli, gerek şâir, gerekse sanatkâr insanlar genelde ilhâma mazhar kimselerdir. İfrat bir kısım tasavvuf ehli, ilhâmı, vahiy gibi zanneder ve ilhâmı vahiy nevinden telâkki eder, hataya düşer. Vahyin derecesi ne kadar yüksek, küllî, kudsî olduğu ve ilhâmat ona nisbeten ne derece cüz’î ve sönük olduğu malûmdur.

Sâdık İlhâmlar

Risale-i Nur’da “Sâdık ilhâmlar, gerçi bir cihette vahye benzerler ve bir nevi mükâleme-i Rabbâniyedir.”[2] şeklinde ifâde edilir. İlhâmın ekseri vâsıtasız olmasıdır. Padişah-ı Ezelînin, umûm âlemlerin Rabbi ismiyle ve kâinat Hâlıkı ünvanıyla, peygamberlerle vahiyle ve vahyin hizmetini gören şümullü ilhâmlarıyla mükâlemesi olduğu gibi; herbir ferdin, herbir zîhayatın Rabbi ve Hâlıkı olmak haysiyetiyle, husûsi bir sûrette, fakat perdeler arkasında onların kábiliyetine göre bir tarz-ı mükâlemesi ilhâm iledir. İlhâm gölgelidir, renkler karışır, umûmîdir. Melâike İlhâmları ve insan İlhâmları ve hayvanat İlhâmları gibi, çeşit çeşit, hem pek çok envâlarıyla, denizlerin katreleri kadar kelimât-ı Rabbâniyenin teksirine medar bir zemin teşkil ediyor.

İlhâma mazhar olmak

İlhâma mazhar zatlar, günlük hayatın akışı içinde başkalarının göremediğini görürler, sezemediğini sezerler, hissedemediğini hissederler. İnsan kalbi her zaman aynı ahvalde olmadığı gibi, ilhâm hâli de dâimî değildir. Hz. Yakup(as)’un durumu bunu açıkça göstermektedir. Yakınında bulunan Kenan kuyusundaki Yusuf’un durumunu bilmezken, yıllar sonra mısır gibi uzak bir yerden onun kokusunu duymuştur. Hz. Yakup(as)’a bunun sebebi sorulduğunda şöyle der; “Bizim halimiz şimşekler gibidir; bazan görünür, bazan saklanır. Bazı vakit olur ki, en yüksek mevkide oturup her tarafı görüyoruz gibi oluruz. Bazı vakitte de ayağımızın üstünü göremiyoruz.”[3]

İlhâma nasıl ulaşılır?

İmam-ı Gazzâlî, ilhâma ulaşılması için şu üç hususiyetin bulunması gerektiğini söyler: Sadık bir irâde, tam bir susuzluk, devamlı Allah(cc)’ın rahmet tecellilerini müşâhede etmek.

Her insanda kalbi işletip ilerleyebilecek bir potansiyel vardır, ama bu ise ciddi bir kararlılık ve kuvvetli bir niyetle, samîmî dualarla ve ihlâslı amellerle mümkün olacaktır. Ebû Eyyub’den (ra) rivâyetle: “Kim kırk gün ihlâsla Allah’a kulluk ederse, kalbinden diline hikmet pınarları akar.”[4] Buna binâen “Eskiden kırk günden tut, tâ kırk seneye kadar bir seyr-ü sülûk ile bazı hakáik-i imâniyeye ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise, Cenâb-ı Hakkın rahmetiyle, kırk dakikada o hakáike çıkılacak bir yol bulunsa, o yola karşı lâkayt kalmak elbette kâr-ı akıl değil. İşte, otuz üç adet Sözler, böyle Kur’ânî bir yolu açtığını, dikkatle okuyanlar hükmediyorlar.”[5]

Abdülbâkî Çimiç

[email protected]


[1] Kasas Suresi, 7

[2] Şualar, s.212, Y.A.N.İstanbul 2017

[3] Mektubat, s.87, Y.A.N.İstanbul 2017

[4] Ebû Nuaym’ın H/Asinden, 6:43, Hadîs No: 8361, Camiussağir – 361

[5] Mektubat, s.41, Y.A.N.İstanbul 2017

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir