Röportaj: Risâle-i Nur’u nasıl tanıdım?

Medresetü-z Zehra modeline âcilen ihtiyaç vardır

Eğitimci-araştırmacı ve yazar Abdülbâkî Çimiç ile Risâle-i Nur’ları, ‘Bediüzzaman’ın Hayatı’ndan Tespitler yazı serisini, ilmî, içtimâî, sosyal meseleler ve eğitim modeli üzerine konuştuk.

Hocam âdet üzerine herkese sorduğum üzere size de sormak istiyorum Abdülbâkî Çimiç kimdir, kısaca kendinizi tanıtır mısınız?

1963 yılında Ordu ili, Korgan ilçesi, Yenipınar Mahallesi’nde doğdum. Çocukluğum bu mahallede geçti. Köy hayatı ile iç içe bir yaşantımız oldu. İlk, orta ve lise öğrenimimi Korgan’da, üniversite tahsilini Giresun Eğitim Yüksek Okulu’nda tamamlayarak öğretmen olarak mezun oldum.

Mezun olduktan kısa bir süre sonra (1985-86 öğretim yılında) ilk atamam Mardin ili Kızıltepe ilçesi Sancarlı Köyü’ne yapıldı ve ilk öğretmenlik hayatım böylece başlamış oldu. Burada beş seneye yakın görev yaptıktan sonra, Samsun ili, Ayvacık ilçesi, Çökekli Köyü’ne tayinim çıktı. Bir sene de burada çalıştım. Sonra Çarşamba ilçesine atandım. Aralıksız bu ilçe merkezinde 25 sene görev yaptım. 2014 senesinde Samsun merkez İlkadım ilçesinde atandım. Burada da altı sene görev yaparak toplamda 35. yılın sonunda 30 Temmuz 2020 tarihi itibarıyla emekli oldum. Evliyim ve bir kız, bir erkek iki evladım var. Eğitim-öğretim ve daha çok Risale-i Nur üzerine araştırma ve çalışmalarım var. Yeni Asya Gazetesi’nde ve değişik haber sitelerinde periyodik olarak yazılar yazmaya gayret ediyorum.

Risâle-i Nur üzerine yaptığın araştırma ve çalışmalarınız tahdis-i nimet olarak camia içinde de takdir ediliyor. Cenab-ı Allah’tan muvaffakiyetler dileriz. Hocam, dedenizden dolayı Risâle-i Nur’lar ilginizi çekmiş anlıyoruz. Bu arada kısaca dedenizden ve Risale-i Nur’lara olan ilginizden bahseder misiniz?

Evet, benim dedem 1332(1916) doğumlu, babası Birinci Dünya Savaşı’nda doğuda şehit olmuş. Böylece iki yaşında yetim kalmış. Dedem medrese eğitimi almış, Osmanlıca okuma ve yazması harika bir zattı. Bütün yazılarını Osmanlıca yazardı ve ben hep onu merakla takip ederdim. Okuduğu eserler de Osmanlıca eserlerdi. Evimizin bir dolabı vardı, eski Osmanlıca ve Arapça kitaplarla doluydu. Çünkü dedemin dedesi de âlim bir zatmış. Kitaplar da ondan kalmış, bunu dedem hep anlatırdı. Dedemi dinlemeyi çok severdim ve bir gün şöyle bir sözünü hatırlıyorum.

“Isparta’dan bir âlim çıkmış, her şeyi biliyormuş. Büyük bir zatmış” Küçük yaşlarımda dedemden duyduğum bu söz hep ilgimi çekmiştir. Hiç unutmuyor ve merak ediyordum ki, bu zat kimdir acaba. Derken büyüdük ve üniversite hayatımda cemaatler ile ilgili bilgiler öğrenmeye başladım. Yine bir gün okulumuzun yakın bir yerine kitap sergisi açılmış, ziyaret ettim ve fiyatları çok ucuz olduğu için epey kitap aldım. Yıllar sonra anladım ki o kitaplar, Yeni Asya Yayınları’nın İlim-Teknik ve İlahiyat Serilerindenmiş. Bu kitapları, Risale-i Nur ile bağlantısı olduğu için değil, kitaplığıma yeni kitaplar eklemek için almıştım. Öğrencilik hayatı ve başka sebeplerden dolayı olacak, bu kitapları o zamanlar okuyamadık. Risale-i Nurları ilk defa 1988 yılında evlendiğim zaman eşimden duydum. Ağabeyinin bu kitapları okuduğunu ve kendisinin de sohbetlere gittiğini söyledi. Bunun üzerine bana Sözler kitabını bulup almamı tembih etti. O sıralar Mardin’de öğretmenim. Ben de Mardin’de kitapçılara sora sora Sözler’i buldum ve eve getirdim. Eşim, evet istediğim kitap buydu dedi. Sözler’i biraz karıştırdım, baştan hikâyeleri falan okudum, ancak çok bir şey anlayamadığım için bıraktım.

1991 yılında Samsun ili Çarşamba ilçesine atanınca bir süre malayani ortamlarda bulunduk. ‘Bu hayat böle devam etmez’ düşüncesi bizde kendimizi sorgulamaya başlattı ve bir cemaat bağlantısı arayışına götürdü. Derken birkaç farklı tarikat gözlemlerim sonucunda fıtratıma uygun olmadığını fark ettiğimden, onlarla bir iki görüşmeden sonra imtizaç edemedim. Bu bekleyiş ve arayış devam ederken komşumuz olan bir öğretmenin(Merhum Yakup Müeezzinoğlu) bizi evine misafirliğe davet etmesi ile birlikte Necmi Torun hocamızla tanıştık. İlk akşam olmasa da, bir sonraki sohbette okunan Beşinci Şua dersi ile biz kısa yoldan Risale-i Nur ile tanışmış olduk. Rabbimize hamdolsun, iyi ki bu Kur’ân’î hakikatlerle müşerref olduk. Bu, Rabbimizin en muhtaç ve muztar bir vakitte bizlere bir ikramı ve ihsanıdır. Geriye dönüp baktığımda tâ çocukluğumda dedemin “Isparta’dan bir âlim çıkmış, her şeyi biliyormuş, büyük bir âlimmiş” sözü, üniversite yıllarımızda Yeni Asya kitap sergisinden kitapları almamız ve eşimin bize Sözler’i aldırması tesadüfî değilmiş. Sanki Rabbim bizi Risale-i Nur’a devamlı yakın tutmuş. Biz böylece 1993-94 yıllarından sonra Necmi Hocamızla Risale-i Nur derslerine başladık. Necmi hocamızın üzerimizde çok emekleri vardır. Allah ondan ebeden razı olsun.

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin ilmi, içtimai ve sosyal meselelerini Risale-i Nur eksenli yaptığınız araştırmaların çoğu Risale-i Nurlardan iktibas etme istinadınız nedir açıklar mısın?

Risale-i Nur’u tanıdıktan sonra bende çok şiddetli etkiler yaptı. İlk senelerde kısa sürede Külliyatı okuyup bitirdim ve derslere de devam ettik. Yapılan dersler ve okumaların sonucunda notlar tutmaya başlamıştım. Böylece daha fazla istifade ediyordum ve Risale-i Nur’u analitik olarak okumaya devam ediyordum. Daha sonraları yine Necmi Hocamızın vesilesiyle Yeni Asya Gazetesi almaya başladım, okuduğum Risale-i Nur ile Yeni Asya’yı çok uygun buldum. Bir nevi fıtratıma ve mizacıma uygun bir yol bulmuştum. Böylece Yeni Asya âilesiyle de tanışmış olduk. İleride sayfalarında yazmaya başlayacağımı hiç hayal dahi edemediğim gazetem, dâvâmın naşir-i efkârı olmuş ve hayatımın çok müstesna bir parçası haline gelmişti. Yazdığım notlar ve okuduğum Risale-i Nur kavramları bir araya geldikçe bunları öncelikle forum sitelerinde ve şahsi bloglarımızda değerlendirdik. Netice itibarıyla daha araştırmaya dönük çalışmalar olunca, bu çalışmaları gazetemize göndererek özellikle ‘Lâhika’ sayfasında değerlendirilmeye başlandı. Burada şunu ifade etmek isterim. Zaman zaman çalışmalarımız değerlendirilirken daha çok Risale-i Nur eksenli iktibasların fazla olduğu yönünde mülâhazalar bize de iletiliyor. Bu konuda istinad ettiğim Risale-i Nur’dan şöyle bir nokta var. “Evet, Risaletü’n-Nur, size mükemmel bir me’haz olabilir. Ve ondan erkân-ı imaniyenin her birisine, meselâ Kur’ân’ın kelâmullah olduğuna ve i’cazî nüktelerine dair, müteferrik risalelerdeki parçalar toplansa veya Haşre dair ayrı ayrı bürhanlar cem edilse ve hakeza mükemmel bir izah ve bir haşiye ve bir şerh olabilir.”[1] Üstadın gösterdiği bu yol bizim için bir mihenk oldu. Yoruma dayalı yazılar da muhakkak çok kıymetli, ancak biz daha çok Risale-i Nur’u Risale-i Nur’a şerh ve izah ettirme yolunu kullandığımızı ifade edelim. Bu konuda bize iletilen yol gösterici tavsiyeleri de dikkate alacağımızı beyan etmek isterim.

‘Bediüzzaman’ın Hayatı’ndan Tespitler’ ile devam eden son seri yazılarınız hakkında bilgi verir misiniz?

Evet, uzun bir süredir hazırlığını yaptığımız ‘Bediüzzaman’ın Hayatı’ndan Tespitler’ üst başlığı ile devam eden çalışmamız, bir yılı aşkın bir süredir devam ediyor. Daha 1910’lu yıllara yeni geldik. Üstadın hayatı harika incelikler ile dolu. Daha detaya indikçe çok sırlar ve hadiseler açığa çıkıyor. Bu çalışmanın bu kadar detaya girmesini düşünmemiştik, ancak yazı serisi içinde o kadar fazla ayrıntı var ki, bizi adeta farklı başlıklarla sürükledi. Gelen geri bildirimler, sorulan sorular ve merak edilen noktalar da devreye girince yazı serisi uzadı.

Bunda da bir hayır ve hikmet vardır diyerek çalışmalarımıza devam ediyoruz. Şu anda elimizde yayınlanmamış belki de yayınlanmış yazılar kadar yazı birikti. Yazı günümüz haftada bir gün olunca ister istemez daha yavaş ilerliyoruz. Biz de bunu fırsat bilerek, yeni yazılarımızı hazırlamaya devam ediyoruz. Öncelikle Üstadın Eski Said devresini 1923’e kadar getirmek istiyoruz. Ondan sonra Yeni Said ve Üçüncü Said devrelerini çalışmak düşüncesindeyiz. Bediüzzaman’ın hayatına belge, bilgi ve kaynaklara dayalı kronolojik bir tarihçe bırakarak katkı yapmak istiyoruz. Gayret bizlerden, tevfik rabbimizden inşâallah.

Abdülbâkî hocam, “Bediüzzamanın hayatından tespitler” ile ilgili çalışmalarınız için sizi gönülden tebrik ediyoruz. Bu arada bir eğitimci olarak Bediüzzaman’ın eğitim modelini ve bugünkü eğitim sistemi hakkında da görüşünüzü kısaca alabilir miyim?

Otuz beş sene ilköğretim kademesinde görev yaptıktan sonra Temmuz 2020 itibarıyla emekli olmuş durumdayım. Yıllarca materyalist bir eğitim sistemi içerisinde, Risale-i Nur vesilesiyle bir nebze de olsa çocuklarımızın mânevî cihetine bir şeyler vermeye çalıştık. Bizim eğitim sistemimiz fiili anlatır, ancak faili söylemez. Bir nevi fail-i meçhul bir yol takip eder. Dünya dönüyor der, ancak dünyayı kimin dönderdiğini söylemez. Verilen değerler eğitimi ve din kültürü mesabesindeki öğretim de, mânâ-i ismiden ileri pek geçmez. Bir türlü mânâ-i harfî boyutuna geçilmez. Yani eğitim programlarımız tek taraflı maddeci bir yaklaşımla hazırlanmış, içi boş ve mânevîyattan yoksundur. Buradan hakiki münevver-ül akıl insan yetişmez. Halbuki talebenin kalb ve vicdanı mânevî ilimlerle, akıl ve dimağı da fennî ilimlerle donatılmalıdır. Bu ikisi birden verilirse insan tekâmül eder ve insan, insan-ı kâmil olur. Bediüzzaman’ın Medresettü-z Zehra modeline acilen ihtiyaç vardır. Hem “Çocukların tâlimi, ya cebirle, ya hevesâtlarını okşamakla olur.”[2] Artık cebir devri geçmiştir. Öyleyse, çocuklarımızın hevasâtlarını okşayan, onların yaşadığı asrın zaruretlerini de dikkate alarak, ilcaat-ı zamana uygun yol ve yöntemlerle eğitimine katkı yapmak zorundayız. Ayrıca “Çocukla konuşulsa, çocukça tâbirât istimâl edilir.”[3]  Çünkü çocukların anlama ve algılama seviyesine göre hitâb etmek ve konuşmak gerekir. “Evet, yüksek bir insan, bir çocukla konuştuğu zaman çocukların şivesiyle konuşursa, çocuğun zihnini okşamış olur. Çocuğun fehmi, onun çat pat söylediği sözlerle ünsiyet peydâ eder; söylediklerini dinler ve anlar. Aksi halde, o insanla o çocuk arasında bir ma’lûmât alışverişi olamaz.” [4]  Öyleyse bu tavsiyelere uymak zorundayız. Çünkü belâgatın ve güzel söz söylemenin gereği; beliğ-i muknî(güzel sözle iknâ’ edici) olmalı, tâ muktezâ-yı hâle(halin gereğine) uygun olsun. Çocuklarımızın hamiyet-i milliye ve ehl-i gayretten de beklentileri vardır. Bu noktaya da Bedîüzzamân Hazretleri şöyle işâret etmiştir: “Çocuklar hamiyet-i milliyeden merhamet isterler, şefkat beklerler. Bunlar da, zaaf ve acz ve iktidârsızlık noktasında, merhametkâr, kudretli bir Hâlıkı bilmekle rûhları inbisât edebilir, isti’dâdları mes’ûdâne inkişâf edebilir. İleride, dünyadaki müthiş ehval(korkulara) ve ahvâle(hallere) karşı gelebilecek bir tevekkül-ü îmânî ve teslîm-i İslâmî telkinâtıyla o ma’sûmlar hayata müştakâne bakabilirler. Acaba, alâkaları pek az olduğu terakkiyât-ı medeniye dersleri ve onların kuvve-i mâneviyesini kıracak ve rûhlarını söndürecek, nûrsuz, sırf maddî, felsefî düstûrların tâliminde midir?”[5] Elbette değildir. Öyleyse o ma’sûmların fıtratlarına ve hayatlarına tevekkül-ü îmânî ve teslîm-i İslâmî telkinâtlarını yapmalıyız.

Özetle, eğitim programlarımız tek taraflı maddeci bir yaklaşımla hazırlanmış, içi boş ve mânevîyattan yoksun olarak beyan etmektesiniz, peki Bediüzzaman’ın eğitim modeli ile birlikte gâye-i hayalinden biri de nesl-i âti için verdiği müjde ve beklentisi hakkında ne düşünüyorsun?

Bediüzzaman “Risale-i Nur eserleriyle, beliğ bir hatip olarak Anadolu mescidinde ve âlem-i İslâm câmiinde konuşuyor, ehl-i İslâma Kur’ân’dan aldığı dersini tekrar ediyor. Güya Bediüzzaman Said Nursî, on dördüncü asr-ı Muhammedînin ve yirminci asr-ı Milâdînin minaresinin tepesinde durup, muasırları olan ehl-i İslâm ve insaniyete bağırıyor ve bu asrın arkasında dizilmiş ve müstakbel sıralarında saf tutmuş olan nesl-i âti (Risale-i Nur’a herkesten ziyade iştiyak gösteren, mâsum gençler ve çocuklardır.) ile bir mürşid-i âzam, bir müceddid-i ekber olarak konuşuyor.”[6] Onun için Risale-i Nur’u istikbaldeki nesl-i âti ve üniversitelerin münevver muallim ve talebeleri dahi dinlemeleri elzemdir. Risale-i Nur ile hâkimiyet-i İslâmiye’nin eski zaman gibi küre-i arzın yarısında, belki ekserisinde tesisine muvaffak olmamızı rahmet-i İlâhiyeden kuvvetle bekliyoruz. Bir kıyamet çabuk kopmazsa, inşâallah nesl-i âti görecek. Pek yakın bir istikbalde nesl-i âti ve bu milletin hakiki milliyetperver ve hamiyetperverleri, İslâm’ın bu fütuhatını ve hâkimiyetini inşâallah görür ümidindeyiz. Bediüzzaman bu noktada Genç Saidler’e çok vazife düştüğünü söylüyor.

Netice itibarıyla nesl-i âtiye şöyle sesleniyor: “Ey üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sâkitâne Nurun sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafî-i gaybî ile bizi temâşâ eden Said’ler, Hamza’lar, Ömer’ler, Osman’lar, Tâhir’ler, Yûsuf’lar, Ahmed’ler ve saireler! Sizlere hitap ediyorum. Başlarınızı kaldırınız, “Sadakte” deyiniz. Ve böyle demek sizlere borç olsun. Şu muâsırlarım, varsın beni dinlemesinler. Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizinle konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır. Biz, hizmetimizin ücreti olarak sizden şunu bekliyoruz ki: Mazi kıt’asına geçmek için geldiğiniz vakit, mezarımıza uğrayınız; o bahar hediyelerinden birkaç tanesini medresemin mezartaşı denilen ve kemiklerimizi misafir eden ve Horhor toprağının kapıcısı olan kalenin başına takınız. Kapıcıya tenbih edeceğiz; bizi çağırınız. Mezarımızdan “Ne mutlu size!” sadâsını işiteceksiniz.”[7]

Hocam, meraka mücip bir soru daha size tevcih edeceğim. Asrın meb’usu sıfatıyla, muceddid-i ahirzaman Hz. Bediüzzaman’a, hakikaten yakaza olan rüya-yı sâdıkada “Ey felâket-helâket asrın adamı senin de reyin var. Fikrini beyan et!” diye hitap eden Zat kim olabilir. Neden felâket-helâket asrının adamı diye hitap edilmiştir, anlatır mısın?

Öncelikle burada ilgili bahiste geçen bir kaç nokta üzerinde durmak gerekir. Bediüzzaman Hazretleri 1335/1919 Senesi Eylül’ünde, zamanın hadisatının verdiği ümitsizlikle, şiddetle muztarip/ızdıraplı bir vaziyettedir. Osmanlının yıkılışa gittiği bir zamanda, kesif zulmet içinde bir nur arıyor. Mânen rüya olan yakazada bulamıyor. “Hakikaten yakaza olan rüya-yı sâdıkada bir ziya gördüm.”[8] diyor. Burada üç kelime üzerinde kısaca durmak icab ediyor. Rüya-i sadıka, nur ve ziya. Biz biliyoruz ki rüya-yı sadıka hem haktır; hem de “Rüya-yı sadıka, hiss-i kalbelvukuun fazla inkişafıdır.”[9] Bediüzzaman “Rüya-yı sadıka benim için hakkalyakîn derecesine gelmiş ve pek çok tecrübâtımla kader-i İlâhînin herşeye muhît olduğuna bir hüccet-i kàtı’ hükmüne geçmiştir.”[10] diyerek rüya-i sadıkanın hakikatine işaret etmiştir. Aynı zamanda rüya-yı sadıka, Peygamber Efendimiz(asm)’in de görüldüğü rüyalar olarak da bilinir. Çünkü Peygamber Efendimiz(asm) “Rüyasında beni gören, gerçekten beni görmüştür. Çünkü, şeytan hiçbir şekilde bana benzer bir surete giremez.”[11] buyurur. Buradan tekrar “nur” ve “ziya” meselesine dönecek olursak; Bediüzzaman bir cuma gecesi manen rüya olan yakaza âleminde bir nur arar, bu nur karşılaştığı zulümatı aydınlatacak ve bir çıkış yolu gösterecektir. Ancak, aradığı nuru bulamaz. Sonra hakikaten yakaza olan rüya-i sadıkada bir ziya görür. Burada hassan nokta şudur. Nur, vasıtalı; ziya, vasıtasız gelir. Aralarında böyle bir fark vardır. Mesela, aydan bize nur yansır, güneşten ise ziya. Bediüzzaman, Rüyada bir Hitabe’de direk kaynaktan ve mezahdan ziya görerek dersini ve vazifesini alır. Çünkü zaman ahirzaman ve asır dehşetli bir asırdır. Öyleyse bu asrın verese-i nübüvvet vazifesi ile muvazzaf olan zat, direk mehazdan dersini alması gerekir. Zaten ilgili bahsin devamında bu açıkça görülür. “Biri geldi, dedi: “Mukadderat-ı İslâm için teşekkül eden bir meclis-i muhteşem seni istiyor.” Gittim, gördüm ki, münevver, emsalini dünyada görmediğim, Selef-i Salihînden ve a’sârın meb’uslarından her asrın meb’usları içinde bulunur bir meclis gördüm. Hicap edip kapıda durdum. Onlardan bir zât dedi ki: “Ey felâket, helâket asrının adamı, senin de reyin var. Fikrini beyan et!”[12] Burada ifade edilen “Mukadderat-ı İslâm için teşekkül eden bir meclis-i muhteşem içinde bulunan “bir zât”; kanaat-i acizânemizle, ziya ve rüya-i sadıkayı da dikkate alırsak Peygamber Efendimiz(asm) olabilir düşüncesindeyiz. Doğrusunu ancak Allah bilir. Bu asırda yaşanan dehşetli hadiseler de teyid ediyor ki, zaman ahirzaman ve ümmet büyük bir fesada düçar olmuştur. Belki de beşer tarihi içinde en dehşetli hadiselerin yaşandığı, maddî ve mânevî fırtınaların her şeyi kendi hesabın âlet ettiği, emsali Adem(as)’dan kıyamete kadar hiçbir asırda görülmediği bir zaman dilimi olduğu için, Bediüzzaman’a “felâket-helâket asrının adamı diye” hitap edilmiştir.

Hocam, en son vermek istediğin bir mesajınız varsa alayım.

Öncelikle Yeni Asya Gazetemiz vesilesiyle bize böyle bir fırsat verdiğiniz için çok teşekkür ederim. Rabbim bizleri bu hizmet-i Kur’â’nîye ve imâniyede istihdam etsin. Yeni Asya şuramızın temsil ettiği; ruh-u cemaatten çıkmış, az mütehassis, sağırca, metin bir şahs-ı mânevî içersinde daim kılsın inşâallah. Bütün okuyucularımıza selam, dua ve muhabbetler…

Engin bilgin ve yüksek ferasetinle Bediüzzamanın gâye-i hayalini ve O’nun eserleri olan Risale-i Nur’ların kutsiyetinden bahisle bizi mütehassis ettiniz. Biz de size teşekkür ederiz.

29.01.2021

Röportaj yapan: Rüstem Garzanlı

[email protected]


[1] Barla Lahikası,2013, s.589

[2] Eski Saîd Eserleri(Münâzarât,)2009,s:291

[3] Sözler,2004, s,629

[4] Sözler,2004, s,629

[5] Mektûbât, s,409

[6] Tarihçe-i Hayat,2013, s.251

[7] Emirdaağ Lahikası-II, 2013, s.668

[8] Eski Said Dönemi Eserleri(Sünuhat),2013, s.489

[9] Mektubat, 2013, s.581

[10] Mektubat, 2013, s.581

[11] Es-Suyuti, Kıtful-Ezharil-Mütenasira, s. 171.

[12] Eski Said Dönemi Eserleri(Sünuhat),2013, s.489

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir