Mevlâna Celâleddin-i Rumî ve Bedîüzzamân

Mevlâna Celâleddin-i Rumî ve Bedîüzzamân(ra)
 
Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri der ki; Bil ki, ben hayatta sağ kaldıkça Mevlâna Celaleddin-i Rûmî (ks) Hazretleri’nin dediği gibi derim: ”Ben, hayatta kaldıkça, Kur’ân’ın bendesiyim. Ben Muhammed-i Muhtar’ın (asm) yolunun toprağıyım.” Evet, çünkü ben Kur’ân-ı Hakîm’i bütün feyz ve nurların menbaı görüyorum. Ve benim eserlerimde hakaikın güzelliklerinden her ne ki varsa, ancak Kur’ân’ın feyzinden muktebestirler. İşte bunun içindir ki, bütün eserlerimin i’câz-ı Kur’ân’ın mezayâsından bir nebze zikretmesinden hâlî kalmasına kalbim razı olmuyor.”[1] ifadesiyle Kur’ân’a hizmette üstâdı olarak addettiği Mevlâna Celaleddin-i Rûmî (ks) Hazretleri’nin metodu ile hizmet etmeyi ihtiyar ettiğini anlıyoruz. Belki de bu sırdan dolayı olmalı ki “Son Şahitlerden merhum Ahmet Gümüş ağabey de hâtıralarında Bediüzaman Hazretleri’nin “Hz. Mevlânâ benim zamanımda gelseydi, Risâle-i Nur’u yazardı. Ben de Hz. Mevlânâ zamanında gelseydim, Mesnevi’yi yazardım, o zaman hizmet Mesnevi tarzındaydı, şimdi Risâle-i Nur tarzındadır”[2] dediğini ifade eder. Bedîüzzamân Hazretleri de Mesnevî-i Şerif ve Risâle-i Nur arasındaki münâsebeti şöyle ifade eder: “Kardeşlerim, kalbime ihtâr edildi ki: Nasıl ki, Mesnevî-i Şerif şems-i Kur’ân’dan tezâhür eden yedi hakîkatinden bir hakîkatin âyinesi olmuş, kudsî bir şerâfet almış, Mevlevîlerden başka daha çok ehl-i kalbin lâyemut bir mürşidi olmuş; öyle de, Risâle-i Nur, Şems-i Kur’âniyenin ziyasındaki elvan-ı seb’ayı ve o güneşteki renk renk, çeşit çeşit yedi nuru birden âyinesinde temessül ettirdiğinden, inşâallah, yedi cihetle şerif ve kudsî ve yedi Mesnevî kadar ehl-i hakîkate bâkî bir rehber ve bir mürşit olacak.”[3] Buradan anlaşılan odur ki, Risâle-i Nur, Şems-i Kur’âniyenin ziyasındaki elvan-ı seb’ayı(yedi rengi) ve o güneşteki renk renk, çeşit çeşit yedi nuru birden âyinesinde temessül ettirmiştir. Böylece asr-ı ahirzamanda i’câz-ı Kur’ân’ın mezayâsından mülhem olan Risâle-i Nur, Kur’ân’ı mânevî mucîzesine tam mazhar olmuştur diyebiliriz.

Yine Mesnevî-i Şerif ve Mesnevî Nuriye arasındaki münâsebete de şu izahlarla temas eder: “Aslı Farisî, sonra Türkçe olan Mesnevî-i Şerif gibi, o da Arapça, bir nevi Mesnevî hükmünde Katre, Hubab, Habbe, Zühre, Zerre, Şemme, Şu’le, Lem’alar, Reşhalar, Lâsiyyemalar ve sair dersleri ve Türkçede o vakit Nokta ve Lemeatı gayet kısa bir surette yazmış; fırsat buldukça da tab etmiş. Yarım asra yakın o mesleği Risâle-i Nur suretinde, fakat dahilî nefs ve şeytanla mücadeleye bedel, hariçte muhtaç mütehayyirlere ve dalâlete giden ehl-i felsefeye karşı, Risâle-i Nur, geniş ve küllî Mesnevîler hükmüne geçti.”[4]
 
Bedîüzzamân Hazretleri Mevlânâ Celâleddin-i Rumî için “Üstâdlarımdan birisi olan Mevlânâ Celâleddin-i Rumî”[5] ifadesini kullanarak O’nu üstâdları arasında sayar. Ayrıca hâtıralarda belirtildiği gibi söz “Mevlânâ Câmî’den açılınca, ‘Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, Molla Ahmed-i Cizrî ve Mevlânâ Câmî, her üçünün de makamı birdir. Bunların üçü de mânen bir seviyededir’ diye buyurdu”[6]ğu ifade edilir. Mevlânâ Câmi de, Mevlânâ Celâleddin-i Rumî hakkında şöyle der: “O yüce zâtı tavsif etme konusunda ben ne söyleyeyim? Peygamber değildir, fakat Kitabı vardır.”[7]
 
Mevlânâ Celâleddin-i Rumî Hazretleri tefsîr sahibi bir âlimdir. Selef-i salihinin bıraktığı kudsî tefsîrler iki kısımdır: Bir kısmı ahkâma dair tefsîrlerdir, diğer bir kısmı da âyat-ı Kur’âniyenin hikmetlerini ve îmân hakîkatlerini tefsîr ve îzah ederler. Selef-i salihinin bu türlü tefsîrleri çoktur. Hususan Gavs-ı Azam Şah-ı Geylânî, İmâm-ı Gazalî, Muhyiddin-i Arabî, İmâm-ı Rabbânî gibi zevat-ı kiramın eserleri, bu kısım tefsîrlerdir. Bilhassa Mevlânâ Celâleddin-i Rumî Hazretleri’nin Mesnevi-i Şerif ’i de bu tarz, bir nev’i mânevî tefsîrdir. İşte, Risâle-i Nur, bu tarz tefsîrlerin en yükseği, en mümtazı ve en müstesnasıdır. İşte, madem bu tarz tefsîrler mütedavildir, kimse ilişmiyor; Risâle-i Nur’a da ilişmemek lâzımdır. İlişenler Kur’ân’a ve ecdada düşmanlıklarından ilişirler.
 
Bedîüzzamân Hazretleri Konya’da Mevlânâ Hazretleri’nin türbesini ziyaret ettiğinde Mevlânâ Hazretleri Üstâdı ruhaniyatı ile kapıda karşılar. Hadisenin detayı şöyledir: “1950’lerde Konya’ya giden Bedîüzzamân, kardeşinin yanı sıra Mevlânâ’yı da ziyaret eder. Mevlânâ Celâleddin’in türbesini değil, onu ziyaret etmek ister. Devrin valisi müsaade etmez. Ziyaretini yapamadan geri döner. Bir yıl sonra meşakkatli bir yolculuktan sonra yeniden ziyarete gider, etrafı kalabalıktır. Bedîüzzamân Hazretleri kapıda durur ve içeri girmez. Talebeleri bu durumu merak ederler. Hâlbuki mâneviyat âleminde Mevlânâ Hazretleri, Bedîüzzamân’ı kapıda karşılamıştır. Gerçekten orda iki âlem bir arada yaşanmaktadır. Mevlânâ’yı ve Bedîüzzamân’ı böylesi bir mânâda anlayarak sevgiyi paylaşmalı, sevgiyi asıl mecrasına çekmeliyiz. Mevlânâlar ve Bedîüzzamânlar insanlığın muhabbete bakan yüzleridir. Kendilerine zulümle davrananlara bile sevgiyle bakmışlardır.”[8]
 
Bedîüzzamân ve Konya
 
Bedîüzzamân’ın Konya ve Mevlânâ Hazretleri’nin türbesini ziyaretleri
 
Bedîüzzamân Hazretleri fırsat buldukça Anadolu illerine seyahatlere çıkardı. Hayatının son zamanlarında Ankara ve Konya gezileri ve ziyaretleri yaptığı bilinir. Konya ve Mevlânâ Türbesi ziyaretlerinin birisi de Mufassal Tarihçe-i Hayat’ta şöyle anlatılır.“Hazret-i Üstâd maddî sebep olarak, Ankara Nur talebelerinin davetleri üzerine Ankara’ya kadar gitme hadisesinden sonra, Konya’daki Nur talebeleri de Hazret-i Üstâd’ı ısrarla Konya’ya davet ettiler. Bu davete Hazret-i Üstâd 1959’un Aralık ayında Emirdağ’ından Konya’ya gitmekle icabet etti. Konya halkı ve Nur talebelerinden müteşekkil büyük bir kalabalık Üstâd’ı Konya girişinde karşıladılar. Günlerden Pazar olduğu için, Mevlânâ’nın türbesi kapalı bulunmaktaydı. Fakat Hazret-i Üstâd O’nu ziyaret etmek istedi. Husûsî şekilde rica ve girişim üzerine, Müze müdürü türbeyi açtırdı. Üstâd, Mevlânâ Hazretleri’nin türbesini ziyarete gitti. Dış kapısından i’tibâren ayakkabısını hürmet ve ta’zim ifâdesi olarak çıkardı, yalın ayak içeri girdi. Ve o vaziyetiyle Mevlânâ’yı ziyaret etti, Fatiha okudu ve müzeyi gezdi. Fakat Üstâd, Mevlânâ’nın şimdiki vaziyetiyle türbesinin şeklini beğenmedi. İslâmî bir türbe niteliğinde bulmadı. Hatta bazı zatlardan duyduğum kadarıyla – hâşâ Mevlânâ’nın değil – türbeyi mevcûd hale getirenlerin hareketlerine canı sıkıldı ve ”Bunlar burayı bir nevi puthâneye çevirmişlerdir.” Dedi.[9]
 
Merhum Halil Uslu ağabey de Bedîüzzamân Hazretleri’nin Konya’ya üç defa geldiğini yazılarında ifade etmiştir. Bu ziyaretlerini teferruatla anlatan Halil Uslu ağabey özellikle Abdülmecid Nursi(Ünlükul) ve diğer şahitlerden dinlediklerini tarihe ve arşivlere kayıt olarak bırakmıştır. Bu vesileyle merhum Halil Uslu ağabeye de Allah’tan gani gani rahmet dilerim. Üstâd Bedîüzzamân Hazretlerinin üç defa Konya ziyareti ile ilgili Halil Uslu ağabeyin aktardıklarını da çalışmamıza ek olarak alalım inşâallah.
 
BEDÎÜZZAMÂN’IN KONYA’YA İLK GELİŞİ
Ankara’ya 1959 senesi Kasım ayı ziyaretinden sonra Konya’ya teşrif ederler. 9 Aralık 1959 Çarşamba günü Mevlânâ Türbesi karşısına gelmiştir. O gün çok cihetlerle Hz. Üstâd’ın geleceğini Konya gönül dostları haber almıştır. Sultan Selim Camii ile Türbe civarı, sabah erken saatlerden i’tibâren dolup taşmaya başlamış, polisler de meydanı muhafazaya alınca, gelip geçenlerin dikkatlerini celbetmiş ve alan, daha da kalabalıklaşmıştır. Maalesef o dönemin içişleri bakanı Namık Gedik’in emri ile Konya’nın umûm zabıta kuvveti orada vazifelendirilmiş, Türbe meydanını saran atlı veya yaya polisler, camiiden çıkanlarla, cadde ve sokaklardan geçenleri itekleyip kakıştırarak etrafa dağıtmışlardır. Üstâd’ın taksisi, Türbe kapısının karşısında ana caddede durmuş ve bir müddet oradaki ahali, meydanda duran Üstâd’ın arabası ile, haşin tavırları içindeki polislerin hareketlerine seyirci olmuştur. Koca Sultan arabanın içinde iken, onu kimse ile görüştürmek istemezler ve yanına da yaklaştırmazlar. Halbuki öz kardeşi Abdülmecid’in evi bile, meydana çok yakındır. Bu zorbalık içerisinde, Üstâd arabasından iner, namazını kılmak için, camiiye, doğu kapısından girerek namazını kılıp, sonra camiiden çıkıp Türbeye girer. Hz. Mevlânâ’yı ziyareti müteakip yine otomobiline biner ve o yorgun hali ile ve hiçbir kimse ile görüştürülmeden, geldiği yere, yani Isparta’ya dönmek zorunda bırakılır. Ve Üstâd da, halkın şaşkın bakışları karşısında ve yine bir zabıta ekibi refakati ile, sokaklara dolup taşan insan kalabalıkları arasından sükûnetle, sessiz, sedasız geçip gider.
 
BEDÎÜZZAMÂN’IN KONYA’YA İKİNCİ GELİŞİ
Bu teşriflerinin tarihi Ocak 1960’ı göstermektedir. O tarihlerde ve küçük yaşımda ancak selâmlaştığım Hz. Bedîüzzamân’ın gelişini ve olayları, kardeşi ve büyük âlim Abdülmecid (Ünlükul) Efendi’den ve Mevlânâ Türbesi önündeki evinin kapısında Hz. Üstâd’ın elini öpen merhum amcam Abdülaziz ve halam F. Özkardeş’ten ve Abdülbaki Arvasi’den ve Abdülmecid Nursî’nin hanımı Rabia Ünlükul’dan ve kızları Saadet Kaynak’tan ve Hz. Üstâd’a gönül veren Konyalı ağabeylerimden aktarmakta ve müşahedelerimi takdim etmekteyiz. 5 Ocak 1960 Salı, ikindi vaktinde gelirler. Çok kişilerin muhtelif intibaları vardır. Zamanla belki bir kitapçık da olabilir. Özetle şudur. Buradaki Nur Talebeleri “Size bir medrese tarzında bir ev tahsis edeceğiz ve tutacağız” derler. Hz. Üstâd geldiğinde o ev ve dershane daha tutulmamıştır. Bu itibarla Hz. Üstâd adres gösterilen bir ağabeyimizin evinde (Mustafa Kırıkçı) ve yatak karyolalarının üstüne namaz seccadesini koyarak, bir saat kalır ve akabinde teşekkür ederek, o evden ayrılır. Bunun tafsilatı Son Şahitler kitabında Av. Bekir Berk’in hatıralarındadır. Akabinde Üstâd, Hz. Mevlânâ Türbesine gelir, yine her taraf polis kordonu altında, Hz. Bedîüzzamân ikindi namazını Sultan Selim Camii’nde kılar ve polislerin ricası üzerine tek başına Hz. Mevlânâ dergâhına girer. Ve şimdiki türbenin ayakkabılık bölümünün önündeki mermer sütunun önünde durur ve ellerini açarak duâya başlar. Duâsı biraz uzayınca arkasında takip eden Konya emniyetinden asayişten sorumlu komiser polis Mahmut Babadağlı[10] Hz. Üstâd’ın omzunu elleyerek “Hoca Efendi, Hoca Efendi duânı kısa kes” terbiyesizliğinde bulunur. Ne gariptir ki Feyzi Halıcı Ağabeyimiz de o anda oraya gelmiş ve bu manzara karşısında bağırarak “Mahmut, Mahmut bırak Hoca Efendi’yi, çek ondan ellerini, görmüyor musun şu anda Hz. Üstâd, Hz. Mevlânâ ile görüşmektedir” der ve polis ellerini çeker. Hz. Bedîüzzamân ise polise döner gayet mütevazi olarak “Kardaşım biz kalıcı değil artık gidiciyiz” der.
Türbe’den çıkan Hz. Bedîüzzamân arabasına biner ve karşı sokaktaki kardeşi Abdülmecid Efendi’nin kapısına varır bütün ısrarlara rağmen eve girmez ve orada kardeşi Abdülmecid Efendi’ye der ki: “Benim vefatımdan 7 sene sonra vefat edeceksin” ve dediği aynen çıkmıştır. Ayrıca yengesi Rabia Ünlükul Hanımefendi’nin yaptığı çorbadan bir çay tabağı içinde birkaç kaşık içmiştir ve yengesine hitaben “Rabia hiç kimsenin çorbasını karşılıksız içmedim, ama seninkini içiyorum; hakkını helâl et, belki bir daha görüşemeyiz” derler ve gidiş o gidiş.
 
BEDÎÜZZAMÂN’IN KONYA’YA ÜÇÜNCÜ GELİŞİ
Vefatından bir gün önce Şanlıurfa’ya Hakka vuslata giderken Konya ve Hz. Mevlânâ ile arabalarının içinden selâmlaşmışlar ve kimsenin haberi yokken, gece karanlık ve şiddetli yağmur içinde çok ağır hasta halinde geçip gitmişlerdir ve 23 Mart 1960’ta vefat gerçekleşir. Abdülmecid Efendi, çok sevdiği Üstâdı ve ağabeyinin vefat haberi üzerine 1960 senesi Nisan’ında“Eyyühe’l-Üstâd” başlığı altında yazdığı şaheser şiirinde, bütün zerratının ihtizaza geldiğini, gönül ve kalbinin nasıl bir ateşle yandığını müşahede etmekteyiz.[11]
 
Son Şahitler’den Bedîüzzamân ve Konya Hâtıraları
 
Bedîüzzamân ve talebeleri ile ilgili hâtıralar denince muhakkak akla Necmeddin Şahiner’in Son Şahitler adlı dört ciltlik kitapları gelir. Bu kitaplar hazırlanırken uzun tetkikatlar yapılmış olup, son şahitlerle bire bir görüşmeler yapılarak eserler vücuda getirilmiştir. Bu eserler alanının önemli eserleri olup Risâle-i Nur hizmetlerine bir cihetle önemli katkılar sağlamıştır. Kanâatim odur ki bu tür eserler şahs-ı mânevînin duâsı ve muaveneti ile vücuda gelmiştir. Cemâatî tesânüd ve intisab bu çalışmalara sır-ı ihlâs ile kuvve-i mânevîye olmuş olmalı. Böylece çokça istifadeye medâr bir eser vücuda getirilmiştir. Bu vesileyle bizler de eserlerin vücuda gelmesinde gayret sarf eden Necmeddin Şahiner’e teşekkürlerimizi iletiyoruz. Çünkü zaman zaman çalışmalarımızda bu eserlerden istifade ediyoruz ve özellikle araştırma yazılarımızda bu eserleri tarayarak ilgili yazılarda kullanıyoruz. Bedîüzzâman ve Konya ile ilgili yazımızı hazırlarken de bu eserlerden çokça istifade ettiğimizi belirtmek isterim. Bu girizgâhtan sonra “Son Şahitler’den Bedîüzzamân ve Konya Hâtıraları” ile sizleri baş başa bırakalım istiyoruz.
 
Abdülbâkî Arvasi[12] Anlatıyor:
 
Abdülbâkî Arvasi, Bedîüzzamân Said Nursî ile son olarak aradan yıllar geçtikten sonra, 1960 yılı başında Konya’da görüşmüştü. Bu görüşmeyi ise şöyle anlatıyor:
 
“Mevlâna türbesini tatil günü olmasına rağmen açtırdık. Üstâd türbeyi ziyâret etti. Mevlânâ’nın rûhuna duâ ve Fatiha okudu. Kardeşi Abdülmecid Efendi’yle görüştü. Konya’ya gelmesi de çok hâdiseli geçmişti. Gazeteler, polisler yaygara yapmış ve sıkı emniyet tedbirleri alınmıştı.
 
“Üstâd’ın elini öptüm. Bana:
 
“Olur böyle şeyler… Demek seninle yine görüşecektik. Nasıl, daha Arvas’a gitmedin mi?’ dedi. Ben de, ‘Hayır, daha gitmedim’ dedim. Gitmemi söyledi. “Ben de Üstâd’ın sözü üzerine çoluk çocuk o sene Arvas’a gittik. Üstâd bizimle vedalaşırken gözyaşları akıyordu. ‘Bu sizinle son görüşmem, hakkınızı helâl edin’ dedi. Hep ağladık, gözyaşları içinde Üstâd’dan ayrıldık.”[13]
 
Eski Ağrı Müftüsü Abdulbâri Polat da Bedîüzzamân Hazretleri’nin bir Konya ziyâreti esnasında Mevlânâ Camii’sini ziyâretinde “Abdülmecid(Ünlükul) Efendi’nin anlattığı” hâtırasını naklediyor:
 
“Birgün Üstâd Konya’ya gelmişti. Mevlânâ Camii’ne gelince bana, ‘Abdülmecid öyle acıkmışım ki… Ben ziyâretten çıkıncaya kadar bir çorba getirir misin?’ dedi. Hemen eve gittim. Hazır bulunan bir tas mercimek çorbasını alıp getirdim. Mevlânâ Camii’nin kapısında kendisine ikram ettim. Çorbayı içtikten sonra yeleğinin cebinden iki kuruş çıkarıp bana uzattı. Ben, ‘Çorbayı para mukabili olarak mı getirdim?’ deyince bana şöyle dedi: “Abdülmecid al hakkını, bu senin hakkındır. Benim ihlâsımı bozma!’”[14] İşte maddî ve mânevî her şeyden ferâgat mesleğinin tezahürü olan fiiliyatlardan birisi de bu istiğna düsturudur.
 
Rifat Filizer[15] Anlatıyor:
 
“Üstâdımızın kardeşi Abdülmecid Ünlükul’la da münasebetlerim olmuştur. Hocamızın İman Dalı ve Dü Mezhebi isimli eserlerinin hazırlanmasına yazıhanemde bizzat müzaheret ettim. Risâle-i Nur Külliyatı’ndan Mesnevi-i Nuriye’nin Arapça’dan Türkçe’ye çevrilmesi de benim ricam ve Üstâdımızın emir buyurmaları neticesi, yine hocamız Abdülmecit tarafından icrâ edildi.
 
“1959 yılı sonlarında, Üstâd Konya’ya teşrif etti ve Mevlânâ Meydanı’na indi. Öğle namazını Selimiye Camii’nde eda ettiler. O gün Konya tarihî bir gün yaşıyordu.
 
“Öğle namazından sonra Üstâd Mevlânâ’yı ziyâret etmek istedi. İç kapıdan girip, bir iki adım attıktan sonra durdu ve ellerini açarak duâ etti. Daha sonra kardeşi Abdülmecid Efendi’yi ziyâret etmek istedi. Ancak polislerin mâni olması üzerine, kardeşi ile ancak kapıda ayaküstü görüşebildiler. Daha sonra Konya’dan ayrıldı.”Allah gani gani rahmet eylesin.”[16]
 
Yine Son Şahitlerden Yaşar Gökçek[17] Üstâd’ın son Konya ziyâreti ile ilgili şu bilgileri aktarır:
 
“Üstâd’ın Urfa’ya hareket ettiği gün, öğleden sonraydı. Abdülmecid Efendilerin Mevlâna Meydanı’na çıkan bir sokaktaki evlerinin üst katında hep beraber oturuyorduk. Kapıları çalındı. Kapıya bakan Saadet, Üstâd Hazretleri’nin teşrif ettiklerini ve aşağıda arabada beklediklerin haber verdi. Abdülmecid Efendi’yle beraber hepimiz kapıya indik. Üstâd, arabadan;
 
“Abdülmecid ben Urfa’ya gidiyorum. Belki bir daha görüşemeyeceğiz. Bana hakkınızı helâl ediniz’ buyurdular.
 
“Abdülmecid Efendi:
 
“Seydâ! Bizim sana ne hizmetimiz oldu ki, hakkımız olsun. Asıl sen bize hakkını helâl et. Bizi sen okutup yetiştirdin’ dediler.
 
“Bunu üzerine Üstâd:
 
“Senin de, Rabiâ’nın da bende çok haklarınız vardır. İkiniz de bana haklarınızı helâl ediniz’ buyurunca karşılıklı helâllaştılar. Üstâd arabadan yerleşmek üzere biraz geri çekilmişken, tekrar eğildi ve Abdülmecid Efendiye:
 
“Abdülmecid, Abdülmecid! Bu kadar korkak olma! Vallahi mahpushanede sana Rabiâ’dan daha iyi bakarlar’ buyurdu.
 
“Abdülmecid Efendi de, “Seydâ! Ben neyleyeyim ki, Cenab-ı Hak benim cesaretimi de sana lütfetmiş, seninki iki kat olmuş, bende hiç kalmamış’ dedi. “Ertesi gün Urfa’dan Konya’ya ve hemen hemen bütün Türkiye’ye edilen telefonlar, o gün Üstâd’ın fâni âlemden bakî âleme göçtüklerini haber veriyorlardı. “Makamları Cennet-i âlâ olsun ve Cenab-ı Mevlâ orada da şefaatlerine hepimizi mazhar buyursun.”[18]
 
Mustafa Kırıkçı[19] Anlatıyor:
 
“Son Ankara, Konya ve İstanbul ziyâretleri”
 
“Üstâd, ömrünün son ayları içerisinde bu üç şehire âni ziyâretler yaptı. Sonra anlaşıldı ki, bunlar aslında birer veda ziyâretiymiş. İlk ziyâreti, Ankara’ya 1959 senesi Kasım ayının son gününde vuku buldu. Bunu o günlerin gazeteleri yazdı, bizler de okuduk. Fakat bu hâl, o zamana kadar 30-40 seneden beri dışarı çıkmamış veya çıkarttırılmamış bir şahıs hakkında yeni yaygaralara da vesile oldu.
 
“Üstâd’ın Konya’ya gelişi”
 
“Bizler, Üstâd’ın Konya’ya geleceğini bir gün önceden haber almıştık. Üstâd, 9 Aralık 1959 Çarşamba günü öğleye yakın Mevlâna Türbesine gelecekti. Bu haber ağızdan ağıza yayılınca aynı gün Sultan Selim Camii ile Türbe civarı, sabah erken saatlerden itibaren dolup taşmaya başladı. Polisler de, meydanı muhafazaya alınca, gelip geçenlerin dikkatlerini celbediyor ve alan, daha da kalabalıklaşıyordu. Öğle ezanları okunmaya başladı; Üstâd daha gelmemişti. Namaz için camiye girildi, namazlar kılındı, camiden çıktık. Fakat ne görmeliydi ki, manzara çok hazin ve dehşetli. Sanki Konya’nın umum zabıta kuvveti orada vazifelenmiş, Türbe meydanını çepeçevre saran atlı veya yaya polisler, camiden çıkanlarla, cadde ve sokaklardan geçenleri itekleyip kakıştırarak etrafa dağıtıyorlardı. Üstâd’ın taksisi, cami kapısının yakınındaki asfalt caddenin kenarında tam Türbe kapısının karşısına gelen bir yerde durmuştu. Bir müddet oradaki ahali, meydanda duran Üstâd’ın arabası ile, haşin tavırları içindeki polislerin hareketlerine seyirci oldu. Koca Sultan arabanın içinde idi, onu kimse ile görüştürmek istemiyorlar ve yanına da yaklaştırmıyorlardı. Halbuki öz kardeşi Abdülmecid’in evi bile, meydana muttasıl ve çok yakın bir yerde idi. “Dikkat ediyorum, bütün bu sert tavırlı kovalamacalara rağmen, oradaki ahali kat’iyyen dağılıp gitmiyor, aksine, kadın erkek, herkesin gözü ve dikkati, nasıl olsa da, Bedîüzzamân’ı bir görebilsem noktasında toplanıyordu. Bu hengâme içerisinde, Üstâd arabasından indi, namazını kılmak için, camiye, batı kapısından girdi. Namazdan sonra camiden çıkıp Türbe’ye girdi ve Hz. Mevlânâ’yı ziyâret etti. Ziyâreti müteakip yine otomobiline bindi ve o yorgun hali ile ve hiçbir kimse ile görüştürülmeden, geldiği yere, yani Isparta’ya dönmek zorunda bırakıldı. Ve Üstâd da, halkın şaşkın bakışları karşısında ve yine bir zabıta ekibi refakati ile, sokaklara dolup taşan insan kalabalıkları arasından sükûnetle, sessiz, sedasız geçip gitti.
 
“Üstâd’ın Konya’ya ikinci gelişi”
 
“O hüzünlü 9 Aralık ziyâretinden dolayı hepimiz fevkalâde müteessir ve derin bir ıztırap içindeydik. Bir gün Sadullah Bey’in muayenehanesine uğradım. Oradaki sohbet ve istişaremizde, Üstâdı, tekrar teşrifi için, Konya’ya davet etmeye karar verdik ve o anda hemen bir davetiye mektubu yazdık, mektubu Hasan Nevruz’la Isparta’ya gönderdik. Nevruz, ziyâretten döndü, Üstâd’ın davete karşı, ‘On gün sonra geleceğim’ dediğini bizlere nakletti. Artık dünyalar bizimdi, sevincimize payan yoktu. Hem de Üstâd’ın bundan sonraki âhir ömrünü Konya’da geçirmesini arzu ediyorduk. Bir taraftan da, camilerde Risâleleri okuma faaliyeti devam etmekteydi. Üstâd’ın gelip oturacağı yer olarak, benim kalmakta olduğum güzel evi, kardeşlerle tensib edip, tefrişine başladık; köşedeki büyük odayı, aynen Isparta’daki kendi odasının tarzında, hattâ ondan daha parlak bir şekilde döşedik. Ben de, yine bu eve yakın bulunan başka bir evi 110 lira aylıkla kiralamıştım ki, Üstâd gelince ben oraya taşınacaktım.
 
“Hasan Nevruz, ziyâretten birkaç gün sonra, camide kitap okumaktan tevkif edilip hapse düştü. Av. Bekir Berk de, tevkife itiraz için gelmiş, Rifat Filizer’in muhasebe bürosunda Said Gecegezen de yanımızda olmak üzere beraber çalışıyorduk. Vakit, ikindi raddeleri idi ki, birden bire, Üstâd’ın Konya’ya teşrif randevusunun tam onuncu gününde olduğumuzu hatırladım. Üstâd o sıra İstanbul’dan Ankara’ya gelmişti. Hemen, haber var mı, diye Halıcı Sabri Amca’nın dükkânına koştum, orada oğlu Feyzi vardı, ‘Ankara’dan saat 11’de hareket etmişler’ dedi. Tekrar muhasebe bürosuna koştum, çabukça aramızda iş bölümü yaptık. Çünkü vakit geçmek üzere olduğundan acele etmek lâzım geliyordu. Gecegezen, Üstâdı karşılamak üzere bir taksiye atlayıp Ankara yoluna çıktı. Ben de önceden hazırladığımız evime gittim. Rıfat’la Bekir Berk de orada, yani büroda kaldılar.
 
Mustafa Kırıkçı anlatmaya devam ediyor:
 
“Günlerden 5 Ocak 1960 Salı, ikindiden biraz sonra idi, hava çok yumuşak, hafif, ince bir yağmur çiseliyordu. Eve varınca, Üstâd’ın hemen gelmek üzere olduğunu çocuklara söyledim. Evde benim ailemle beraber temizlik ve tertip çalışmalarında canla başla gayrette bulunan Mustafa Amca’nın refikası Fatma Hanım Teyze de vardı. Zaten Teyze Hanım, bizim evin annesi gibi günlerden beri, Üstâd’ı beklemekteydi. Bu yoğun hazırlık çalışmalarımızdan haberdar olmalılar ki, 29 Aralık 1959 tarihli Cumhuriyet gazetesinde, ‘Saîd Nursî Konya’ya mı taşınıyor?’ başlıklı bir manşet haberle, başka bir gazetede de, ‘Nurcular, Konya’da Saîd Nursî için biri Meram’da, biri de Türbe civarında olmak üzere iki köşk hazırlıyorlar’ başlıklı haberler neşredilmişti.
 
“Ben eve vardıktan 8-10 dakika sonra Üstâd’ın arabası, kapımızın önüne gelip durdu, yanlarında Said Gecegezen yoktu, meğer Said daha yola çıkmadan onlar şehire girmişler, fakat evin yerini bilemedikleri için, şehirde biraz dolaştıktan sonra Said’in yağ dükkânına varmışlar, oradan babası Mehmet Ali Amcayı alarak gelebilmişler. Polis cipi de, sokağımızın az ilerisinde, birkaç tane polisle, adeta Üstâd’ın muhafızları gibi durup park etmişti. Ortalıkta bir sükûnet ve hattâ sevinç vardı, o eski bed ve sert muamelelerden artık hiçbir eser görülmüyordu. Üstâd, tebessümle otomobilinden indi, çok keyifli olduğu, halinden anlaşılıyordu. Bir koltuğunda ben, diğer koltuğunda da Zübeyir Ağabey olmak üzere, kendisini evin merdivenlerinden çıkararak, çok güzel şekilde temizlenip döşenerek hazırlanan odasına götürdük.
 
“Ben kendi irademle hareket etmiyorum”
 
“Kapıdan girerken, iki cephesi de açık köşe odayı görünce, ‘Maşâallah, Barekâllah, gazetelerin yazdığı kadar varmış’ dedi. Odada sanki gençleşmiş ve delikanlı gibi olmuştu, çok neşeli ve hareketliydi. Az sonra, Sadullah Bey’le Sabri Amca da geldiler. Sadullah Bey, karakolda polisler tarafından biraz tartaklanıp tahkir edildiği için, üzgün ve durgun görünüyordu. Ayakta iken Üstâd, gülerek Sadullah Bey’e döndü ve ‘Ne üzülüyorsun yahu, bu kaç paralık şeydir? Böyle hallerde beni hatırla, başıma gelenleri düşün’ diyerek teselli etti. Bizlere de müjde getirdiğini, Risâle-i Nur’un, dünyaya yayılmakta olduğunu, yine ayakta ve çok sevinçli halde ifade ediyor, hatta Ankara’da bir İngiliz gazetecisinin kendisine müracaatla, kabul ederse, haberlerini, memleketindeki gazetesine ulaştırmak için yanında gezmek istediğini, fakat kendisinin bu teklifi kabul etmediğini anlatarak, şimdi dünyanın, Risâle-i Nur ile alâkadar olmaya başladığına işaret ediyordu.
 
“Bu ayak üzeri verdiği müjdeleri müteakip, karyolasına yöneldi. ‘Üstâdım, ben yardımcı olayım’ dedimse de hiç ehemmiyet vermedi, bir delikanlı gibi hemen atlayıp, karyoladaki örtülü yatağın üzerine oturdu ve oradan konuşmaya başladı. Beni de muhatap etmek için kendisine en yakın bir yeri göstererek oraya oturmamı istemişti; ben ise, oraya, Zübeyir Ağabeyin oturması münasiptir diye, tereddüt gösteriyordum. Bunun üzerine, biraz sertçe, ‘Zübeyir dışarılara baksın. Otur’ dedi ve beni yakınına oturttu. Zübeyir Ağabey de etrafla alâkalanmaya koyuldu. Sadullah Beye, kendi başındaki sarığın, sıhhi cihetten de bağlanmasının zaruretine dair bir rapor yazdırdı. Sabri Amca’ya hitaben birkaç söz söyledi. Bir ara ben, şimdi hatırlayamadığım bir sebeple Üstâd’ın yanından ayrılıp sofaya çıkmıştım. Şoförü Hüsnü, öteki odada ikindi namazı için hazırlık yapmaktaydı. Çok kısa bir aradan sonra, Üstâd’ın ayrılmak üzere ayağa kalktığını bana duyurdular. Hemen yanlarına gittim, Üstâd, ayakta ve hareket halinde idi. Şaşırıp kaldım, güya kadınlar çaydanlığı falan ateşe koymuşlar, çay ikram edecektik. Nazlanmaya başladım; ‘Olur mu Üstâdım, henüz bir istirahat etmiş değilsiniz, nasıl ayrılırsınız?’ gibi beyanlarımla, ‘Gitmeyin Üstâdım’ diye ısrar ediyordum. Benim ısrarlarıma karşı şöyle dediği halâ kulaklarımda çınlar, ‘Kardeşim, ben kendi irademle hareket etmiyorum.’ “Bu cümleyi işitince, bir kelime de olsa söyleyemez oldum ve ısrardan vazgeçtim. Akşama yarım saat kadar bir vakit ancak kalmıştı ki Üstâd, henüz ikindi namazını da kılmadığı halde hareketinde acele ediyordu. Yine bir koltuğunda ben, diğerinde Zübeyir Ağabeyle beraber, merdivenlerden aşağıdaki antreye indik. Evde bulunan diğer ağabeylerle, Fatma Teyze ve refikam Güleser ve küçük kızlarım da indiler. Orada Üstâd, kısa bir fasılayla ayakta durup, o küçük topluluğa şu sözleri ile veda etti. ‘Bu evi hem kendi evim, hem medresem, hem de kendi dershanem olarak kabul ediyorum’ dedi. Bu hitabı müteakip, hanımlar, cübbesinin kol tarafını, erkekler de elini öptüler, orada yeniden hepimize duâcı oldu.
 
Üstâd Konya’da kardeşinin evinin önünde yeğeni Saadet Hanım ile görüştü
 
“İşte, böylece evimizin bir buçuk saat kadar şeref misafiri olduktan sonra otomobiline bindi. Kendileri arka koltukta yalnız halde, Zübeyir Ağabeyle ben de, ön koltuktaki şoför mahalline oturmuştuk. Direksiyonda Hüsnü vardı, evden ayrıldık, az sonra Abdülmecid’in, Türbe’nin çok yakınında bulunan evinin kapısı önüne geldik. Üstâd, otomobilin içinde oturmakta iken, Hüsnü kapıyı açıp, evi haberdar etti. Yeni Öğretmen olmuş olan genç kızı Saadet Hanım, merdivenlerden koşarak gelip otomobilin açılan arka kapısından, Amcası Üstâd’ın kollarına kendini atarcasına, amcasının elbisesine de olsa sarıldı. Üstâd da, geniş pardösülü kolunu Saadet Hanıma uzattı ve onun, yüzünü gözünü rahatça sürüp okşamasına imkân bahşetti.
 
Genç Saadet Hanım kardeşimiz, kafî derecede, Üstâdı, cübbesi üzerinden hasretle kucaklayıp öptükten sonra, ona ve o eve veda edilerek otomobilin kapısı kapatılıp hareket edildi. Zaten şoför Hüsnü’den gayri hiçbirimiz arabadan inmemiştik. İstanbul caddesinden Emirdağ istikametine doğru gidiliyordu. Şehrin kenar semtine gelince otomobil durdu ve artık orada bana inmem ihtar edildi. İndim, hemen. Üstâd’ın oturmakta olduğu koltuğa açılan arabanın arka kapısını açarak Üstâda hitaben; ‘Üstâdım, o ev sizindir ve size tahsis edilmiştir. Ben kira ile başka bir ev tuttum, hemen oraya taşınıyorum. Sizin gelmenizi bekleyeceğiz’ dedim. Üstâd; ‘Hayır olmaz, sen orada otur, çıkma?’ buyurdu. Ben oradan mahzun vaziyette evime döndüm. Sonra, kendisini takip eden polislerden işittik ki, yolları üzerinde ilk rastladıkları bir petrol istasyonunda akşam olmak üzere iken ikindi namazını farzlayarak eda etmiştir.[20]
 
Abdülbâkî Çimiç
 
DİPNOTLAR:
[1] Mesnevi-i Nuriye (Trc: Abdülkadir) > Katre >Hatime
[2] Son Şahitler, N.Şahiner, Ekim 1999, 4.Cild s. 152
[3] Lem’alar,2013,s.635,36
[4] Mesnevi-i Nursiye,2013,s.17
[5] Emirdağ Lahikası-I,2013,s.369
[6] Son Şahitler 1.Cild s. 318
[7] Barla Lahikası,2013,s.599
[8] http://www.yeniasya.com.tr/2007/03/25/haber/butun.htm
[9] Mufassal Tarihçe-i Hayat(Abdulkadir Badıllı),Nisan 1998, Cilt:3, s.1989
[10] Bu polis emekli olunca Muhacir pazarı civarında bir içki dükkânı açtı ve dükkânın içinde kalp krizi geçirerek öldü.(H.Uslu)
[11] http://www.yeniasya.com.tr/halil-uslu/bediuzzaman-ve-konya_201884
[12] Abdülbaki Arvasi, Van ilimizin Arvas köyündendir. Evliyalar beldesi bu mübarek köyde dünyaya gelmiştir. Babası eski Van müftülerinden Şeyh Masum Efendidir. (1875-1938) Dedesi ise Seyyid Fehim Efendidir. Kendisi 1899’da dünyaya gelmiş, 1979’da vefat etmiştir.
[13] Son Şahitler, N.Şahiner, Ekim 1999, 1.Cild s.60
[14] Son Şahitler, N.Şahiner, Ekim 1999, 4.Cild s.230
[15] 1923 Konya’da dünyaya geldi, l948’de Afyon Hapishanesinde Bediüzzaman Said Nursî ile birlikte yatmıştır. 1993 Ağustos’unda rahmet-i Rahmana erdi.
[16] Son Şahitler, N.Şahiner, Ekim 1999, 2.Cild,s.318
[17] 1921’de Diyarbakır’ın Ergani kazasında doğan Gökçek, Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü mezunudur. Merhum Abdülmecid Nursî’nin (Ünlükul) çok yakın ve candan bir aile dostudur. Kendileri Cizreli Seyda Hazretlerinin bir talebesidir.
[18] Son Şahitler, N.Şahiner, Ekim 1999, 4.Cild,s.291
[19] 12 Nisan 1926 tarihinde Konya-Bozkır ilçesinin Sopran (Badurdu) köyünde dünyaya geldi. 12 Ekim 1959’da öğretmenlikten istifa etti. Şubat 1968’de tekrar vazifeye döndü. 1971 tarihinde İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesine girdi ve 20 Mart 1979’da İstanbul İmam Hatip Lisesi Edebiyat Öğretmeni iken emekli oldu. 1960’dan sonra Nur, Bediülbeyan, Bediüzzaman gibi gazeteler yayınladı.
[20] Son Şahitler, N.Şahiner, Ekim 1999, 3.Cild,s.281

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir