Bedîüzzamân’ın zekât ve hadiye almayışı

Molla Saîd’in çocukluk zamanlarında “Talebeler senede bir defa zekât toplamak için civar köylere giderler. Şu zekâttan elbise harçlıklarını temin ederler. Molla Saîd kat’iyyen ne zekât almağa ve ne de ratıb[1] getirmeğe gitmemiştir. Âdeta ratıb getirmek kendilerince başkalarına arz-ı iftikar etmek derecesinde olup, bundan dolayı zekâta da arz-ı ihtiyaç etmemiştir. Hattâ arkadaşları zekat toplamağa gittikleri halde kendileri tenezzül etmediklerinden mütehassis bulunan köylüler aralarında bir iane toplayarak arkadaşlarının aldıkları zekattan fazla harçlık ihda etmişler, başkasının eser-i minneti olan parayı nezdinde taşımamak için biraderi Molla Abdullah Efendi’ye vermişlerdir.[2]

“Molla Saîd, hiçbir suretle zekât almıyordu. Zekât ve başkasının eser-i minneti olan bir parayı kat’iyen kabul etmiyordu.”[3] Bu durum Emirdağ Lahikası’nda şöyle ifade edilmiş: “Eski Saîd’in çocukluk zamanından beri hem kendisi, hem babası fakir oldukları halde, başkalarının sadaka ve hediyelerini almadığının ve alamadığının ve şiddetli muhtaç olduğu halde hediyeleri mukabilsiz kabul etmediğinin ve Kürdistan âdeti talebelerin tayinatı ahalinin evlerinden verildiği ve zekâtla masrafları yapıldığı halde, Saîd hiçbir vakit tayin almaya gitmediğinin ve zekâtı dahi bilerek almadığının bir hikmeti, şimdi kat’î kanaatimle şudur ki:  Âhir ömrümde Risâle-i Nur gibi sırf îmânî ve uhrevî bir hizmet-i kudsiyeyi dünyaya âlet etmemek ve menâfi-i şahsiyeye vesile yapmamak için, o makbul âdete ve o zararsız seciyeye karşı bana bir nefret ve bir kaçınmak ve şiddet-i fakr ve zarureti kabul edip elini insanlara açmamak hâleti verilmişti ki, Risâle-i Nur’un hakikî bir kuvveti olan hakikî ihlâs kırılmasın. Ve bunda bir işaret-i mânevî hissediyordum ki, gelecek zamanda maişet derdiyle ehl-i ilmin mağlûbiyeti bu ihtiyaçtan gelecektir.”[4] Ayrıca “Zekât ve sadaka ve mukabilsiz hiçbir şey almadığının sebep ve hikmeti, Risâle-i Nur’dan İkinci Mektup ve sair Risâlelerde beyan edilmiştir. Evet, Molla Saîd’in istikbalde Risâle-i Nur’la göreceği hizmet-i îmâniyeyi kemal-i ihlâsla ifası ve bu hizmetin meydana gelebilmesi için “Uhrevî hizmetin mukabilinde hiçbir şey talep etmemek” olan kudsî düsturun icmalî bir fihristesi, daha küçük yaşında iken rahmet-i İlâhiye tarafından ruhunda yerleştirilmişti.”[5] Böylece “O zâten veraset tarîkıyla kendisine ve mesleğine muvafık gelmeyen ve ülema sınıfına yakışmayan, malın kiri demek olan zekâtı kabul edip aslâ almadığı gibi; ahz-u kabulden bir zarar-ı dinî ve bir mahzur-ı şer’î olmayan ve mesnun olan hediye ve behiyeleri de kabul etmekten çekinmiş ve kaçınmıştır. O hiç dünya ve ehl-i dünyaya ve mal ve meta’a bakmıyor.”[6]

Risale-i Nur şakirtlerinden Feyzi ve Emin, bir mektupta Üstâdlarının sadaka, zekât ve hediyeleri kabul etmeyişini şöyle ifade ederler: “Hem öyle bir tarzda izzet-i ilmiyeyi hayatta muhafaza etmiş ki; asla kimseye arz-ı iftikâr etmemek, hayatının en mühim bir düsturu olmuştur. Dünya kendilerine teveccüh etmişse de, ondan yüz çevirmiş olan Üstadımız, emr-i maaşta Cenâb-ı Hakkın inayetiyle, iffet ve nezahetini daima muhafaza eder; sadaka, zekât ve hediyeleri almaz.”[7] Çünkü “O (Bedîüzzamân), Nur’un hâdimidir. Eğer dünyayı istese ve dileseydi, kendisine sunulan hediye ve behiyeleri, zekât ve sadakaları ve bu teberru’ ve terekeleri alsaydı, bugün bir milyoner olurdu. Fakat o, tıpkı Cenab-ı Ömer’in (r.a.) dediği gibi: Sırtıma fazla yük alırsam, nefs-i nâtıka-i kâinatın kalbi ve Allah’ın habibi Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’a ve yârânı olan kâmil ve vâsıllara yetişemem ve yarı yolda kalırım diyor. “Bütün eşya ve eflâki senin için yarattım habibim” fermanına, “Ben de senin için onların hepsini terk ve feda ettim” diye verilen cevab-ı Hazret-i Risaletpenahî’ye ittiba ve imtisalen, o da dünya ve mâfîhayı ve muhabbet ve sevdasını terk ve hattâ terki de terk ederek bütün hizmet ve himmetini ve şu ömr-ü nazeninini envar-ı Kur’âniyenin intişarına sarf ve hasretmiştir. İşte bunun için, şimdi çektiği bütün zahmetler rahmet, yaptığı hizmetler hikmet olmuş. Celali yüzünden cemalini de gösterip, âlem, bir gülzâr-ı kemal bulmuştur.”[8]

Bedîüzzamân’ın hediye almayışı

Bediüzzaman’ınhayatının bir düsturu olan “nâstan istiğnâ” mesleğinin en önemli düsturlarından birisidir. Kendisi daima “bütün ömrümde kimseden hediyeleri kabul edemiyorum.”[9] “Hem bütün tarih-i hayatımda hediyeleri kabul etmek ve minnet  altına girip halkın sadaka ve ihsanlarını almaktan çekindiğimi, benimle arkadaşlık edenler bilirler.”[10] diyordu. Yani “Mukabelesiz ömründe hediye kabul etmemiş, en yakın akrabasından, hatta kardeşinden hiç mukabelesiz bir şey kabul etmemiş.”[11] Bediüzzaman hayatındaki istiğna düsturunu en zâlimâne muameleler ve mahrumiyetler içinde kaldığı zamanlarda dahi bozmayan ve böylece izzet-i İslâmiye ve şeref-i diniyeyi muhafaza etmiş olan bir zâttır. Halkların hediyesini kabul etmemek düsturu, seksen senelik hayatıyla sabit olduğu ve otuz senelik müteaddit mahkemelerde dahi vesikalarla tahakkuk etmiş, dost ve düşmanın gözleri önünde zahir olmuştur. Bütün hayatı net ve şeffaf olan Bediüzzaman kasten ve bilerek ne zekât aldı, ne de sadaka. Bu “istiğna” düstûru ve “nâsın hediyelerini mukabilsiz kabul etmeme” prensibi, hayatı boyunca devam etti. Hâsılı, sünnet üzere yaşamak, onun yegâne hayat düsturuydu. “Gençliğinde ve hattâ çocukluğundan itibaren izzet-i ilmiyeyi muhafaza için şiddetle halktan istiğna ediyordu. Zekât ve sadakayı kat’iyen almadığı gibi, İkinci Mektupta da beyan edildiği üzere, hediyeyi kabul etmiyordu. Bu halin, şimdiki ihtiyarlık ve zaiflik zamanında devam edebilmesi için, Cenâb-ı Hakkın rahmetiyle, o istiğna düsturu hastalığa inkılâp etti. Yani mukabilsiz bir lokma alsa, derhal hasta olur. O lokmayı yiyemiyor. Gençliğinde bu kadar muhtaç değildi. Tek başına yaşadığı zamanlar pek az bir masraf kendisine kâfi idi. Şimdi pek çok talebelerine tayın verdiği ve birkaç hastalıkla hasta bulunduğu bir zamanda, o istiğna düsturunun muhafazası için, rahmet-i İlâhiye onu mukabilsiz hediyelerden hasta ediyor.”[12]

Bediüzzaman öyle bir tarzda izzet-i ilmiyeyi hayatta muhafaza etmiş ki; asla kimseye arz-ı iftikar etmemek, hayatının en mühim bir düsturu olmuştur. Dünya kendilerine teveccüh etmişse de, ondan yüz çevirmiş. Sadaka, zekât ve hediyeleri asla almamıştır. Kastamonu’da bulundukları zaman, oturdukları evin îcarını vermek için yorganını satmış, yine hiçbir suretle hediye kabul etmemiştir. Bediüzzaman, “Ümmetimin âlimleri, İsrailoğullarının peygamberleri mesabesindedirler.”[13] hadisine masadak; “Âlimler peygamberlerin varisleridir.”[14] hadisine mazhar bir İslâm âlimidir. İlim noktasında Peygamber Efendimiz’in (asm) varisi; nesebi şeceresi de Ehl-i Beyttir. Peygamberlerin en önemli özellikleri, görevlerine karşılık ücret kabul etmemeleridir. Bediüzzaman, Peygamberimizin bu sünnetine ittiba etmiştir.

Bedîüzzamân Hazretleri, hediye almadığının nedenlerini, kendisi bir mektubunda şöyle açıklar:

“Fakat çok rica ederim ki, gücenmeyiniz, hediyeyi kabul edemedim. Adem-i kabulün esbabı çoktur. En mühim bir sebepbenim kardeşlerim ve talebelerimle olan münasebetin samimiyetini ve ihlâsı zedelememektir. Hem iktisat, bereket ve kanaat sayesinde, şiddetli ihtiyacım olmadığı halde, dünya malına el uzatmak elimde değil, ihtiyarım haricindedir. Hem bir misalle ince bir sebebi anlatacağım: Mühim bir tüccar dostum otuz kuruşluk bir çay getirdi, kabul etmedim. “İstanbul’dan senin için getirdim, beni kırma.” dedi. Kabul ettim. Fakat iki kat fiyatını verdim.

Dedi: Niçin böyle yapıyorsun, hikmeti nedir?

Dedim: Benden aldığın dersi, elmas derecesinden şişe derecesine indirmemektir. Senin menfaatin için, menfaatimi terk ediyorum. Çünkü, dünyaya tenezzül etmez, tamah ve zillete düşmez, hakîkat mukabilinde dünya malını almaz, tasannuya mecbur olmaz bir Üstad’dan alınan ders-i hakîkat elmas kıymetinde ise, sadaka almaya mecbur olmuş, ehl-i servete tasannuya muztar kalmış, tamah zilletiyle izzet-i ilmini feda etmiş, sadaka verenlere hoş görünmek için riyakârlığa temayül etmiş, ahiret meyvelerini dünyada yemeye cevaz göstermiş bir Üstad’dan alınan aynı ders-i hakîkat, elmas derecesinden şişe derecesine iner. İşte, sana manen otuz lira zarar vermekle, otuz kuruşluk menfaatimi aramak, bana ağır geliyor ve vicdansızlık telâkki ediyorum. Sen mâdem fedakârsın; ben de o fedakârlığa mukabil, menfaatinizi menfaatime tercih ediyorum, gücenme.”…Şimdiye kadar, Cenâb-ı Hakka şükür, hediyeleri kabul etmeye mecbur olmadım ve şu zamanda ehl-i ilmin bir sebeb-i sukutu olan tamaha girmeye ihtiyar benden selb edildi. Hem eğer sizin hediyenizi kabul etseydim, çok zatların ya kalbi kırılacaktı veyahut elli senelik kaidem bozulacaktı.”[15]

Abdülbâkî Çimiç

[email protected]


[1] Ratıb: Medrese talebeleri için köylülerden gelen ya da talebelerin köylülerden almaya gittikleri yemek.

[2] Bedîüzzamân’ın Târihçe-i Hayâtı, Müellifi Abdurrahman (İstanbul Necm-i İstikbal Matbaası Bâb-ı Âlî civarında Ebussuud Caddesinde numara: 75,1335)

[3] Târihçe-i Hayât,2013,s.55

[4] Emirdağ Lahikası,2013,s.610

[5] Târihçe-i Hayât,2013,s.55

[6] Gayr-i Münteşir, Muhtelif Parçalar, Zülfikar Mecmuası’ndan

[7] Tarihçe-i Hayat, 2013, s.501

[8] Emirdağ Lahikası-I,2013, s.158

[9] Kastamonu Lahikası, s.131

[10] Emirdağ Lahikası-II, s.453

[11]Emirdağ Lahikası-II, s. 700

[12] Müdafaalar > Emirdağ Hayatı [Isparta Mahkemesinden Sonra] > Müdafaalar,Emirdağ Hayatı [Isparta Mahkemesinden Sonra]

[13] Keşfü’l-Hafâ, 2:64

[14] Buharî, İlim: 10; Ebû Dâvud, İlim: 1; İbn-i Mâce, Mukaddime: 17; Dârimî, Mukaddime: 32; Müsned: 5:196

[15] Barla Lahikası, s.206,207

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir