Vicdanın anâsır-ı erbâası(dört unsuru) ve ruhun dört havâssı(hassesi, duygusu):”İrade, zihin, his, latife-i rabbaniye”[1]dir.
Ruhun bu dört havâssının her birinin bir gayâtü’l-gayâtı vardır. Yani her bir havâssın nihayi ulaşacağı bir zirve noktası, erişilmek istenen asıl amaca ulaşmaya vesile olan gayesi vardır.
1.İradenin ibadetullahtır. Yani iradenin gâyeti ibadet-i Rahmânîdir. Allah, insanın ruhuna yerleştirmiş olduğu irade borazanını aslî olarak kendisine ibadet etmesi için vermiştir. İbadet, Allah’ın emirlerini yapmak ve nehiylerinden sakınmaktır. İrade ise, bir fiil öncesindeki tercih kabiliyetidir. İnsan kendisine verilen iradeyle Allah’ın emrettiklerini yapmalı, nehyettiklerini yapmamalıdır. Yani irademize Cenab-ı Hakk’ın emir ve yasakları yön vermelidir. İrademizi ibadet tercihinde kullanmalıyız. İnsan, iradesini sû-i istimâl etmezse, Allah’a ibadette kullanarak rıza makamına ulaşabilir. Böylece irade ibadetullahta gayâtü’l-gayâta sevk olunmuş olur. Zaten insanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi Hâlık-ı Kâinatı tanımak ve Ona iman edip ibadet etmektir. Böylece insanın vazife-i fıtratı mârifetullah ve iman-ı billâhtır ve iz’an ve yakîn ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir.
2.Zihnin marifetullahtır. Burada zihinden maksat, esmâ-i ilâhiyyeyi keşfedecek olan akıldır. Marifetullah, Allah bilgisi demektir. Allah’ı isim ve sıfatlarıyla tanımak ve bu isim ve sıfatların tecellisini masnuatta görmektir. Hakîkî marifetullah ise, Allah’ın zatının künhü ile olan bir marifet değil, belki ancak O’nun ef’âl ve âsarıyla olan bir marifettir. Zihnin asıl gâyesi, eşyadaki esma tecellilerini mana-i harfi ile okumak ve eşyadan ef’âle, ef’âlden esmâya, esmâdan evsafa, evsaftan şuunata, şuunat-ı ilâhiden Zat-ı Akdes’e geçmektir. Bir bilgi ne zaman bizi Allah’a ulaştırıyorsa, o bilgi o zaman marifetullaha ulaşmış olur. Zaten “İnsaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman‑ı billâh içindeki marifetullahtır.”[2] İnsan, ebed için yaratılmıştır. Onun hakikî lezzetleri, ancak marifetullah, muhabbetullah, ilim gibi umur-u ebediyededir. Dünyanın lezzetleri, zevkleri ve ziynetleri, Hâlıkımızı, Mâlikimizi ve Mevlâmızı bilmediğimiz takdirde Cennet olsa bile Cehennemdir. Bilhassa, şefkatin ateşini söndürecek mârifetullahtan başka birşey var mıdır? Evet, marifetullah olduktan sonra, dünya lezzetlerine iştiha kalmaz. Çünkü “Hakikî marifetullah ve kemâlât-ı insaniye terk-i mâsivâ ile olur.”[3]
3.Hissin muhabbetullahtır. Muhabbetullah, Allah sevgisi, Alllah’a muhabbet demektir. Kalbin hakiki vazifesi bu muhabbete mazhar ve mahal olmaktır. Zaten zihin vazifesini yaparak Cenab-ı Hakkın isim ve sıfatlarını keşfettiğinde, ister istemez kalbte Allah’a muhabbet hâsıl olacaktır. Allah’ı bilmek olan marifetullah, Allah’a muhabbetin tohumudur. Bir kalbe marifetullah tohumu düşerse o kalbte muhabbetullah ağacı neşv-ü nema bulur. Kişi sevdiğini, tanıdığı ve bildiği nispette sever. İnsan da Allah’ı ne kadar tanırsa, o nispette sever. Hem “Muhabbet şu kâinatın bir sebeb-i vücududur. Hem şu kâinatın rabıtasıdır, hem şu kâinatın nurudur, hem hayatıdır.”[4] Bir insan en evvel muhabbetini Allah’a verirse, onun muhabbeti dolayısıyla Allah’ın sevdiği herşeyi sever. Muhabbetullah, Sünnet-i Seniyyenin ittibâını istilzam edip intaç eder. Böylece kemâlât-ı insaniyenin en mühimi ve en büyüğü, belki bilcümle kemâlât-ı insaniyenin menbaı ve esası, iman-ı billâhtan ve marifetullahtan neş’et eden muhabbetullahtır. Böylece insanın hissiyatı muhabbetullah ile kemal bulur.
4.Latifenin müşahedetullahtır. Müşahedetullah; Varlıklar üzerinde Allah’ın isim ve sıfatlarının yansımalarını gözlemlemektir. Müşahedetullahı; her an O’nun (Allah’ın) huzurunda olduğumuzu bilmek, O’nun sıfat ve isimlerinin tezahürlerini her an görebilmektir. İnsanın fıtratına derç edilen latifeler O’nun için verilmiştir. Müşahedetullahın en ileri derecesi rü’yetullahtır. Kalb öyle bir latifedir ki; bütün gaybi âlemleri içine alabilir. Kalbin müşahedesi; sonsuz cemal ve kemal sahibi olan Alllah’a müteveccih olması ve ancak onunla itminane kavuşmasıdır. Evet, kalb Allah’ı görür gibi sever ve ona perestiş eder ki, ıstılahta buna “müşahedetullah” denir. Kalb, bütün hissiyatın merkezi ve temerküz ettiği noktadır ve ancak sonsuz Cemâli müşahede ile itminan bulur. “Senin latifelerin içinde öyle bir latife var ki, ebedden ve ebedî zâttan başkasına razı olamaz. Ondan başkasına teveccüh edemiyor, masivasına tenezzül etmez. Bütün dünyayı ona versen, o fıtrî ihtiyacı tatmin edemez. O şey ise, senin duygularının ve latifelerinin sultanıdır. Fâtır-ı Hakîm’in emrine muti’ olan o sultanına itaat et, kurtul!”[5] Neticede “kalb, ruh, sır, hafi ve ahfa”nın inkişafına doğru uruç et!
Abdülbâkî Çimiç
[1] Eski Said Dönemi Eserleri, s.543
[2] Mektubat, s.374
[3] Sözler, s.804
[4] Sözler, s.574
[5] Lem’alar, s.289