“Kim ne isterse benden sorsun”

Bediüzzaman’a İstanbul’a gelmeden evvel bir gün Tahir Paşa, “Şark ulemasını ilzam ediyorsun, fakat İstanbul’a gidip o denizdeki büyük balıklara da meydan okuyabilecek misin?”[1] demişti. Bediüzzaman İstanbul’a geldiğinde bir süre sonra ulemayı münâzaraya davet etti. Bunun üzerine İstanbul’daki meşhur âlimler grup grup ziyarete gelip sualler soruyorlar ve o hepsinin de cevaplarını sahîh olarak veriyordu. Bundan maksadı, Şarkî Anadolu’daki ilim ve irfan faaliyetine nazar-ı dikkati celb etmekti. Yoksa Molla Said, kat’iyen hodfuruşluğu sevmezdi. Her türlü gösteriş ve âlâyişten müberra olarak hareket ederdi. İlim, cesaret, hafıza ve zekâ itibarıyla pek hârîka idi. Aynı derecede, belki daha ziyade olarak, halis ve muhlis idi. Tasannu ve tekellüften kat’iyen hoşlanmazdı. İstanbul’daki ikâmetgâhının kapısında(Şekerci Hanı) şöyle bir levha asılı idi: “Burada her müşkül halledilir, her suale cevap verilir; fakat sual sorulmaz. HAŞİYE[2] İstanbul’da grup grup gelen ulemanın suallerini cevaplandırıyordu. Genç yaşında böyle bilâ istisna bütün suallere cevap vermesi ve gayet muknî ve beliğ ifade ve hârîka hal ve tavırlarıyla, ehl-i ilmi hayranlıkla takdire sevk ediyordu. Ve “Bediüzzaman” ünvanına bihakkın lâyık görüyorlar ve bu fevkalâde zâtı, bir “nâdire-i hilkat” olarak tavsif ediyorlardı.[3]

Bediüzzaman’ın Şekerci Hanı’ndaki acib “Kim ne isterse benden sorsun?” levhasını astığını bizzat kendi ifadelerinden takip edelim: “Ben Hürriyet’ten evvel İstanbul’a gelirken, yolda bir iki ilm-i kelâma ait kitaplar elime geçti. Dikkatle mütalâa ettim. İstanbul’a geldikten sonra, sebepsiz olarak hem ulemayı, hem mekteb muallimlerini münâzaraya, “Kim ne isterse benden sorsun.” diye ilân ettim. Medar-ı hayrettir ki; münâzaraya gelenler, bütün sordukları sualler, yolda mûtalâa ettiğim ve hafızamda kaldığı mes’elelerdi. Hem feylesofların sordukları sualler, hafızamda bulunan meselelerdi. Şimdi anlaşıldı ki, o fevkalâde muvaffakiyet ve benim de haddimden çok ziyade o hodfuruşluk ve mânâsız izhâr-ı fazilet ise, ileride Risale-i Nur’un İstanbul’ca ve ulemaca makbuliyetine ve ehemmiyetine zemin ihzar etmek imiş.”[4] (Sadık bir hissikablelvuku ile yolda soruların cevabı talim ettiriliyor. Belli ki; bir münazara müzakere bombası patlatılacak. Şark eğitim tamam da.. İstanbul uleması her şeye tepeden bakmaya alışmış. Hele Van’dan gelen 29 yaşında; şalvarlı, çizmeli, hançerli, basit sarıklı bir gence nasıl bakarlar? Fatih Camii’ nde önce alaya alınıyor, sonra verdiği cevaplar çarpıcı geliyor. Sonra tanımamazlık, küçümseme ve bunu herkes bilir vb anlayışı. İşte bu noktada meydan okuma kaçınılmaz. Çünkü; asrın görevlisi Sözler sahibi; İstanbul’ dan duyulmalı ve her suale cevap vermeli, rakiplerini ikna ve ilzam etmeliydi. Yoksa sonraki hizmetine aşılmaz bir takoz olurdu. Bu meydan okuma isteyerek çok bilerek yaptığı bir şey değil, istihdam ve ileriki senelerdeki hizmetlerine bir hazırlıktı.) Başka bir eserinde de şöyle diyor: “…Ve Hürriyet’ten altı ay evvel İstanbul’da hem ulemayı hem de mekteplileri münâzaraya davet edip, kendisi hiç sual sormadan suallerine noksansız olarak cevap veren.”[5]

Bediüzzaman’ın bu ikinci beyanından anlaşılan; o, İstanbul’a hemen gelir-gelmez ulemayı münâzaraya da’vet etmiş değildir. Belki belirtildiği üzere; evvela Medreset-üz-Zehra’sı için padişahla görüşmek istemesi, fakat görüşememesi, nihayet bir dilekçe ile Mabeyn-i Hümayun’a[6] müracaat etmek sûretiyle teşebbüse geçmesi, amma yine de bir netice elde edememesi sonunda nazar-ı dikkatleri Şark’taki ilime ve insanlarının kabiliyetine çekmek niyetiyle bu ilânı İstanbul’a geldikten 2-3 ay sonra, yani Üstad’ın beyaniyle, bu ilânı İkinci Meşrutiyet’in ilânından altı ay evvel yaptığı, o ise Şubat veya Mart 1908’de vaki’ olduğu görülmektedir.

Merhum yeğeni Abdurrahman’ın yazdığı ise: “Bediüzzaman, Şark’tan İstanbul’a gelmek üzere iken, Eski Van valisi Tahir Paşa’nın ona: “Kürdistan ulemasını ilzam ediyorsun, fakat İstanbul’a gidip de o denizlerdeki büyük balıklara meydan okuyamazsın!” mealinde söylediği söz üzerine, İstanbul’a varır varmaz, hemen ulemayı münâzaraya davet etti” şeklindeki ifadesi ile; Bediüzzamanın o acib münâzara ilanına sebep olarak, sadece o ta’rize bağlanması bizce uygun olmadığı gibi; hikmeti de sadece o değildir. Hem de üstadın bizzat yukarıdaki beyanlarında, târih sıralamasına göre muvafık düşmemektedir. Belki yukarda tespit edildiği üzere, onun niyeti, padişahın ve o zamanki hükümet icraatını elinde tutan “Mabeyn”in nazar-ı dikkatini Şark vilâyetlerine celbetmek ile, pek büyük bir hizmeti yaptırmak niyeti idi ki; İstanbul’a geldikten iki üç ay sonra bu ilânı tertib etmişlerdir.”[7]

Abdülbâkî Çimiç

[email protected]


[1] Tarihçe-i Hayat,2013, s.83

[2] Haşiye: Burada şunu ilâveten beyan etmek icap eder ki: Said Nursî’nin hayatının son otuz-kırk senesinde, din-i İslâma ve Kur’ân’a hizmet cihetinde fevkalâde bir rahmet ve inayetle Risale-i Nur ihsan edildiğinden ve âlemşümûl bir mânevî cihad-ı diniye ve hizmet-i Kur’âniyede bulunduğundan anlaşılmış ve sonra kendileri de bir mânevî ihtârla kaleme almışlardır ki, onun hayatı bir intizam dairesinde geçiyordu. Yani, ileride mühim bir hizmet-i Kur’âniyede bulunacağı için, Cenâb-ı Hak o hizmet-i Kur’âniyeye zemin hazırlamak hikmetiyle, Said’i fevkalhad şartlar içerisinde ve fevkalâde inayet altında harîka bir zekâ ve deha ile mücehhez olarak istihdam ve istimal ediyordu. Onun için, Tarihçe-i Hayat’ın başında beyan edildiği vecihle, onun hayat ve ahvâline bu nokta-i nazarla bakmak lâzımdır. Ve hattâ kendisi Hürriyet’ten evvel birçok talebelerine, dostlarına, ”Bir nur görüyorum, istikbale büyük ümitlerle bakıyorum” diye, ehemmiyetli bir Kur’ân hizmetinin vuku bulacağını haber veriyordu. Bir hiss-i kablelvuku ile, Risale-i Nur’un şimdiki mânevî hizmet-i Kur’ânîye ve imaniyesini, o zamanları siyaset âleminde olacak zannedip, bütün kuvvetiyle İstanbul’da siyaseti dine, Kur’ân’a âlet ederek çalışıyordu.(Tarihçe-i Hayat, 2013, s.83)

[3] Tarihçe-i Hayat, 2013, s.83

[4] Emirdağ Lahikası-I,2013, s.509

[5] Lem’alar, 2013, s.416

[6] Mabeyn-i Hümayun: Osmanlı sarayında devlet işlerinin görüldüğü mekân.

[7] Mufassal Tarihçe-i Hayat, Cilt-I, s.180

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir