Kışır ve Lüb

Kışır: Kabuk, dış taraf, zâhir, dıştan görünüş, belki de eşyanın mülk boyutu olarak da kabûl edebiliriz.

Lüb: İç, öz, batın yâda eşyanın melekut boyutunu hatırlatan öz olarak da anlayabiliriz.

Konuya dahâ güzel açılımlar sağlamak için öncelikle Risale-i Nûrlardan “kışır ve lüb” ile ilgili yerleri alalım ve sonra bu bölümlerden çıkaracağımız tefekkürlerimizi paylaşalım inşâallah.

İmân, kabuğunun içerisindeki lübbü gösterir.

Küfür ise, lüble kabuğu tefrik etmez.

Kabuğu aynen lüb bilir ve insanı cevherlik derecesinden kömür derecesine indirir.[1]

Lüb, kışrın zararına kuvvetleşir.

İşte, şu kanun, kanun-u tekâmüle dâhil olan bütün eşyaya şamildir.

Kâinat hakikat-i uzmâsının kışır ve sureti olan âlem-i şehadet, Fâtır-ı Zülcelâlin izniyle parçalanacak, sonra dahâ güzel bir surette tazelenecektir.[2]

Lübbü bulmayan, kışır ile meşgul olur.

Hakikati tanımayan, hayalâta sapar.

Sırat-ı müstakîmi göremeyen, ifrat ve tefrite düşer.

Muvâzenesiz ve mizansız olan çok aldanır, aldatır.

Şu çirkin, ölü, câmid ve çoğu kışır olan dünyada hüsün ve cemal, yalnız göze güzel görünüp ülfete mâni olmazsa, yeter.[3]

Lâfızların tebeddülüyle mânâ tebeddül etmez, bâki kalır.

Kabuk parçalanır, lüb bâki ve sağlam kalır.

Libası yırtılır, cesedi sağlam, bâki kalır.

Ceset ölüp dağılırsa da rûh bâki kalır.

Cisim ihtiyarlanırsa, enâniyet genç kalır.

Çokluk, cemaat dağılır, ama vahid-i fert bâki kalır.

Kesret bozulur, vahdet bâkidir.

Madde kırılır, nûr bâkidir.[4]

Tavus kuşu gibi pek güzel bir kuş, yumurtadan çıkar, tekâmül eder, semâlarda tayarana başlar.

Âfak-ı âlemde şöhret kazandıktan sonra, yerde kalan yumurtasının kabuğu içerisinde o kuşun güzelliğini, kemâlâtını, terakkiyatını arayıp bulmak isteyen adamın ahmak olduğunda şüphe yoktur.

Binaenaleyh, tarihlerin naklettikleri Peygamberimiz (a.s.m.) bidâyet-i hayatına maddî, sathî, surî bir nazarla bakan bir adam, şahsiyet-i mâneviyesini idrak edemez. Ve derece-i kıymetine vasıl olamaz.

Ancak bidâyet-i hayatına ve levâzım-ı beşeriyetine ve ahvâl-i zahiriyesine ince bir kışır, nazik bir kabuk nazarıyla bakılmalıdır ki, o kışır içerisinden, iki âlemin güneşi ve tûbâ gibi şecere-i Muhammediye (a.s.m.) çıkmıştır.[5]

Kışır yani kabuk bütün kuvveti ile öze yani içe hizmet etmektedir.

Kışır kuvveti ve keskin sertliği ile içindeki özü korumakta ve dışarıdan gelecek bütün tahriplere rağmen bütün hücûmlara, salâbet ve harâretlere ma’rûz kalmaktadır, öz için. Bütün bunları hakîkî güzellik ve mükemmellik olan lüb için ve onun muhâfazası için yapmakta ve dayanmaktadır.

Bazen olur ki öz için kabuk çok sert olmalıdır. Kışır ne kadar sert ise lüb o kadar güvende olur. Kabuğun sertliği özün muhâfazasına bir güvencedir.

Hatta kabukları sert olan yemişleri düşünün. Lübbü o sertliğe göre dahâ gelişmiş ve korunmuş durumdadır.

Bir de kışrı zayıf olan yemiş ve meyveleri düşünelim. Dahâ çabuk bozulmaya ve çürümeye ma’rûzdurlar her zaman.

O zaman şöyle de düşünebiliriz. Kur’ân hakîkatlerini ve Sünnet-i Peygamberi (asm) korumak ve yaşamak için sert kışır gerekiyor. Çünkü o sertlik ile öz olan Kur’ân’ın ve sünnetin lübbü gelişecek ve korunacaktır. Bu sertlik elbette ki istikâmette olunan ve şerîatın hayata yansıyan boyutlarında olmalı. Sanırım önce kendi hayatımızda İslâmı yaşamak için sert olmalıyız. Kışrı ne kadar kuvvetli tutarsak lübbü o kadar muhâfaza ederiz. Bazen kışrın sertliği de lübden gelir. Çünkü lüb, kışrın beslenmesine yardımcı olur.

“İttifak hüdâdadır, hevâ ve heveste değil. İnsanlar hür oldular, ama yine abdullahtırlar. Herşey hür oldu; şeriat da hürdür, meşrutiyet de. Mesail-i şeriatı rüşvet vermeyeceğiz. Başkasının kusuru insanın kusuruna senet ve özür olamaz.[6]”

İmân, özdür, kalbe ilkâ’ edilen bir nûrdur. Ancak o öz ve nûr kabuğa sızmalıdır ve kabuğu da yani insanın dışını ve suretini de güzelleştirmelidir. Bunun içindir ki îmânlı insanlar sûretlerinden anlaşılır ve o yüzlerde lübden gelen nûr yansır. Nûr yüzlüdür onlar.

Evet, insanın “Eğer nûr-u îmân, içine girse, üstündeki bütün mânidar nakışlar, o ışıkla okunûr.[7]

Bizler şâhid olmuşuzdur ki meyvelerin özü olgunlaştıkça kışrına yani kabuğuna sızar. Bazen de lüb öyle gelişir ve olgunlaşır ki kabuğunu şak eder ve çatlatır. Bu bir şerîat-ı fıtrîye kanûnudur.

Yine bazen lafızlar mânâyı yırtarak hakîkî olan hakîkatı aşarak o lafız mânâdan beklenen ihtiyaca cevap olmayabilir. Söylenen cümleler niyetlenen mânâya göre çok kalın ve sathi düşebilir.

Rûh bir emir ve kanûn-u nâmûstur. Cesetten dahâ lâtîf ve şeffaftır. Ceset rûha hâkim değil rûh cesede hâkim olursa o mânâda rûh dahâ mânâlı ve fıtrî yapısına uygun hâl alır.

Demek ki ceset rûh hesâbına zayıflamalı ki insan o şeffâfiyet ve nûrânîyet ile terakki etsin. Büyük velilerin cesetlerini zayıflatmaları ve rûhu cesede hâkim kılmaları için sadece ot yemeleri buna güzel bir misâl olsa gerek.

O halde kesîf olan bu dünya da ahiret hesâbına çalışmalı ve çalıştırılmalıdır ki rûh gibi lâtîfleşsin ve hakîkî mâhiyetini bulsun. Ne mutlu şu âlem-i kesîf olan dünyayı âlem-i şeffâf olan ahiret hesabına çalıştırabilenlere.

Bâkî ÇİMİÇ

[email protected]

Dipnotlar:

——————-

[1] Mesnevî-i Nûriye

[2] Yirmi Dokuzuncu Söz

[3] Yirmi Sekizinci Söz

[4] Mesnevî-i Nûriye

[5] (Mesnevî-i Nûriye

[6] Sünûhât

[7] Yirmi Üçüncü Söz

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir